26.12.11

bir murakami okudum, pamuk'um değişti



itiraf edeyim, daha önce -iki hafta öncesine kadar yani- murakami'nin hiçbir şeyini okumamıştım. nedense okuduğumu sanıyordum, hatta kafka sahilde'nin filmini izlediğimi iddia edecek kadar ileri götürmüştüm işi, kitabı yeni okuyan esra, böyle bir film olmadığını bana google desteğiyle kanıtlayana dek.

murakami'nin son romanı 1q84 ingilizce olarak yayımlanacağı zaman büyük bir gürültü koptu, amazon'dan yüzbinlerce ön sipariş verildi, kitabın piyasaya çıkacağı gün de ingiltere'de kitapçılar gece yarısına kadar açık olacakları sözünü verdiler endişeli ve sabırsız okuyucuları sakinleştirmek için. ben de dedim ki hazır gürültü kopuyorken şu murakami'yi okuyayım, hem de nook'umu (barnes & noble'ın e-kitap okuyucusu; artık bir de e-yayıncı olduk ya) kullanmış olurum.

kitap hakkında uzun uzadıya konuşacak değilim, çünkü yaklaşık bin sayfalık kitabın yarısına geldim ama devamını "olay rusya'da geçiyor" vitesinde okuyacağım. şu kadarını söylemeye hak kazandığımı düşünüyorum yine de:  murakami dil olarak da, yaratıcılık olarak da, derinlik olarak da vasat bir yazar çıktı ne yazık ki (esra'yla notlarımızı karşılaştırdık, kafka sahilde de farklı değilmiş); kurgu anlamında da iki paralel hikayeyi birbirine bağlamak gibi standart bir numarası olduğu ve bunu sık sık kullandığı anlaşılıyor. sıkıcı diyaloglar, sırıtan ahkam kesmeler, lafı gereksiz uzatmalar, bayat fantastik unsurlarla tatlandırılmış gayet basit bir olay örgüsü... tek avantajı, çok hızlı okunması; "ben ayda iki bin sayfa kitap okurum" diye böbürlenecek tıynette biriyseniz, "murakami - bırakami".

varacağım nokta şu: orhan pamuk büyük yazarmış. alem buysa kral orhan'mış. hakikaten, içtenlikle söylüyorum bunu. doğruya doğru, bugüne kadar pamuk'un kitaplarını pek beğenmezdim (kara kitap dışında), ama bu tamamen benim hatamdan, orhan pamuk'u doğru bağlam içinde değerlendirmemekten kaynaklanıyorumuş. kendisinden, okurlarından ve varsa yanılttığım kişilerden özür dilerim.

25.12.11

kimlikleriniz itinayla kaplanır

osmanlı'da ya da ortaçağ avrupası'nda, kılık kıyafetten insanın dininin-mezhebinin-mesleğinin vs anlaşılır olmasını gerektiren kurallar bütünü önce komik geliyor (tercümanların turuncu giymesi zorunluymuş!), sonra bu kadar kurumsallaşmış bir ayırımcılık irkiltiyor insanı, ama daha sonra bugün de durumun pek farklı olmadığını, hatta bunu bir hak olarak talep ettiğimizi hatırlayınca o kadar da komik gelmemeye başlıyor. "teşhis edilmek"le "kabul edilmek" arasındaki farkı biz -foucault'dan ve 1984'ten sonra- bilmeyeceksek kim bilecek?

24.12.11

ben yapmadım, miki yaptı

ermeni soykırımıyla ilgili resmi tezimizi özetleyen bu başlığın arkasına devlet ve millet olarak daha ne kadar sığmaya çalışacağız bilemiyorum; ama işe yaramadığını ve sobelenip durduğumuzu görmek için özel bir çaba göstermek gerekmediğini biliyorum. öte yandan, bu konuda asıl önemli olan, dış politikada yaşanan gerilim, neredeyse bir yüzyıldır inkar politikasını beslemek için yapılan kaynak ve insan israfı vs değil, "ermeni dölü" lafının küfür olmasını sağlayan toplumsal koşulların ortadan kaldırılamamasından doğan toplumsal maliyet. bunun yarattığı maddi-manevi kayıp çok daha ciddi benim gözümde.

"arşivlerin türk-ermeni tarih komisyonunca incelenmesi" masalının da inanılacak bir yanı yok - bizim arşivlerden osmanlı hükümetini temize çıkaracak bir malzeme çıkacak olsaydı, bugüne dek on defa çıkardı komisyona filan gerek kalmadan; osmanlı hükümetinin suçunu kanıtlayacak malzemeninse hala arşivlerde beklediğini sanmak için de epeyce saf olmak gerekir herhalde. yabancı arşivler için de aynı şey söz konusu - bilinebilecek olan, bu saatte artık biliniyor, bu bilgiyi nasıl değerlendireceğimizi konuşalım.

nedir bu bilginin en yalın hali: sonuçta en milliyetçi türk tezine göre 300 bin, ortalamadaysa 600 bin ermeni-osmanlı vatandaşı, kendi devletlerinin doğrudan politikaları, göz yummaları, ihmalleri ve yetersizlikleri sonucunda öldü. olaya yalnızca 1915'le sınırlı olarak, yalnızca tehcir olarak baksak bile, tehcir bir devlet politikasıydı; yalnızca ermeni çetecilere ve yataklık edenlere karşı, yalnızca rus cephesinde uygulanmadı, yani savaşın doğal bir parçası değildi. "devlet öldürmedi, tehcir yapıldı, soğuktan ve hastalıktan öldüler" demek, "ben öldürmedim, tabanca öldürdü" demekten farklı değil. bunun yanında ermeni çetelerin öldürdüğü müslümanları da katarsak, işin gerçek boyutu -bunun adı soykırım olsun olmasın- ortaya çıkıyor: bir devlet, yüz binlerce vatandaşının ölümüne dolaylı-dolaysız yollarla neden olmuşsa, bunun bir karşılığının olması gerekir; ama bunun da ötesinde, biz ister "yeni cumhuriyetin çocukları", isterse "yeni osmanlılar" olalım, bu ölümlerle yüzleşmek, kendi vicdanımızda hesaplaşmak ve en azından üzüntüsünü duymak zorundayız; bunu da bir dış politika hamlesi adına değil, kendi adımıza yapmak zorundayız.

bir yüzyıldır, katı defans taktiğiyle oynadı bu devlet bu maçı; teknik direktörler değişse de taktik değişmedi, oyuncular hep bu taktik tarafından rehin alındı. o yüzden artık oyuncuların, kendi onurları adına inisiyatif almasının vakti geldi, geçiyor.


23.12.11

liseliler ne yer, ne içer?

istanbul il milli eğitim müdürlüğü bir uygulama başlattı, çeşitli yazarları okullara davet ediyor, kitaplarının da öğrenciler tarafından okunmasını sağlıyor - "yazarlar okulda" projesine dahil olanlar arasında selim ileri, ahmet ümit, inci aral, ayşe kulin ve aslı tohumcu gibi isimler var, genelde fena bir seçim değil, yaş gruplarının ilgisini çekebilecek yazarlar seçilmesine özen gösterilmiş.

tabii burada sorun çıkmasını beklemek gerekir - mazallah, küçücük (lise çağındaki mesela) çocuklar, edebiyatla karşı karşıya gelirse neler olmaz ki? olmuş nitekim - türk eğitimsen iki no'lu şube başkanı ibrahim çakmak, "öğrencilere pornografik sözler içeren kitaplar dağıtılıyor" diye ortalara dökülmüş hemen. çakmak'ın takıldığı kitap, benim 2003'te editörlüğünü yaptığım ve yky'deki "yeni yazı" dizisinde yayımladığım abis, aslı tohumcu'nun öykü kitabı. sert, karanlık bir ilk kitaptı abis, içinde de sıradan bir lise öğrencisinin sözcük dağarında bulunmayacak hiçbir şey yoktu. zaten çakmak, "çocuklarımızı yani geleceğimizi kaybetmek" korkusuyla suç duyurusunda bulunduğu ve basına dağıttığı metninde tam listeyi vermiş - am, sik, göt, orospu, sıçmak, bok, ibne, hassiktir. "bunlar bu yaştaki çocukların okuyabileceği kitaplar mıdır? bu toplumun inancına, kültürüne manevi değerlerine, bilime akla uygun mudur?" diye soruyor çakmak - benim bildiğim kadarıyla uygun olmanın ötesinde, çokça eksiktir ve hatta naiftir. herhangi bir lisenin kapısının önünden  geçmişliği olan herkes de bunu bilir.

bir lise öğrencisinin bu sözcükleri bilmesi, geleceğimizi kaybetmemize nasıl yol açabiliyor, çözmek zor. popo-pipi-kaka'yla nereye kadar idare edebiliriz; tutun ki ettik, bu neden iyi birşey olsun ve geleceğimizi kurtarsın bilemiyorum. gelecekte "am-sik-göt"ler lağvedilecek de benim mi haberim yok?

çakmak'ın "pornografik içerik" dediği şeye biz "günlük hayat" diyoruz - "liseli masum melekler" de bu günlük hayatta değil, muhafazakar tahayyüllerin riyakar kuytularında yaşıyor.

17.12.11

yeni yedi

hazırlıklar uzadı, ama tamamlanmak üzere.
yirmi yaşındaki "7", ocak 2012'de çıkıyor gibi.
boyu büyüdü, sayfası arttı.
kapak: erol "who the fuck is" egemen.

14.12.11

tuhaf metinler zamanı

türkiye’de son 20 yıldır yazılmakta olan edebiyata bakıldığında neler görüldüğü üzerine çeşitli şeyler söylendi elbette – “diyaloglar sahici değil”den tutun, “yazarlar kendi iç dünyalarının sığ sorunlarını aşamıyor, çözümü yazmak hakkında yazmakta buluyorlar”a kadar.

 çok yapılmayan bir saptama daha var yapılabilecek: eskiden bazı çok tuhaf metinler yazılırdı türkiye’de – şişedeki adam (1957), troya’da ölüm vardı (1963), tutunamayanlar (1972), gecegezen kızlar (1983) gibi; 1990′dan bu yana bu metinlerde kaydadeğer bir artış var, bir sürekliliğe, bir damara işaret ettikleri bile söylenebilir. kendi alfabelerini, kendi dillerini, kendi kurgu mantıklarını kuranlar var bunların arasında.

 bu tuhaf metinleri yan yana görmek gerek.

9.12.11

ku-ko kurgu kolektifi: delilik değil, "ku-ko"luk!


ku-ko kurgu kolektifi, yayına başladı. yalnızca e-kitap yayımlayacak bir kolektif bu,
yazarların bir araya gelerek oluşturduğu. www.kurgukolektifi.com adresinden ulaşılabiliyor, blog.kurgukolektifi.com adresinde bir de blogu bulunuyor. ku-ko kitapları idefix'te satılıyor.

şöyle bir manifestosu var ku-ko'nun:

"ku-ko kurgu kolektifi, kağıtsız yayıncılık yapar; kağıt üzerinde yayıncılık yapmaz.

ku-ko, ortak paydası olan bir grup yazarı ve bir grup metni bir araya getirmek için kurulmuştur. kuruluş tarihi 2011'dir.

ku-ko, bir araya getirilen metinleri sürekli olarak dolaşımda tutmak ve okurun bunlara her zaman erişebilmesini sağlamak için, "baskısı tükenmek" kavramını geçmişe gömmek için kurulmuştur.

ku-ko, yazarların kendi metinleri üzerindeki hak ve kontrollerini olabildiğince artırmak için kurulmuş; kitap satışından yayıncıya kalan payın %91'ini yazarlarına ödeyerek ilk adımı atmıştır.

ku-ko, kurucu yazarları arasından gönüllü katılımla oluşturulmuş bir merkez komitesi tarafından yönetilir.

ku-ko, tüm çalışma ve hesaplarının, üyesi olan yazarlar nezdinde açık ve şeffaf olması ilkesini benimsemiştir.

ku-ko, kitap fiyatlarının okur önünde bir engel olmaktan çıkmasını sağlamayı hedefler.

ku-ko, en gelişmiş okuma teknolojilerini, kitabın e halini kullanır ve bunu, metnin dışındaki şeylere değil, metnin kendisine odaklanılması için yapar.

dolayısıyla ku-ko, metnin kendisini en önemli şey kılmaya yönelik bir çağrıdır."




ingilizce sayfasında şu cümle yer alıyor: "of the authors, by the authors, for the text."





5.12.11

meritokratik kleptokrasi

kanat'a...

en iyi çalanın yönetime geldiği demokrasi türü. tüm partilerin çalmak için iktidara aday olduğu bir toplumda halk, hırsızlar arasında en iyisini seçmeye yönelebilir. bunun nedeni şöyle özetlenebilir: beceriksiz ya da çapsız kleptokrat, varolan gelir üretimi içinde kendisine avanta yaratmaya çalışacak, yani hazırdaki pastadan pay almak isteyecektir; oysa asıl beceri, pastayı büyütmek ve böylece alınacak payı da kat kat artırmaktadır. ekonomisi büyüyen bir ülkede kleptokrat sınıfın yandaşlarına, yamacındakilere ve nihayetinde az da olsa onların dışındakilere düşen payın büyüyeceğinden hareketle, seçmenin bu seçimi ekonomik açıdan rasyonel addedilebilir. kleptokratların milli gelir artışından %10-15 pay alması genel kabullere uygundur (ve literatürde "mr. ten percent" ya da "mr. fifteen percent" olarak anılırlar); ancak çeşitli ülkelerde çeşitli dönemlerde daha hırslı bir kleptokrat sınıfın yükselişine de tanık olunmuştur. bu doymakbilmezlikleri, genellikle muhalif kleptokratlar tarafından afişe edilir; bu süreçte eğer asapları bozulursa beceriksizlikler yapmaya başlarlar ve sonunda çaldıkları için değil, beceriksizce yaptıkları diğer hatalardan dolayı iktidarı kaybederler. bazıları siyaset sahnesinden tamamen silinebilir, ancak bazılarının ustaca manevralarla geri geldikleri de görülmüştür.