29.4.16
birlikte yaşayabilmek için
laiklik tartışması, türkiye cumhuriyeti'nin aşil topuğu, biliyoruz. kurtuluş-kuruluş aşamasında saltanatın-hilafetin kurtarılacağı vaadiyle (zımnen ya da açıkça) desteği alınan kitle ve güçlerin, cumhuriyetin ilk on yılında bertaraf edilmesi, dinin sıkı bir devlet denetimi altına alınması, toplumsal yaşamda görünürlüğünün azaltılması için büyük çaba gösterilmesi ve dindar kitlelerin neredeyse "ülke paydaşlığı"ndan çıkarılması, biraz sosyoloji bilen herkesin kolayca öngörebileceği gibi büyük bir basınç oluşturdu. cumhuriyetin enerjisinin büyük bir kısmı, bu basıncın patlamaya dönüşmesini engellemeye harcandı, bu da büyük bir kaynak israfı anlamına geldi - insan, toplum, para anlamında.
akp dönemi, dindar kitlelerin yeniden ülke paydaşlığını kazanma sürecini başlattı ve bence geri dönülmez bir aşamaya getirdi. islami burjuva palazlandı, daha önce başka kesimlere yönelik olarak uygulanmış patronaj sisteminden bu kez onlar yararlandı ve ekonomiden önemli bir pay almakla kalmadı, dünya ekonomisine de entegre oldu.
bu noktada, erdoğan rejimine özgü patolojilerin ağırlık kazanmaya ve bu resmi bozmaya başladığını gördük. erdoğan kendisini iktidardan vazgeçemeyecek bir köşeye sıkıştırmış olduğu için, gidebileceği tek yön iktidarını mutlaklaştırma yönüydü; bunu yaparken kitlesini mobilize etme yöntemi olarak da dinsel motifleri ve geçmişte dinen uygulanan baskıları yaygın olarak kullandı. toplumsal barışı sağlamak için uğraşmak yerine, toplumsal ayrışmayı kullanmayı yeğledi.
dolayısıyla bugün, laiklik/şeriat tartışmasını ilk günkü heyecanıyla yeniden yapar olduk. laikliği savunanlar, kendi yaşam alanlarının tehdit altında olduğunu hissediyor ve canhıraş bir mücadele vermeye hazırlanıyor, en azından psikolojileri böyle; şeriatı savunanlarsa seksen yıllık ezilmişliğin rövanşını almak için sabırsızlanıyor.
burada izlenebilecek iki yol var temelde: ya iki taraf da birbirini yok etmek, en azından etkisiz kılmak için çarpışacak, ya da iki taraf da birbirinin haklı olduğu noktaları teslim edecek ve uzlaşmanın yolunu arayacak. bu uzlaşma da ya tahammül etmekle sınırlı kalacak, ya da kabul ve benimsemeye dayanacak.
uzlaşma zemini ne olmalı, ne olabilir? öncelikle iki tarafın da şu gerçekleri görmesi lazım, sağlıklı bir diyaloğun başlayabilmesi için: birincisi, türkiye sosyo-ekonomik ve kültürel yapısı açısından iran ya da malezya değil; türkiye'de şeriat devleti kurulmasını halkın çoğunluğu kabul etmez. ikincisi, türkiye eski ayarlarına geri dönemez, muhafazakar kitlelerin bu ülkede toplumsal yaşamın kurallarının belirlenmesinde etkin rol oynaması artık engellenemez. başka bir deyişle dine dayalı olmayan bir devlet yönetimini, öte yandan halkın dini duyarlılıklarını daha fazla dikkate alan bir toplumsal söylemi geçerli kılmamız lazım. üçüncüsü, türkiye'nin gelişimini sürdürebilmesi için, devlet yönetiminde, eğitimde, ekonomide, sağlıkta, bilimde inancın değil aklın, sadakatin değil liyakatin hakim olmasını sağlamak şart.
pratikte bu ne demek?
merkez partilerden hiçbirinin, muhafazakar seçmeni küçümsememesi, "akp seçmeni" diye gözden çıkarmaması, oyuna talip olması demek. bunun oy avcılığıyla değil, samimiyetle yapılması lazım elbette.
dini simgelerin, toplumsal ve bireysel yaşamda daha rahat kullanılması demek - burada zaten bir ilerleme var, daha da olabilir: mesai saatleri dahilinde ibadet düzenlemeleri, kuran üzerine yemin etme seçeneği, hastanede kritik durumdaki hastalara din adamı desteği, muhafazakar tatil seçeneklerinin artırılması vs.
eğitimde, muhafazakar ailelerin çocuklarına daha kapsamlı ve seçmeli bir dini eğitim sağlanması, ama bunun sıfırdan formüle edilecek "inanç okulları" kapsamında yapılması, "imam hatip"lerin bu işlevi yerine getirmeyi bırakması demek.
devletin din işlerini yönetmekten vazgeçmesi, diyanet'in kapatılması, imam-hatipliğin meslek lisesi kapsamından çıkarılması ve yüksekokul-üniversite kapsamına alınması demek.
ülke çapında yapılanmak isteyen dinler için, bu imkanın devlet yapısı dışında ama devletin mali-idari sıkı denetimine tabi bir model kapsamında sağlanması demek.
üniversitelerin ve bilim-bilgi üretim merkezlerinin özerkliğinin sağlanması demek.
silahlı kuvvetlerin ve emniyet teşkilatının, siyasal iktidara bağlılık ölçütüyle değil, işini iyi yapma ölçütüyle biçimlendirilmesi ve çalıştırılması demek.
eğitimde oecd ortalamasının üstüne çıkabilmek için çalışılması, bunun da kaynak ayırmaktan ibaret olmadığının, ciddi biçimde projelendirilmesi ve projelerin yaşama geçirilmesi gerektiğinin idrak edilmesi demek.
kadınların yaşamın tüm alanlarında daha fazla yer alabilmesinin sağlanması, bunun tüm toplumun yaşam kalitesini artıracağının kabul edilmesi demek.
basın ve ifade özgürlüğünün, doğru ve zamanında haber alma hakkının, basın ahlakının öneminin idrak edilmesi ve korunması demek.
hukukun üstünlüğünün sağlanması ve adalet sisteminin saygınlığa kavuşturulması demek.
örnekler çoğaltılabilir; önemli olan, toplumsal ve bireysel taleplerin ülkeyi ileri götürüp götürmeyeceğini doğru saptamak, bunu da açık ve özgür bir ortamda tartışarak yapmak.
kimsenin kimseye "beğenmiyorsan git" demediği bir ülkeden söz ediyorum. farklılıkları düşmanlık haline getirecek şekilde kışkırtmadığımızda bunu sağlamak mümkün olabilir.
26.4.16
laiklik anayasadan çıkarılmalı
erhan memiş'e.
uzun zamandır duyduğum en iyi fikirlerden birini, meclis başkanı kahraman dile getirdi - bu fikrin bir akp'liden gelmiş olması beni ayrıca sevindirdi: laiklik anayasadan çıkarılmalı.
kılıçdaroğlu bu fikre hemen tepki verdi, ama laiklik, kılıçdaroğlu'nun sandığı gibi herkesin dinini özgürce yaşayabilmesinin garantisi değil. laiklik, devletin tanımladığı sünniliğin devlet denetiminde, hatta doğrudan devlet aygıtıyla (yani diyanetle) halka dayatılması demek. laiklik, türkiye'de sünniler bile dinlerini özgürce yaşayamasın demek aslında.
anayasadan laiklik kaldırılmalı.
yerine sekülerlik gelmeli.
devletin akla dayanarak yönetilmesi,
siyasetin akla dayanarak yapılması,
insanların hastanelerde akla dayanarak tedavi edilmesi,
mahkemelerin akla dayanarak muhakeme etmesi,
okullarda akla dayanarak eğitim verilmesi,
dinin bireylere bırakılması ve başkalarının hak ve özgürlüklerini, güvenliğini, sağlığını, eşitliği tehdit etmediği sürece özgürce yaşanması,
dinin devlet desteğiyle ya da denetimiyle biçimlendirilmemesi,
devletin bütün dinlere, bütün tanrılara eşit mesafede durması
gelmeli.
laikliğin anayasadan çıkarılmasıyla iş bitmiyor, yapmışken tam yapmak lazım.
diyanet işleri de anayasadan çıkarılmalı.
sünnilerin dini bayramları da anayasadan çıkarılmalı.
zorunlu din dersleri de anayasadan çıkarılmalı.
imam hatipler kapatılmalı.
buyrun, laikliğin anayasadan çıkarılmasını böyle konuşalım.
not: akıl da çok matah bir şey değil, ama onu ayrıca konuşuruz.
21.4.16
aynısı, farklısı: camiden karakter tahlili
yaklaşık 40 yıl türkiye'de yaşamış biri olmama rağmen büyük gecikmeyle idrak ettiğim bir gerçeği paylaşmak istiyorum izninizle. doğulu-batılı, dindar-liberal, muhafazakar-ilerici, otoriter-özgürlükçü ikilikleri üzerinden yazılan bir tarihimiz var malum. bunların ve benzeri ikiliklerin temelinde, kişilik meselesi sayılabilecek başka bir ikilik var: aynısını isteyenler ile farklısını isteyenler olarak ikiye ayrılıyor insanlar. biraz açayım.
dönüp baktığımda, çocukluğumdan beri doğal bir doğru olarak "farklı"yı hedeflemem gerektiğini düşündüğümü, hatta bunu düşünmek zorunda bile kalmayacak kadar içselleştirdiğimi görüyorum. çevremdeki pek çok insan için de böyle bu: bir şey yapacaklarsa, bunu o zamana kadar yapılmış olanlara yeni/özgün/farklı bir katkı olacak şekilde yapmaya çalışıyorlar. daha önce yapılmışın yineleyicisi/taşıyıcısı/aktarıcısı olmak istemiyorlar. bireysel varoluşlarının anlamını, bütüne ekledikleri o ufak da olsa farklılık oluşturuyor; o bütünün değişmeden biraz daha sürebilmesini sağlamak değil.
böyle olduğu için, "aynı"yı hedefleyenleri ve "aynı"yı hedeflemenin tıpkı benim doğrum gibi "doğal bir doğru" olabileceğini hiç anlayamamış olduğumu fark ediyorum.
bu "aynı"nın çeşitli açılımları var tabii. beş yüz yıldır yapılan camilerin ezici çoğunluğunun birbirine benzemesi de buradan geliyor, bireyselliğin ve özgürlüğün bastırılması da, bireysel hakların önemsenmemesi de, dinin, daha doğrusu belirli bir dindarlık yorumunun baş tacı edilmesi de.
herhangi bir şeyin yeterince uzun bir süredir yapılması, o şeyin matah olmasının yeterli gerekçesi olabiliyor. "birinci geleneksel kiraz şenliği"ndeki ironi o yüzden pek çok kişi tarafından görülmüyor. yeterince uzun süre yapıldıktan sonra da, o şeyde ancak çok ufak değişikliklere tahammül ediliyor; geleneğin ana unsurlarının mutlaka kolayca tanınacak şekilde mevcut olması isteniyor. giysi de böyle, sanat da, ilişkiler de, toplum yapısı da, tabii camiler de.
böyle bir dünya tasavvuru mümkün tabii: her şeyin mümkün olduğunca aynı tutulduğu bir gezegen olabilir; güzel bir gezegen de olabilir bu. ama insan sormadan edemiyor - en azından ben edemiyorum: eğer en iyisini bulmuşsak, aynı tutmaya çalışmak makul; peki ya daha bulamamışsak? "daha iyisi mümkün" inancıyla "bu hep böyleydi, demek ki iyi" inancının çatıştığı nokta bu. bugün içinde yaşadığımız dünya söz konusu olduğunda, "daha iyisi mümkün" demeyecek pek az insan vardır herhalde, ama bu bir uzlaşma anlamına gelmiyor yine de: daha iyisini isteyenlerin bir kısmı bunu yenide ararken, bir kısmı eskide, artık olmayanda, belki hiçbir zaman olmamış ama olduğu farz edilen "altın çağ"da arıyor çünkü.
"aynısı" grubundaki insanlarda şöyle bir şey de gözlemliyorum öte yandan: kendilerine kurdukları geleneğin "kurulmuş" bir gelenek olduğunu, tıpkı onlarınki gibi başka kurulu geleneklerin de var olduğunu, bu gelenekler arasında da genelde bir "ast-üst" ilişkisi olmadığını kabul etmekte zorlanıyorlar. camilere dönecek olursak: selçuklu camilerine, osmanlı'nın ilk dönemindeki camilere baktığımızda, bugünkü klasik formun, yani "küçük kubbelerle çevrili büyük kubbe" formunun kullanılmadığını görüyoruz. kubbeli tapınak formu islamiyetten önce de var tabii - kiliselerde. sinan'ın süleymaniye'yi, ayasofya'ya nispet olsun diye yaptığı ama kubbesini daha büyük yapamadığı için hayıflandığı anlatılır. ama bugün bir "anadolu müslümanı"na, kubbe formunu müslümanların bulmadığını, hatta en "ileri" örneğinin müslümanlardan önce yapıldığını kolay kolay anlatamazsınız. kubbe onlar için islami geleneğin ayrılmaz bir parçası, alamet-i farikası; başka bir geleneğe ait olabileceğini düşünmek bile huzursuz ediyor onları.
"geleneği muhafaza etmek"ten "toplumsal muhafazakarlık"a giden yol pek de uzun değil; farklısını isteyenlere karşı aynısını isteyenlerin kendi tercihlerini dayatabilmek için hemen otoriterliğe yaslanmaları da şaşırtıcı değil. tabii bu cümlenin altında bir değer yargısı kabulü var: "farklısı" insanları için muhafazakarlık nasıl dayatmaysa, "aynısı" insanları için de özgürlük öyle bir dayatma olabiliyor. özgür olmak istemeyen bir insanı zorla özgür yapamazsınız.
işte kırk yılın sonunda idrak ettiğim şey bu oldu: insanlar sahiden özgür olmak istemeyebiliyor. bu her ne kadar bence bir yanılgıya dayanıyor olsa da, kendi içinde kötü bir şey değil.
önümdeki kırk yıl için hedefim, "aynısı" insanlarıyla "farklısı" insanlarının birbirinin canına okumadan, gelişip serpilerek aynı toplum içinde yaşamalarının nasıl mümkün olacağını anlamak.
bir de frank gehry'ye yozgat'ta cami yaptırmak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)