"Zanaatı Öğrenmeden Sanat Yapmaya İnanmıyorum"
Semih Gümüş söyleşisi, Notos 62, Şubat-Mart 2017
Sincaplı Gece ile başlayalım. Öteki romanlarından, dolayısıyla senin roman anlayışından ayrı tutulamayacak bir roman bu da. Öncekilerin sonucu, Kant Kulübü, 7, Olgunluk Çağı Üçlemesi ile elbette yakınlıklar içinde... Önce yaşadığımız zamanı nasıl anlattığından, sonra biçiminden söz edebiliriz. Sincaplı Gece aslında bir şimdiki zaman eleştirisi, kör kapitalizm yergisi diyebilir miyiz?
Sözünü ettiğin yakınlığı tanımlamaya çalıştığımda, iki ana unsur olarak şunu görüyorum: Birincisi, “roman” formunu suiistimal ediyorum tüm romanlarımda, bunu da genellikle birbirinden az çok farklı şekillerde yapıyorum. Sincaplı Gece bu açıdan en çok 7’ye benziyor tabii, sahneleme ve “sözümona belgesel” mantığı yüzünden, ama çok daha acımasız bir işleyişi var “fazlalıklar” konusunda; 7’de “genç yazarın ilk romanı” coşkusunun taşkınlıkları ve gevezeliği Sincaplı Gece’de yok mesela. İkinci ana unsursa kurmaya çalıştığım jeolojik düzen – hepsinde bir “çok katmanlılık” hedeflemişim. En yalın görünen, en hızlı okunan Sincaplı Gece’de bile böyle aslında – bu da bizi içeriğe, yaşadığımız zaman meselesine getirsin. Bu kitap bir aşk ve ihanet romanı bir katmanıyla; bir kapitalizm –ama aynı zamanda devrim- eleştirisi, evet; bir “kadına övgü”; bir sosyal medya eleştirisi; Türkiye sosyolojisi üzerine bir zihin egzersizi; insanın varoluşu ve ruhun derinliği üzerine düşünme denemesi; edebiyat formları üzerine bir oyun, vs. Bu açılardan da daha önceki kitaplarla bağlantıları var.
Gecikmeden kadınlardan söz edelim. Romandaki kadınlar türbanlı, namazlarını aksatmayan kadınlar... Anlatıcı Emine bir kadın. Kadınların romanın önündeki kişiler oluşunun nedenlerinden söz eder misin...
Sincaplı Gece’de ikinci bir burjuva dönüşümü geçirmiş bir Türkiye hayal ettim – Müslüman burjuvazinin kendini konsolide ettiği, yerini sağlamlaştırdığı, kendini tehdit altında hissetmek şöyle dursun, bir önceki –laikçi- burjuva sınıfını alaşağı edip yerine yerleştiği bir toplum. Ama her burjuva sınıfında olduğu gibi burada da üsttekiler ve alttakiler oluşmuş, bütün türbanlılar eşit değil, bazıları daha eşit. Emine bu açıdan bence de romanın sınırlarını zorlayan bir karakter oldu. Roman fikri üzerinde çalışmaya başladığımda bu karakter erkekti aslında, adı Koray’dı üstelik; sonra bunun kadın olması gerektiğini gördüm, sonra da Müslüman olması gerektiğini anladım. Bunları idrak edince roman bambaşka bir şey haline geldi tabii. Emine’yi yazmaya başladığımda da hiç öngörmediğim yerlere götürdü beni, çok heyecan verici ve zevkli oldu benim için aslına bakarsan. Nedir Emine: teknolojik buluş sahibi, güzel, genç, güçlü, “kapalı”, şık, geceleri peruk takıp bambaşka bir insan haline gelen, cinselliği vurgulu bir kadın. Amerikalılar “bigger-than-life” der, biraz öyle: Bugünkü gerçekliğimizde böyle bir kadın belki de yok. Onu ilginç kılan da zaten bu, onun olma olasılığı. Yanında daha silik başka kadınlar var, karşısında daha muhteris başka bir kadın var; onu kıstırmaya, kullanmaya, ezmeye çalışan birtakım erkekler var bir de. Ve Emine hiçbirine pabuç bırakmıyor.
Romandaki kişilerinin adları bugün bu ülkede birbirinden ayrılmış iki kültürün birinin içine çekiyor bizi: Emine, Rumeysa, Mebrure, Mukaber, Taha, Sunullah... Romanda kişi adlarının doğrudan göndermeleri istesek de istemesek de olur...
Kesinlikle. Bu romanın dünyasında Doğukan bir reklam ajansında metin yazarı değil artık, türbanlı bir üst düzey yöneticinin özel şoförü; Adalet Hanım ve Vüsat Bey bir önceki kuşaktan artık esamisi okunmayan “laikçi” bir teyze ve amca. Burası Tahaların, Naziflerin, Sunullahların, Rumeysa ve Kevserlerin Türkiye’si. 2016’da Türkiye’nin içinde bulunduğu sefil siyasal koşullarda böyle bir Türkiye hayal etmek zor - hem iktidara tepkili olanlar açısından, hem de iktidar yandaşları açısından zor. Ama bunun yine de hayal edilmesi gerektiğine inanıyorum, çünkü Müslüman burjuvazinin gelişimini engellemeye çalışmanın Türkiye’nin yararına olmadığını düşünüyorum.
Türkiye'de burjuvazi, devlet eliyle oluşturulageldi. Cumhuriyet'in 1930'lardan beri yaptığı buydu - ülkenin ve devletin kaynaklarını kullanarak, etnik gerekçelerle yok etmiş olduğu burjuvaziyi, girişimci ve yatırımcıyı yeniden yaratmak. Bunun tüm bilindik yolları kullanıldı - arazi vermek, tesis vermek, vergi indirimi ya da muafiyeti sağlamak, ayrıcalıklarla teşvik etmek, kolluk gücünü kullanmak, doğrudan para vermek vs. 60 yılda, hala ciddi eksikleri olsa da, iyi kötü bir burjuvazinin yaratıldığını söylemek mümkün. AKP, %13 civarına sabitlenmiş bir seçmen kitlesini %50'ye taşırken, yeni bir burjuva kesimi yaratma, ülke kaynaklarının kullanımını ve devlet eliyle yeniden paylaşımını gerçekleştirme projesini benimseyecek ve sahiplenecek bir kitle oluşturmayı başardı. Bu, Türkiye toplumunun önümüzdeki yaklaşık 25 yılını belirleyecek bir başarı oldu. Bu süreci tamamlamak dediğim gibi AKP'ye nasip olabilir, olmayabilir de, ama sürecin adı bu.
Bu süreç, aslında Türkiye'nin geleceğe dair umudunu da canlı tutacak, görünürdeki tek süreç şimdilik. AKP tabanının bugünden yarına, Müslüman burjuvazi konsolide olana kadar ifade özgürlüğüne, hatta özgürlüğün kendisine ve adalete ihtiyacı yok, ama sonunda ihtiyacı olacak. Ne zaman? Varlığını geri dönüşsüz bir biçimde sağlama aldığında. Ne kadar çabuk, o kadar iyi. Tanımı gereği hakkaniyetli, liyakate dayalı, şiddetten arındırılmış bir süreç olmayacak bu, tıpkı laik burjuvazinin konsolide edilişinde olduğu gibi. Bu taban, burjuvalaşma sürecini tamamladığında, burjuvaziyi laik ve Müslüman olarak değil, Burjuvazi olarak görebildiğimizde, özgürlük ve adaletin konsolidasyonunda da önemli bir yol almış olacağız.
Tabii aynı süreci bir Kürt burjuvazisinin yaratılması için de yaşamak zorunda olduğumuzu söylemek gerekir. Bu iki süreç eşzamanlı gerçekleşebilir mi, ardışık mı olur, Kürtler burjuvalaşmadan kalır ya da başka çözümler/çözülmeler mi gündeme gelir, yoksa Kürtler laik burjuvazi - Müslüman burjuvazi hatlarına eklemlenerek mi kendi sınıfsal dönüşümlerini gerçekleştirir, bunu da önümüzdeki 25 yılda göreceğiz.
Siyasal olarak bakıldığında, Erdoğan'ın özel durumunu bir kez daha teyit etmek, önümüzdeki 25 yıldan neler beklenmesi gerektiğini doğru saptamak açısından önemli. Türkiye'de daha önce Özal gibi dönüştürücü liderler oldu, Demirel gibi çok uzun ömürlü liderler oldu, Ecevit gibi kitlelerin romantik ihtiyaçlarına cevap veren liderler oldu, ama Erdoğan bunların hiçbiri değil, ya da hepsinin toplamı gibi; aslında Erdoğan en çok Atatürk'e benziyor. Onun kişiliğinde oluşan lider kültünün etkilerini o yaşarken görüyoruz. Atatürk'ün İnönü ve Bayar'la yaptığını Erdoğan da Davutoğlu'yla ve başkalarıyla yapacak ve kendi kültünün sürekliliğini sağlama almaya çalışacak. Erdoğan öldüğünde onun da hagiografisi yazılacak, aslında olmayan ilkeleri -çünkü o da Atatürk gibi saplantı derecesinde iddialı, ama gerektiğinde pragmatikleşiverebiliyor- saptanıp taşa kazılacak. Daha bugünden, Türkiye'nin yarısına yakını için dokunulmaz bir lider Erdoğan; ölümünden sonra bu dokunulmazlık talebi daha da güçlenecek ve dayatılacak, Atatürk'te olduğu gibi. Ona dokunmaya çalışmanın bedeli, uzun süre artmaya devam edecek.
Ne zamana kadar? Müslüman burjuvazi kendini güvende hissedene kadar. Kazanımlarının elinden alınmayacağına ikna olana kadar. Erdoğan'ı aşmaya ihtiyacı olduğunu anlayana kadar.
O gün geldiğinde ortada bir AKP olabilir de, olmayabilir de. Sınıfsal taleplerin taşıyıcılığını kimin yapacağı o kadar da önemli değil. CHP'nin DP'yi, DP'nin de AP-MHP-MSP'yi doğurması gibi AKP de kendi içinde liberal, muhafazakar ve milliyetçi gruplara ayrışabilir, var olan benzer gruplara eklemlenebilir; ama uzun bir süre, AKP iktidardan düşse bile, bu sınıfın kendi yerini sağlamlaştırmasına, bu sosyal dönüşümün gerektireceği siyasal yansımalara tanık olacağız.
Müslüman burjuvazinin gelişiminde gerçek rekabet ve liyakat koşullarının sağlanması, bu sınıfın varlığını sağlıklı bir biçimde sürdürebilmesi için bir noktada mutlaka gerekli olacak, bütün burjuvaziler için olduğu gibi. Bu da büyük oranda kaliteli eğitimi ve geriye değil bugüne ve geleceğe bakan bir kültür-sanat üretimini mümkün kılarak olacak. Bu noktanın henüz uzağında olduğumuzu söylemek gerek; bu noktanın öncesinde otoriterleşme ve toplumsal dinamiklerin tümünü tek bir merkezden yönetme güdüsünün güçlenmesi -daha önce de yaşadığımız gibi- muhtemel. Konjonktürel gelişmeler bu süreci hızlandırabilir ya da yavaşlatabilir, ama bu burjuvalaşma sürecinin tamamlanması, artık toplumsal barış ve ilerleme için elzem görünüyor.
Bir Türkiye kurgusu var, yakın bir gelecekte karşı karşıya gelebileceğimizi düşündüren bir iş ve ilişkiler biçimi. İşyeri Symaze, Mindy yazılımı, internet, sosyal medya, fotoğrafı çekilen halesizlerle haleliler arasındaki çatışma vb... Bilimkurgu klişelerinden de yararlanılıyor.
Bilimkurguymuş gibi okunabiliyor uzun bir süre, ama sonra bilimkurgu olmadığı ortaya çıkıyor – romanda sözü edilen teknoloji, Google gibi bir şirketin bugün yarın duyurabileceği türden, neredeyse gerçek; “öyle bir alet yok mu zaten?” diye bile sormuştur pek çok okur bence. Öte yandan halesizlerin –kendi deyimleriyle ruhluların- kaçtığı paralel bir dünya olasılığı romanda bir gerçeklikmiş gibi sunulduğu sürece, bilimkurguya göz kırpıyor kitap, haklısın. Ama sonunda alıyoruz ki değil, hatta “retro” bir teknolojiye sarılmış nostaljik bir devrim odağı söz konusu. Müslüman bir Türkiye’nin teknolojik önderliğe sahip olduğu bir dünya, ama aynı zamanda dünya çapında örgütlenen bir devrim hareketinin, vasat Amerikan “sitcom” dizilerinin yerel yeniden yapımlarından medet umduğu bir dünya.
Peki şunu düşündün mü: Yazar Sincaplı Gece türünden romanlarda anlatılanları tasarlıyor ama bu arada bu ülkede, bizim ancak pek azını bildiğimiz, çok daha acayip şeyler, devlet içi ve devletler arası entrikalar, komplolar, çatışmalar yaşanıyor. O zaman romanda anlatılanlar yaşananların gerisinde kalmaz mı?
Aklı başında hiçbir romancı, Türkiye’nin gerçeklerinden daha acayip şeyler yazabileceği sanısına kapılmaz, bu iddiayla ortalığa dökülmez bence. Zaten dünya da bu sınırların hızla ötesine doğru gidiyor; hiçbirimiz bir komplo teorisiyle ortaya çıkmaya cesaret edemeyiz artık, dünyada olup bitenler en çılgın komplo teorisinden daha uçuk. “Çokkutuplu agnostik toplum” diyorum ben buna. 1970’lerde “endüstri sonrası toplum”dan söz edilmeye başlanmıştı, ama “bilgi toplumu”nun bir gerçeklik olarak yaygınlaşması 1980’leri buldu, 1990’lardaysa hakim paradigma halini aldı. Bilgi toplumunda bilginin yaratılması, üretilmesi, dağıtılması, kullanılması başlıca ekonomik üretim aracıydı; endüstriyel ve tarımsal üretim bile büyük oranda bu bilgi üretimine bağlıydı. Bilgiye yapılan bu vurgu, aynı zamanda rasyonaliteye, akılcı insana vurgu anlamına geliyordu – karar verme durumundaki birey ve kurumların, daha çok bilgiye erişebildiği için daha rasyonel kararlar verebileceği düşünülüyordu.
2000’lerde yeni bir yönelim ortaya çıkmaya başladı. Sovyet döneminin “dezenformasyon”unu andırıyordu bu bir yanıyla: Kasıtlı olarak yanlış bilgi üreterek rakipleri/düşmanları yanıltmak, toplumsal tepkiyi engellemek ve iktidarın işine gelecek mobilizasyon düzeyini yüksek tutmak gibi işlere yarıyordu dezenformasyon. Ancak 2000’lerde dezenformasyonun kaynağı artık yalnızca devlet ve devletin kurumları olmaktan çıktı – pek çok farklı kurumun ve bağımsız olduğu düşünülen medya kurumlarının yanı sıra, sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla, bizzat bireyler bile dezenformasyon kaynağı olarak çalışmaya başladı. İkinci farklılıksa dezenformasyonun üretim ve kullanımına yönelik tavırda meydana geldi: Eskiden bu yafta utanç kaynağıyken ve ciddiye alınır, uzak durmaya çalışılırken, 2000’lerde çok daha rahat, hatta kinik bir tavırla sunulmaya ve tüketilmeye başladı. Dezenformasyonla savaşmak yerine, herkes kendi dezenformasyonunu üretiyordu artık ve bunun dezenformasyon olduğunun bilinmesi bir sorun değildi.
Bu durum toplum geneline yayıldığında, bireylerin dünya algısı açısından çok önemli bir kırılma yaşandı. O güne kadar toplumsal yaşamı ve siyasal-ekonomik gelişmeleri iyi-kötü tanımlanmış bir çerçeveden bakarak değerlendiren ve buna göre kendi katılımlarını gerçekleştiren bireyler için, bunca farklı kaynaktan gelen dezenformasyon arasında “gerçek bilgi”yi ayırt etmesini sağlayacak kıstaslar (eğer bir zamanlar vardıysa) neredeyse tamamen yok oldu. Tüm bilgi sunumları göreceli bir hale geldi; eskiden “komplo teorisi” olarak adlandırılıp burun kıvrılacak bilgi sunumlarının bir kısmının aslında gerçek olduğu, olabileceği anlaşılınca gerçek bilgi sorgulanmaya başladı; gerçek olamayacak bilgiye gerçek bilgi muamelesi yapılması sıradan bir hale gelince, kitlelerin gözünde bilgi iddiaları arasında seçim yapmanın yöntemi akılcılık olmaktan çıktı, duygusal düzlemdeki bazı kıstaslar devreye girmeye başladı. Ancak asıl yaygın tepki, rekabet halindeki bu bilgi sunumları arasında seçim yapmanın imkansızlığını kabullenmek oldu; bu da “agnostik toplum”a giden yolu oluşturdu.
Agnostik toplumda “gerçek bilgi”ye ulaşmanın önemi yok; bilgi kaynakları arasında nesnel karşılaştırmalar yapmak, önemsenen bir uğraş değil; önemli olan, bireylerin kendi duygu kimliklerine uyan bilgi sunumlarına kolay erişim sağlayabilmeleri ve bunları yeniden üretebilmeleri. Zaman içinde ve farklı bağlamlar söz konusu olduğunda bu bilgi sunumu tercihleri kendi içlerinde çelişebiliyor; bu bireyin kendi duruşunu sorgulamasına yol açmadığı gibi, son derece doğal bir durum olarak algılanıyor.
Sosyal medyanın baskın iletişim-haber alma aracı haline gelmesi, bu konuda önemli bir katkı sağladı. Bireyleri birbirine yaklaştırma özelliği öne çıkarılan sosyal medya, dezenformasyonun en rahat kullanıldığı mecra olmanın ötesinde, bizzat bireylerin kendi duygu kimliklerini büyüterek yansıtabildiği, başkalarının duygu kimliklerini de büyütülmüş olarak algıladığı bir ortam oldu. Dolayısıyla sosyal medyada takip edilen birkaç profilin herhangi bir konudaki duygusal duruşu, o profillere atfedilen siyasal-toplumsal kimliğin genelleştirilmiş duruşu haline geldi. Birkaç kişiden ibaret bir tepkinin toplumsal bir kesime genelleştirilmesinin etkisi büyük oldu, çünkü sansasyonel duygu kimlikleri ve onların tepkileri, hep daha fazla ilgi çekti, daha fazla paylaşıldı, daha fazla tepkiye yol açtı. Bu “birkaç kişi”lik grupların sayısının çok fazla olmasının sonucu da, toplum içinde çokkutuplu bir duygudaşlığın yaratılması oldu. Bireyler, kendi dar çevrelerinin (bu gerçek çevre olabileceği gibi sanal çevre de olabiliyordu ve biri diğerinden daha gerçek değildi aslında) kutbu etrafına toplaşıp diğer kutupları izlemeye, onlara bu konumdan tepki vermeye, diğer bireyleri de kendi kutuplarıyla tanımlamaya başladı. Çokkutuplu agnostik toplum böyle ortaya çıktı; burada herkes, dünyayı “biz ve diğerleri” olarak algılıyor, “biz”in ve “diğerleri”nin tanımının sürekli değişmesini önemsemiyordu.
Çokkutuplu agnostik toplum, bir anlamda 1980’lerin revaçta paradigması olan postmodernizmin taçlandırılması olarak görülebilirse de, onun ötesinde bir karmaşıklığa sahip. Postmodernizm, bilginin göreceli oluşunun algılanmasında bir ikilik öngörmemişti; postmodernizmde bireyler farklı gerçekliklere ve değer sistemlerine bağlı olsalar da, bu sistemler arasındaki çatışmada evrensel hakikatler kategorisine başvurulamasa da, her sistemin kendi içinde sahici olduğu sorgulanmıyordu. Çokkutuplu agnostik toplumdaysa bir ikilik ortaya çıktı: Sahicilik arayışının yerini kinisizm aldı; kimse kimsenin sahici olmasını beklemediği ve talep etmediği gibi, rekabet halindeki bilgi sunumlarının gerçek olmayı hedeflemesi de beklenmiyor. Başka bir deyişle, bilginin gerçek olmadığı, duygu kimliklerinin de sahici olmadığı kabulüne dayanıyor çokkutuplu agnostik toplum. Manipülasyona itiraz etmenin modası geçti; manipülasyonlar arası rekabeti izleyen ve kendi duygu kimliğine göre taraf tutan bireylerin dünyası burası.
Roman 128 sahneden oluşuyor. Tümü de kısacık sahneler. Her sahnede bir şey yaşanıyor, kişiler daha çok konuşuyor ama kısa ve öz konuşuyorlar ve sonraki sahneye geçiliyor. Kitabın üstünde adın olmasa da senden çıktığını kestirebileceğimiz bir anlatım biçimi. Bu tekniği biraz açıklar mısın?
Bunun bir benzerini dediğim gibi 7’de kullanmıştım; orada benim roman tekniği açısından ilgimi çeken şey, karakterlerimin akıllarından geçen düşünceleri, kapıldıkları duyguları hiç göremesem, bunları okuyucunun hissetmesini ya da çıkarsamasını nasıl sağlarım sorusuna bir yanıt bulmaktı. Sözler ve hareketlerle tabii, ama işin püf noktası bunu incelikle yapmak, sürekli beyanlarla, açıklamalarla, bariz hareketlerle işin içinden sıyrılmamak. Bu da beni mimiklere, tiklere, istemsiz bacak seğirmelerine, ironiye, kesik konuşmalara götürdü. Karakterleri konuşturmadan sahne yaratmaya götürdü. Sincaplı Gece’de bu sahneleri daha ekonomik kurguladım, daha hızlı akmalarını sağladım, montajı biraz daha incelikli bir hale getirmeye uğraştım. “Candid” adında bir öyküm var eski, orada da iki karakter –mezuniyet filmini yapmış bir sinema öğrencisiyle onun tez danışmanı- birlikte bir film (öğrencinin mezuniyet filmi) izler, öykü de onların izlediği görüntülerin anlatımından oluşur.
Bu tabii oldukça kısıtlayıcı bir teknik. Sincaplı Gece’de birinci tekil anlatıcı kullanınca bu kısıtlardan bir derece kurtuldum, ama yine de çoğu zaman kurtulmamış gibi yaptım. Birinci tekilin kendi kısıtı var ayrıca: Yalnızca anlatıcının bulunduğu sahneleri yazabiliyorsun. Bunu kırmak için de romanda yeni bir teknoloji geliştirilmiş gibi yaptım, güvenlik kameralarına ihtiyaç duymadan ortam kaydı yapılmasını sağlayan bir teknoloji; bunun açıklamasını bölümlerden birinin içine sakladım, eminim kimse fark etmemiştir. Sincaplı Gece’nin bilimkurgusal bir buluşu varsa o!
Bence senin anlatı dünyanın kaynaklarında Amerikan edebiyatının âdeta doğasında olan biçim var: Hem yalın, apaçık, düz cümlelerden oluşmuş, hem de sürekli göndermeleri, dolaylı anlamları, doğrudan söylemediklerini düşünmeye zorlayan bir dil. Ama sendeki doğal dil de değil. Yani başlangıcını oradan almışsın, sonra bambaşka bir yere gitmişsin. Sonunda oluşturduğun anlatı dünyası kimseninkine de benzemiyor, onu da ekleyerek soruyorum...
Biliyor musun, aslında yola böyle bir dille çıktım – Noktanın Kesişimleri Antolojisi ve 7’de bu yalın dil hemen göze çarpar, fakat Suç ve Ceza’yla birlikte daha girift bir dile yöneldim – Gizli Hava Müzesi”, Olgunluk Çağı Üçlemesi, 19 gibi kitaplardaki dil hiç de yalın ve apaçık değildir, ama şiirsel bir kapalılıktan söz etmiyorum yine de, dilin matematiği anlamında söylüyorum. Bu ikinci dil beni rahatsız eder oldu, soyunup yeniden giyinmek istedim. Aksesuarları azalttım. Daha “Muji” bir dil oldu.
Başka bir açıdan bakarsak da haklısın: Yerel bir dil değil benimkisi, yerel edebiyatın dilinden de pek beslenmiyor. Belki Almanya’da doğup büyüdüğüm için, belki Milli Eğitim’in edebiyat müfredatına maruz kaldığım yıllarda elimin altında çok iyi bir İngilizce kütüphane olduğu için.
Ama mesela Faruk Ulay’ın sentetik bir dil yaratmadaki başarısına ulaştığımı da sanmıyorum. Yazdığım diyaloglarda bu açıkça görülüyor ne yazık ki – konuşma diline, karakterin gerçekliğine daha yakın kalıyor benim diyaloglarım, Faruk’ta anlatının diliyle diyalog dilinin uyumu bende yok. Tabii Sincaplı Gece birinci tekil anlatı olduğu için karakterin anlatısı, monoloğu; dolayısıyla onun konuşma diline yakın.
Fakat bu yalınlık ve düzlük de başa bela, hele olay örgüsünün işleyişine önem verilen bir anlatı söz konusuysa. Sincaplı Gece’de bunu çok sayıda okurda gördüm – ben jeoloji, katman, yan anlam, incelik diye uğraşırken üç saatte okuyup “Ben ne okudum şimdi?” diyenler. Kitabın başına “allegro, ma non troppo” diye de yazdım o kadar, diye düşünüyordum, tabii kimsenin artık klasik müzik dinlemediğini unutmuşum.
Peki senin kendini benzettiğin yazarlar var mı? Merak da ederim...
Çok şey öğrendiğim yazarlar var: Calvino, Cortazar, Borges, Barthelme, Asimov, Vonnegut, Somerset Maugham, Atwood, Atay, Karasu, belki şaşıracaksın ama Tomris Uyar, Leyla Erbil. Bir de ağacın yaşken eğildiği dönemde, birkaç yıl içinde herhalde 1500-2000 öykü okudum farklı farklı dünya yazarlarından, adlarını ve yazdıklarını hatırlamam imkansız, ama pek çoğundan birşeyler kaptım, neyi nasıl yaptıklarını inceledim, bazısını taklit ettim, bazılarının yaptıklarını kafamda birleştirip yeni bir şey yaptım.
Kaynakların belki anlaşılır metinlerdi ama senin yazdıklarının kolay anlaşılmadığı kuşkusuz. İlk kitaplarını yayımlatmaya çalışırken zorluk çekmiş de olabilirsin.
Erdal Öz öyle demişti ilk öykü dosyamı yolladığımda, yalın bir dille yazmışsınız ama bir şey anlamadım, anlamadığım şeyleri de yayımlamayı düşünmüyorum. Açıkçası ben hiç anlaşılmaz yazdığımı düşünmedim. Editör olarak gerçekten anlaşılmaz bir metnin neye benzediğini gayet iyi biliyorum. Kafasında muğlak bir fikirden yola çıkıp sisli bir dille, dilin nasıl işlediğinin farkında olmadan yazmaya çalışan çok insan gördüm. Beckett ya da Joyce türü bir anlaşılmazlık da yok bende. Kendimi hoş gördüğüm zamanlarda yasemin çiçeğine benzetiyorum bu anlaşılmazlığı biraz – çoğu okur yasemin çayı içme niyetiyle geliyor kitaplara, bende çoğu zaman bir kutu içine muntazaman yerleştirilmiş kapalı yasemin çiçekleri buluyor; su katma, demleme, fincana dökme işi ona kalınca canı sıkılıyor.
Seni şöyle görüyorum: İleri kapitalizmin yarattığı zamanın, temelini teknolojinin oluşturduğu bir kültürün yazarı. Ne dersin bu tanımıma?
Döneminin yazarısın diyorsun, döneminle didişiyorsun diyorsun. İtirazım olmaz.
Yazdıkların modern zamanın dışına çıkma çabasının, bir ret anlayışının da ürünleri denebilir mi...
İlginç bir saptama bu. Öyle düşünmemiştim. Reddetmek nihilizme de yol açabilir, çıkış arayışına da; arayıp yol bulamayabilirsin, bulduğunu da sanabilirsin. Her şey kötüye gidecek diyebilirsin, düzelme ihtimali var diyebilirsin; bir öyle bir böyle de diyebilirsin! Bu mesafeden bakamıyorum kendi yazdıklarıma.
Noktanın Kesişimleri Antolojisi’nden Kant Kulübü’ne, Sincaplı Gece’ye, bizim edebiyatımızda hiç kimsenin yazmadığı dünyaları hiç kimseye benzemez biçimde yazıyorsun. Bu arada hızlı ritimlerini hiç kaybetmeyen, karmaşık olmayan ama sağlam kurgusu olan, başından sonuna bir şey anlatan metinler.
Daha büyük bir iltifat olamazdı benim için. Sağol.
Peki sen, yazdıklarının yeterince okunup anlaşıldığını düşünüyor musun?
Kuşkusuz hayır, ama kim yeterince okunup anlaşılıyor allahaşkına. Ben bunu hiçbir zaman kafama takmadım, bir gün nasıl olsa birilerinin anlayacağına dair tuhaf bir güven besledim. Bu konuda en sert darbeyi 19’da yedim. Bu romanı birebir Kuran üzerine kurmuştum ben, inançlı biri değilsem de Kuran bu dünyadaki en önemli metinlerden biri, tabii ki edebiyatın konusu/kaynağı olacak. Nüzul (iniş) sırasına göre surelere karşılık gelir içindeki 114 bölüm, romanın kahramanı M’nin hikayesi ve yazmaya çalıştığı kitapla Muhammed’in hikayesi ve kitabı örtüşür; bölümlerin hepsi, karşılık geldikleri surelerin temasını, ifadelerini, hikayelerini ya da simgelerini kullanır; bölüm adları sure adlarına gönderme yapar; anlamayan kalmasın diye de bütün cümleler Kuran’daki gibi numaralandırılmıştır ve arka kapakta harf, sözcük, cümle, paragraf ve bölüm sayılarının da 19’un katları olduğu belirtilir. İsmail Pelit dışında bir Allah’ın kulu çıkmadı bu kitabın Kuran’la bağlantısını kuran. Neden? Çünkü kimse Kuran’ı bilmiyor; entelektüeller bilmiyor, edebiyat okuru bilmiyor, Müslümanlar bile bilmiyor. İngiliz, Alman, Norveçli vs. bir yazar olsam ve böyle bir romanı Kutsal Kitap üzerinden kursam, herkesin ilk fark edeceği şey bu olurdu. Bu sence de çok garip bir kültür ortamı değil mi? Hermenötik (yorumsama) dediğin sonuçta Kutsal Kitap’ı yorumlama ve anlama çabasından doğup edebiyata aktarıldı. Bizde metin analizinin genel güdüklüğünü belki buradan itibaren aramak gerek.
Kuran’a göndermeli kitapta böyle olunca, diğerlerinde haydi haydi böyle oluyor. İnsanlar Kuran’ı merak etmiyor; benim yazdıklarımdaki katmanları mı merak edecekler? Bana geniş bir ilgi alanına sahip olmanın, merak etmenin, olabildiğince çok kaynaktan beslenmenin iyi bir şey olduğu öğretildi; bu geniş “program”ı yazdıklarıma katmakla iyi bir şey yapmıyor olabileceğimi neden sonra anladım; vazgeçmek için de çok geçti.
Sincaplı Gece’den söz ettiğimizde bana, Sen bu romana kızabilirsin, demiştin. Şakası bir yana, birbirimizin seçimlerini ve yakın olduklarını bildiğimiz için bunu dediğini biliyorum. Demek burada en azından iki ayrı anlayış var. Doğru, benim sevdiğim, kendimi içinde gördüğüm bir anlayış var, doğrudan insana ve hayatın acı ve buruk sorunlarını anlatmaya koşullu bir dünyam, yazarken de o anlayışın içinde kalırım sanırım. Ama doğrular ve yanlışlar arasındaki bir seçim değil bu. Dalları, sürgünleri olan bir soru sorduğumun farkındayım ama: Sen nasıl görüyorsun bu farklılıkları?
Ben her yazarda üç kanal görürüm – kendi gerçekliğine bakışı, toplumuna/dünyaya bakışı, edebiyata/anlatı olanaklarına bakışı. Her yazar bu kanallardaki arayışının ağırlıklarını kendine göre belirler, ama üçü de mevcuttur. Sen gördüğüm kadarıyla kendini, kendi duygu dünyanı benden daha fazla katıyorsun yazdıklarına. Ben okur olarak bu tür metinleri çok severim. İlk dönem metinlerimde bile beni ve duygularımı bulmak zordur oysa; bulunduğunda da dolaylıdır, yer değiştirmiştir, giydirilmiştir. Mizaç diyeceğiz buna, ne denir ki?
Peki senin iyi de tanıdığını düşündüğüm öteki edebiyatlarda yazılanlarla bizde yazılanlar arasında nasıl farklar görüyorsun. Özellikle romanda...
Ben yazmaya başladığımda farklar çok daha belirgindi ve sadece tür olarak değil, kalite olarak da gözle görülür farklılıklar vardı. Roman zaten çok yazılmıyordu – 80’li yıllarda, bir yıl içinde sözünü etmeye değer en fazla 10-15 roman çıkıyordu diye hatırlıyorum, sen daha iyi hatırlayacaksın. Öykü dilinde ve kurgusundaki fark, bizde hikaye anlatmaktan çok ruh hali anlatmanın ve bunu “edebi” bir dille yapmaya çalışmanın tercih ediliyor olmasından kaynaklanıyordu bence. 90’lı yıllarda bile kendi hikayesini iyi anlatan genç yazar çok az çıktı; aşağı yukarı aynı ortamlardan, toplumsal konumlardan gelen, aşağı yukarı aynı şeyleri yaşayan, asıl olarak da yazmak hakkında yazmak isteyen gençler vardı. Türkçe edebiyatın yurtdışında konvertibilitesi olmamasına yol açtı bu durum (Latife Tekin gibi istisnalar 80’lerde de vardı tabii). Belki Türkiye’de “yerli genç yazar”ların az okunmasına, yeni sıkı yazarların az çıkmasına da yol açan bir kısır döngü olmuştur bu. Yani düşün: Edebiyat yayıncılığımızda çevirinin oranı hala %30’lar civarında; Amerika’da %3’ü geçmiyor. Tamam, bunun bir kısmı Amerikalıların çeviri korkusundan kaynaklanıyor diyelim, ama ağırlıklı olarak bizdeki yerli üretimin okura yetersiz gelmemesi de olamaz mı? “İnsanlar niye okumuyor?” diye düşünürken “İnsanların okumak isteyeceği romanlar az yazılıyor” açıklamasını hiç düşündük mü? 2000’li yıllarda bu epeyce kırıldı; gerçek hayat ve onun çeşitliliği daha fazla girmeye başladı romana, dünyanın gerçekliği ve dünya romanıyla da daha içli dışlı olduk, bunu organik denebilecek bir şekilde yaşadık. Dolayısıyla bugün Türkiye’de yazılan romana baktığımda, dünyanın herhangi bir yerinde yazılan romandan hiç de aşağı kalmayan ürünler görüyorum. Bu hem dünya okurunun tercihlerini daha iyi kavramaktan, hem de dünyanın pek çok yerinde yaşam koşullarının birbirlerine yakınsamasından kaynaklanıyor belki de.
Kurgu anlamında yazı ve yazmak sence nedir?
Romanda en çok titizlendiğim, bana da en çok yazma zevki veren şey kurgu. Olgunluk Çağı Üçlemesi’nin ikinci ve üçüncü ciltlerini beş ay gibi bir zaman içinde peş peşe yazdım, TEDA bursuyla New York’taydım, bir yandan doktora tezim için çalışıyordum, bir yandan roman yazıyordum. Bunun verdiği zihinsel heyecanı ve tatmin anlatamam. Benim için kurgu hep bir aydınlanma deneyimi oldu; bazı yazarlar için bu deneyim karakterleriyle gelir, bazıları için tarihsel-toplumsal analizleriyle, bazıları için oturttukları dille, bazıları için sayfaya döktükleri sahicilikleriyle. Hiçbirini diğerinden üstün tutuyor değilim okur olarak, sadece ben yazarken böyle yazıyorum.
Senin bildiğim özelliklerinin başında dil konusundaki titizliğin, Türkçeyi çok iyi kullanma kaygın geliyor. Yayıncı, editör olarak da dediklerini her zaman ciddiye aldım. Dil ve edebiyat dili ve bugün yazılanlarla ilgili neler söylemek istersin.
Bilmukabele. “Dil bozuluyor, edebiyat dili özensizleşiyor, gençler yazamıyor” feveranlarına kulak asan biri olmadım hiç. Dünyanın yüzyıllar içindeki değişimini görüyoruz, bütün sanatların dili de buna koşut biçimde değişiyor. Müzik mi aynı kaldı, resim mi, tiyatro mu? Tabii ki edebiyat dili de değişecek. Bu değişimin ortak bir yönü de var ayrıca – daha sade, daha yapmacıksız, daha gündelik bir dile evriliyor sanatlar. Bunda yerinecek bir şey yok. Bunun karşısında, dilin kuralları var – bu kuralların bir kısmı yazılı, öğretilebilir, bir kısmıysa kulaktan, okumaktan edinilen kurallar. Ve bu kuralların hep bir son kullanım tarihleri oluyor. Bana ilkokulda öğretilen kurallarla bugün ilkokuldaki oğluma öğretilenler arasında ciddi farklar var örneğin. Sadece bu da değil – sözcüklerin anlamları sabit durmuyor, yeni yeni dil persenkleri çıkarken eskileri kayboluyor. Yazar olarak bunlara hem açık olmak, hem de gerektiğinde mesafeyi korumak gerekiyor, bu dengeyi de her yazar kendine göre kuruyor sonuçta.
Şimdi, bu dinamik süreçte, bu akışta, herhangi bir zaman kesiti aldığımızda o kesitte yazılmış bir metnin yine de kuvvetli-özenli-özgün-ilham verici bir dile sahip olup olmadığını tartışmak ve bir yargıya varmak mümkün. Yani bir değişim olduğunu ve hep olacağını kabul etmek demek, elimizdeki metnin dili hakkında nesnel birşeyler söyleyemeyeceğimiz anlamına gelmiyor.
Sanırım dil ve dil cambazlığı konusuna yaklaşımım, Picasso’nun desenini çocuksu bulanlara verdiği yanıta benziyor – Raffaello gibi resim yapmayı dört yılda öğrenmiş, çocuk gibi yapmayı öğrenmesiyse bir ömür sürmüş ya. Zanaatı öğrenmeden sanat yapmaya inanmıyorum. Zanaatı kasıtlı olarak unutmaya varım, zanaatın kurallarını kasıtlı olarak çiğnemeye de varım – yapıt kendini haklı gösteriyorsa. Ama onun dışında, “Ben böyle yazdım, ne hakla karışıyorsunuz?” diyen yazara hep kuşkuyla yaklaşırım. Dil hakkında düşünmemiş ama doğuştan bir beceriyle kendine has bir dil yakalamış, yalnızca öyle yazabilen yazarlar yok mudur? Vardır, ama karşımıza herhalde her kuşakta 1-2 sıklığıyla çıkıyorlardır. Biz diğerlerinin dersimize çalışmamız lazım, o kadar basit.
Sıkı ve meraklı bir yayıncı ve editörsün, sorunlara kafa yoruyorsun. Bizdeki ve dünyadaki örneklere bakarak bu konularda neler söylemek istersin...
Yayıncı dediğin sonuçta bir aracı kurum. Eninde sonunda ona duyulan ihtiyaç büyük oranda ortadan kalkacak ya da çok spesifik ve dar bir alana çekilecek. Kitapçı-dağıtımcı-matbaacı-yayıncı-eleştirmen-tanıtıcı rolleri yeniden tanımlanmaya başladı bile. Kitaba, dergiye, müziğe, filme, sergilere nasıl erişeceğimiz bir süredir değişiyor, bunlarla ilgili sahiplik saplantısı da değişiyor. Bir tür aylık kültür vergisi karşılığında neredeyse sınırsız kültür ürününe erişebileceğimiz dönem çok yakın olabilir, bu ürünlerin hiçbirini nesne olarak satın almadan, sadece kullanım haklarını edinerek. Dev bir Spotify gibi düşün.
Bütün dünyada yayıncılar hep hangi konuda eleştirilmiştir? Yaptıkları seçimler konusunda, daha doğrusu yayımlamayarak dışarıda bıraktıkları yazarlar ve kitaplar konusunda. Bu çok doğal bir eleştiri, çünkü yayıncılık fonksiyonunun kilit noktası seçim. Bugün dünyada her yazarın, yazdığı her metni tüm dünyada erişime açabildiği bir noktadayız ve en önemli şey ne, yine seçim, yani bu devasa üretimin içinden neyin okumaya değer olduğunu söyleyecek güvenilir bir ses olmak. Yayıncı, metnin üretimine hiçbir fiziksel katkıda bulunmasa bile yayıncılık yapabilir, bu anlamda eleştirmenle çok daha yakın çalışabilir. Spotify’da “playlist”leri takip edilen insanlar gibi düşün.
Peki biz bu ülkenin cehenneminde yaşamayı nasıl sürdüreceğiz?
Bilmiyorum açıkçası, ama yanık kremi peşinde koşarak olamayacağı kesin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.