Belleğin tuzaklarını, kapanlarını gayet iyi
biliyorum, ama bu “bastırılmış bölüm”ün (no 126) hikayesi yaklaşık olarak
şöyle:
Seksek bu sayfalardan doğdu; bir
roman olarak, bir roman niyetiyle doğdu, çünkü (daha sonra 8. ve 132. bölümler
haline gelen) kısa birkaç metin o sırada zaten vardı, bir hikaye etrafında
toplaşmaya çalışan metinlerdi bunlar. Bu bölümü bir oturuşta yazdığımı biliyorum,
hemen ardından, sonradan “fayans bölümü” olarak adlandırılacak, eşit şiddette
bir başka bölüm geldi (kitapta 41 numara). Böylece Oliveira, Talita ve
Traveler’ın imgelerinin tanımlandığı, erken bir tür çekirdek ortaya çıktı;
birden atılım sönüverdi, acı veren bir duraklama oldu, sonra yine şiddetli
şekilde anladım ki hepsini öylece bırakmam, beklemem, hakkında neredeyse hiçbir
şey bilmediğim bir olay örgüsünü geriye doğru katetmem ve sözü geçen kısa
metinleri bir çıkış noktası olarak kullanıp, Paris bölümünün tamamını yazmam
gerekiyor.
“Öbür taraf”tan “bu taraf”a
hiç çaba harcamadan atladım, çünkü Traveler ve Talita orada, sanki bekliyormuş
gibi kalmışlardı, Oliveira da tıpkı kitapta anlatıldığı gibi oraya onlarla
buluşmaya gidiyordu. Sonra bir gün yazmayı bitirdim. Dağ gibi kağıtları yeniden
okudum, ikinci bir okumadan sonra eklenmesi gereken bir dolu unsuru ekledim,
ardından da temize çekmeye başladım. Sanırım romanın kendisini harekete geçiren
bu ilk bölümün fazla olduğunu da o sırada anladım.
Bunun nedeni basit, ama bir
o kadar da gizemliydi. Romanı yazmaya başlayalı iki yıl olmuşken, Horacio’nun
akıl hastanesindeki gecesinin, bu ilk bölümün “hayali” bir versiyonunda
geçtiğini fark etmemiştim; orada da bir mobilyadan bir başkasına iplikler bağlayan
biri vardı, Oliveira için olduğu kadar benim için de anlaşılmaz bir törendi bu.
Birden, artık eskimiş bu ilk bölüm bir tekrar haline gelmişti, gerçekte tam
tersi olsa da. Onu çıkarmam, tüm binanın köşetaşını çekip atmak gibi tatsız bir
işi gerçekleştirmem gerektiğini anladım. Bu gerekli harekette suçluluğa benzer
bir duygu vardı, bir tür nankörlük; bir çözüm bulmak mümkün olur mu diye
aranmaya başlamam o yüzdendi, temize çekerken Talita ve Traveler’ın –bölümün
baş karakterlerinin- adlarını çıkardım, böylece onları kuşatacak hafif
bilinmezliğin, akıl hastanesi bölümüyle olan bariz koşutluğu sönükleştireceğini
düşündüm. Dürüst bir yeniden okuma, bağlantıların bir santim bile oynamamış
olduğunu, törenin benzeş ve mükerrer olduğunu göstermeye yetti, daha fazla
düşünmeden köşetaşını çektim, bilebildiğim kadarıyla da bina yıkılmadı.
...Bu sayfalar, beni o sırada olduğum
halimle, bir değişim, bir arayış dönemindeki, kuşların uçup gittiği bir
dönemdeki halimle cisimleştiren bir kitaba hiçbir şey ekleyemez (ve umarım
ondan hiçbir şey eksiltemez).
-Julio Cortazar
kalktı
çünkü kahvesinin son yudumunu içtikten sonra işareti yapmış ama ona boş boş bakıp ölüm ilanlarını okumak
için gazeteyi almaya gitmişti, kahve içtikten sonra yapılacak şey buydu. bir an durakladı, sonra da biraz daha
kahve yapacağını söyledi, çünkü hala gerçek kahve içmek istiyordu, ‘nın mavi teneke kutuda çekilmiş kahve
kalmamasını mazeret göstererek yaptığı o beyaz sıvıyı değil. buna aynı beyazlıkta bir bakışla yanıt
verdi, yine o işareti yaptığındaysa
gözleri kendilerinin yavaş yavaş indirilmesine izin verdi ve (bir sabah
gazetesinde) şöyle birşey aramaya başladılar, Juan Roberto Figueredo (huzur
içinde yatsın) 13 Ocak 195 ‘de huzurlu
bir şekilde aramızdan ayrıldı, Kilise tarafından kutsandı ve son ayinler yerine
getirildi. Eşi, vs. Isaac Feinsilber (huzur içinde yatsın), vs. Rosa Sanchez de
Morando (huzur içinde yatsın). Tanıdığı kimse yoktu, bugün yoktu, tanıdığı
birine benzeyen ve kuşkulanmaya, soy ağacı çıkarmaya izin verecek tek bir ad
bile yoktu işte. kahveyle döndü
ve ‘nın fincanına kaşık kaşık şeker
doldurmaya başladı, bakmıyordu çünkü
gazeteye gömülmüş, Remigio Diaz (huzur içinde yatsın) hakkında yazılanları
okuyordu. sonra ‘nın fincanını ağzına kadar kahveyle
doldurdu, sonra da kendininkini, bir yandan da boştaki eliyle bir sigara paketi
çıkarıp ısıracakmış gibi ağzına götürdü, ama bu, diğer sigaralara dokunmadan
dudaklarıyla becerikli bir şekilde tek bir sigara çıkarmak içindi.
“Çok uykum var,” dedi on dakika sonra.
“Öyle haberler okursan,” dedi , bu sözleri bekliyordu ve ciddi şekilde
endişelenmeye başlamıştı.
narin
bir şekilde esnedi.
“Yatak yapılı değil, git tadını çıkar,” dedi . “Sonra uğraşmak zorunda kalmazsın.” ona, o işaretleri yeniden yapmasını
umarmış gibi baktı, ama ıslık çalmaya
başlamıştı, gözleri tavana sabitlenmişti, daha doğrusu bir örümcek ağına.
Sonra , ‘ın yaptığı işaretlere beklenen yanıtla
(elini sol kulağının üzerinden, sevecenlik ve uyum işareti olacak şekilde
geçirmek) karşılık vermediği için ‘ın kendisine bozulmuş olduğunu düşündü ve
biraz uyumaya gitti, nefis bir güveç yemeğinden arta kalanları da masada
bıraktı.
üç
dakika bekledi, pijamasının üstünü aldı ve yatak odasına girdi. çoktan uyumuştu, sırtüstü. Sıcak olduğu
için hem battaniyeyi, hem de yorganı atmıştı; ‘ın istediği tam da buydu, bir de ‘nın o sabah kalktığında üzerinde olan
gecelikten başka birşey giymiyor olması. Mavi sabahlık yatağın ucundaydı,
kadının ayaklarını örtüyordu,
terliğinin ucuyla sabahlığı tutup bir köşeye şutladı. Kötü nişanlamıştı,
sabahlık neredeyse pencereden dışarı uçuyordu, bu da tatsız bir durum olurdu.
pantalonunun sol cebinden bir tüp Secotine zamkı ve bir yumak siyah
iplik çıkardı. İplik parlak ve oldukça kalındı, neredeyse paket ipi kadar. dikkatli bir şekilde elini pantalonunun
sağ cebine soktu ve oradan da bir parça tuvalet kağıdına sarılmış bir jilet
çıkardı. Tuvalet kağıdı yırtılmıştı, jiletin kenarı görülebiliyordu. Yatağa
oturan , bir opera parçasını
gürültülü bir şekilde ıslıkla çalarak çalışmaya başladı. ‘nın
uyanmayacağından emindi, çünkü çok kahve içtiğinde hep derin bir uykuya
dalıyordu, ayrıca uyanması ‘ı çok
şaşırtırdı, çünkü kahvesine yüklü miktarda oxtaline katmıştı. Tersine, ‘nın uykusu oldukça olağandışıydı;
püfleyerek nefes alıyordu, o yüzden her beş saniyede bir üst dudağı bir perde
gibi şişiyor, o sırada hava da gürültülü bir püflemeyle altından içeri
giriyordu. bunu, siyah iplikten ne
kadar lazım olduğunu göz kararı belirleyip ipliği keserken ıslıkla çaldığı
opera parçası için bir ritim olarak kullandı.
Secotine zamkının tüpü, ağzını hem kapamak, hem de
açmak için kullanılan yuvarlak toplu bir iğnenin çekilmesiyle açılır, bu da
yapımcısının yeteneği hakkında bir fikir verecektir. İğne bir kez çıktığında
çoğu zaman tüpün ucunda bir damla belirir, oldukça iğrenç bir maddedir bu,
çoktan ünlü olmuş bir kokusu ve belgelenmiş yapışkan özellikleri vardır. büyük bir dikkatle ve Bella figlia dell’amore’den
çeşitlemeler yaparak siyah ipliğin ucunu Secotine’le ıslattı ve ‘nın üstüne eğilerek, ıslak ucu kadının
alnının ortasına bastırdı, ipliğin parmağına yapışmadan alına yapışmasına
yetecek kadar bir süre parmağını orada tuttu, yani aşağı yukarı beş saniye.
Ardından (tüpü, iğneyi ve iplik yumağını şifoniyerin üstüne bıraktıktan sonra)
bir sandalyeye çıkıp ipliğin öbür ucunu, yatağın üstünde asılı olan ve ‘ın (artık geçmişte kalmış ve
yinelenmemiş) yalvarmasına karşın
‘nın pencereden dışarı atmayı reddettiği avizenin kristal prizmalarından
birine yapıştırdı.
İpliğin yeterince gergin olduğuna kanaat
getiren (çünkü insan yapısı şeylerde
sarkmalardan nefret ederdi), elinde jiletle yatağın sol tarafına yerleşti ve
tek bir hamlede ‘nın geceliğini
koltukaltından başlayarak kesti. Ardından kolu iki yanından, kol ağzına kadar
kesti, aynı şeyi öbür tarafta da yaptı. Kol ağızları yılan derisi gibi
düşüverdi, ama geceliğin önünü
kaldırıp ‘yı çırılçıplak bırakma
aşamasına geldiğinde belirli bir
ciddiyete bürünerek devam etti. ‘nın
bedeninde onun bilmediği hiçbir şey olamazdı, ama yine de onun bedenini birden
karşısında görmek ‘ın başını her zaman
döndürmüştü, her ne kadar Büyük Gelenek bunun etkisini azaltmayı her zaman
başarmışsa da. Hiçbir şey, bir bakışta ‘nın göbek deliği kadar başını
döndüremezdi; şekerleme gibiydi, nakledilmiş ama tutmamış bir organ gibiydi,
bir davulun içine atılmış bir ilaç kutusu gibiydi. bu göbek deliğini yukarıdan her görüşünde
ağzını çok beyaz ve çok tatlı tükürükle doldurup yavaşça deliğe tükürmek ve onu
sıcak, dantelsi sıvıyla doldurmak için karşı konmaz bir arzu duyuyordu. Bunu
birçok kere yapmıştı ayrıca, ama şimdi bunun sırası değildi, o yüzden iplik
yumağını bulmak için döndü ve önce bazı uzaklıkları ölçüp, ipliği çeşitli
uzunluklarda kesmeye başladı. İlk iplik parçasını (çünkü alından avizeye giden
parça, hesaba katılamayacak eski bir yemin gibiydi) ‘nın sol ayağının baş parmağına bağladı;
bu parça baş parmaktan tuvalet kapısının tokmağına uzanıyordu. İkinci iplik
parçasını ikinci parmağa ve yine kapı tokmağına bağladı; üçüncüsünü üçüncü
parmağa ve kapı tokmağına; dördüncüsünü dördüncü parmağa ve meşe şifoniyerin
üstündeki bolluk sembolü biçimindeki, üç parçaya ayrılmış oymaya bağladı;
beşinci iplikse serçe parmağından, avizenin başka bir kristal prizmasına
çekildi. Bütün bunlar yatağın sol tarafında oluyordu.
,
memnun bir halde bir başka iplik parçasını
‘nın sol dizine yapıştırdı ve otel avlusuna bakan pencerenin
çerçevesinin üst kısmına çekti. Tam o anda dev bir kurt sineği açık penceren
içeri girip ‘nın bedeni üzerinde
vızıldamaya başladı. sinekle hiç
ilgilenmeden ‘nın kasığına, sol
bacağının üst kısmına ve oradan yine pencere çerçevesinin üst kısmına başka bir
iplik yapıştırdı. Karar vermeden önce bir süre düşündü, sonra Secotine tüpünü
alıp ‘ın göbek deliğine, doldurana
kadar sıktı. Hemen altı ipliği buraya yapıştırdı ve bunları avizeden sarkan beş
kristal prizmaya ve pencere çerçevesine uzattı. Bu yeterli gelmeyince deliğe
sekiz iplik daha yapıştırdı, bunları da yedi prizmaya ve pencere çerçevesine
yapıştırdı. İki adım geri çekilen (yatak, pencere ve ‘nın bedeninden pencere çerçevesine uzanan
ipliklerin arasında biraz sıkışmış gibiydi)
, bitirdiği işe beğeni dolu bir ifadeyle baktı ve yeterince iyi buldu.
Bir sigara daha çıkarıp dudaklarını yakmaya başlamış olan izmaritle yaktı.
Birden bir yarım düzine iplik daha kesip bunlardan birini ‘nın sol meme ucuna, bir tanesini sol
koltukaltının kıllarına, bir tanesini kulak memesine, bir tanesini ağzının sol
kenarına, bir tanesini de sol gözünün kenarına yapıştırdı. İlk üçünü avizenin
kristal prizmalarına çekti, diğerleriniyse pencerenin çerçevesine, ama çok
zorlandı çünkü hiç hareket edecek yer kalmamıştı neredeyse. Bunu yaptıktan
sonra sol elin her bir parmağına ve aynı taraftaki dirseğe ve omuza iplikler
yapıştırdı. Ardından Secotine’in ağzını, bu iş için yapılmış iğneyle kapattı,
pantalonunun kıç cebinde büyük bir dikkatle taşıdığı tuvalet kağıdıyla jileti
sardı ve her ikisini iplik yumağıyla birlikte, sözü edilen giysinin sol cebine
koydu. Hayret verici derecede gergin gözüken ipliklere dokunmamak için büyük
bir özen göstererek eğildi, yatağın altına girdi ve tamamen tüy ve tozla kaplı
bir şekilde öbür taraftan çıktı. Sokağa bakan pencerenin önünde silkelendi, iş
gereçlerini bir kez daha çıkardı, kestiği iplik parçalarını ‘nın bedeninin sağ tarafında çeşitli
yerlere yapıştırdı, genelde sol tarafla bakışımlı olmasına dikkat etti ama
arada çeşitlemeler yaptı; örneğin sağ kulak memesine denk gelen iplik, kulak
memesiyle tuvalet kapısının tokmağı arasına gerilmişti; sağ gözün kenarından
gelen iplik, sokağa bakan pencerenin çerçevesine yapıştırılmıştı. Son olarak
(bu işi bitirmek için hiçbir acelesi olmamasına karşın) oldukça çok sayıda iplik parçası kesip
bunlara epeyce bir Secotine sürdükten sonra çılgın bir doğaçlamaya girişti,
bunları ‘nın saçları ve kaşları
arasında dağıtıp çoğunu avizenin kristal prizmalarına yapıştırdı, ama yine de
bazılarını sokağa bakan pencerenin çerçevesi, tuvalet kapısının tokmağı ve
oyulmuş bolluk sembolü için ayırdı.
Tüpü, jileti ve iplik yumağını cebine koyduktan
sonra yatağın altına giren ,
tuvaletin kapısına gelene kadar yerde süründü. Kapı tokmağına ulaşan ipliklere
dokunmamak için çok yavaş bir şekilde ayağa kalkıp yapıtına memnuniyetle baktı.
Pencerelerden sarımsı, oldukça pis bir ışık geliyordu, örneğin karşıdaki boyası
dökülen duvarın yansıması gibi; suratında keyifli bir ifadeyle birşeyler emen
bir bebek resminin kalıntıları duruyordu duvarda hala; ama boya şeritler
halinde dökülmüştü ve bebeğin ağız yerine morumsu bir yarası vardı, alttaki
oldukça kekeme harflerle övülen ürün için pek de iyi bir reklam sayılmazdı bu.
Sokak korkunç dardı ve bir taraftaki pencereler öbür taraftan en fazla bir
buçuk metre uzaktaydı. O sırada
‘nınkisi dışında tek bir pencere açık değildi, ama o saatte büyük olasılıkla orada olmazdı,
ya da uyuyor olurdu. Sinek ‘ı çok
sinirlendirmeye başladı, sineği pencereden kışkışlamak isterdi, ama bunu
yapabilmek için yatağın ayak ucuna ilerlemesi ve elini avizenin hizasında
sallaması gerekecekti, bu da o yöne çekilmiş çok sayıdaki iplik yüzünden
imkansızdı.
“Çok sıcak,” diye düşündü , alnını elinin tersiyle silerek.
“Gerçekten korkunç sıcak.”
Aslında panjurları indirmeyi isterdi, ama iplikler
arasında ilerlemenin güçlüğünden tümüyle bağımsız olarak, ‘nın bedenini tam bir netlikle görmesi
için gerekli olan ışık gelmezdi o zaman.
‘nın çıplaklığı, fondan keskin bir şekilde ayrılıyordu, sırtüstü yatakta
yattığı için değil, siyah iplikler her yerden toplanıp onun üstüne düşüyormuş
gibi gözüktüğü için. O kadar gergin olmasalar yaratacakları toplam etki tümüyle
karman çorman olurdu, bu yüzden
kendini el becerisinden ötürü kutladı, her ne kadar doğal olarak zor
beğenen ruh hali yüzünden, pencere çerçevesinden sağ gözün kenarına giden
ipliğin biraz gevşek olduğunu fark etmek zorunda kaldıysa da. Bir an için ‘nın hareket ettiğini, gerilimlerin genel
dengesini değiştirdiğini düşündü, ama ipliklerin tümüne bakması, bu olasılığı
reddetmesi için yeterli oldu. Ayrıca
‘nın kahvesine koyduğu uyku ilacı miktarı, ‘nın gözlerini kırpmasına bile izin
vermezdi. en gevşek ipliğin oraya
kayarak gidip gerginleştirmeyi düşündü, ama büyük olasılıkla onunla pencere
çerçevesinde birleşen ipliklerden bazılarını bozacaktı. Sonuç olarak işin iyi
olduğuna ve biraz dinlenip bir sigara daha içebileceğine karar verdi.
Sekiz dakika sonra izmariti pencereden sokağa
fırlatıp, olduğu yerden ayrılmadan giysilerini çıkardı. Uzun, ince bedeni bir
gravürden çıkmış gibiydi ( bunu sık
sık söylerdi). Her ne kadar onu
göremese de, anlaşmış oldukları
işareti yaptı ve bir otuz saniye boyunca yanıt bekledi. Sonra yatağa yanaşmaya
başladı, yavaş yavaş, sonsuz bir özenle, tuvalet kapısının tokmağına giden
ipliklere değmemeye çalışıyordu. Bunu yapabilmek için her gerektiğinde eğilip
kalkıyordu, sonunda yatağın tam ayak ucuna geldi, ‘nın iki ayağı ve kendi bedeninin
oluşturduğu üçgeni kapattı. gözlerini
açıp ona bakmaya başlayana kadar bir süre bekledi. ‘nın onu gördüğünden emin olunca (çünkü
bazen bilinçsizlik durumu uyandıktan birkaç dakika sonrasına kadar devam
ediyordu) bir parmağını kaldırdı ve ipliklerden birini işaret etti. ‘nın gözleri iplikler boyunca gidip
geldi, kaşlarından ve gözlerinin kenarlarından çıkanlardan başladılar ve tüm
bedenini boylu boyunca taradılar. Avizenin kristal prizmalarına uzanıp çıkış
noktalarına geri geldiler; yeniden başlayıp avluya bakan pencereye uzandılar,
sonra dönüp bir dizde ya da meme ucunda duraladılar; sokağa bakan pencereye
giden siyah yolu izleyip yeniden kasığa ya da ayak parmaklarına döndüler. kollarını kavuşturmuş bekliyordu, ‘nun mavi dönem resimlerinden çıkmış
gibiydi tam.
iplikleri gözden geçirmeyi bitirince, iç geçirmeye benzer birşey göğsünü
şişirdi ve dudaklarını kabarttı. Dikkatli bir şekilde sağ kolunu oynattı, ama
avizenin kristal prizmalarının şıngırdadığını duyunca durdu. Kurt sineği ağır
ağır uçuyordu, ipliklerin arasından kayıyor,
‘nın karnının etrafında dönüyordu, tam ‘nın
kabartısına konacaktı ki tavana doğru yükseldi ve kartonpiyerlerden
birine yapıştı. ve onun uçuşunu yorgun bir ilgiyle izledi;
sineğin tavana tamamen orada kalmak niyetiyle konduğundan emin olana kadar da
birbirlerine bakmadılar.
bir
dizini yatağğın kenarına koydu, başını eğdi ve onu kıpırdamadan izleyen ‘ya doğru eğilmeye başladı. Öbür diz de
yatağın kenarında belirdi, gövdeyse yatay bir şekilde ilerliyordu, ellerden
biri, tam ‘nın bacaklarının arasından
döşeği kavramaya çalıştı. İpliklerle çevriliydi, ama hareketleri öyle ince
hesaplanmıştı ki dizlerinden birini kaldırıp döşeğe koyduğunda tek bir tanesine
dokunmadı bile: ardından ikinci diz, öbür elle birlikte geldi, dizlerinin üstünde, ‘nın bacakları arasında bir yay gibi
gerilmiş duruyordu, hızlı hızlı nefes alıyordu çünkü manevrası yavaş ve zor
olmuştu, baldırları ağrıyordu, hala yatağın kenarında duruyordu.
başını
kaldırıp ‘ya baktı. İkisi de
terliyordu, ama saydam ter
damlacıklarının oluşturduğu ince bir ağla sarılıyken, ‘nın hem yüzü, hem de omuzları tere
batmıştı, oysa göğüsleri ve karnı kuruydu.
“Birisi işareti yapıyor, ama öbürü bulutlarla
oynuyor,” dedi .
“Bulutlar da bir yanıttır,” dedi .
“Başkasının lafı.”
“Tam sana layık.”
bekledi.
“Sonunda becerdin,” dedi . “Aylardır beni bunun için hazırlıyordun.
Önce bana boktan şeyler ezberleyip okumayı, bir Tibet kadını gibi dans etmeyi,
bir Eskimo gibi yemek yemeyi, bir köpek gibi sevişmeyi öğretme saplantınla.
Sonra beni tırnaklarımı kesmeye zorladın, dolu yağdığı o gün beni sokağa attın,
kızılötesi bir lambası olan tahta bir kutunun içine kilitledin, bir pul albümü
aldın bana. Bunlar hiçbir şeydi.”
“Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun,” dedi , o kadar alçak bir sesle söyledi ki
bunu, şaşırmışçasına gözlerini açtı.
“Benim aşkım bu yumruğun içinde sıkı sıkı tutuluyor, paramparça ediliyor,
kırılıp dökülüyor, vınlayan bir top haline gelene kadar, cebimden çıkarıp
yakmak için, dövmelerle bezemek için bedeninin yanına koyabileceğim portatif
bir yıldız haline gelene kadar. Sana işaret yaptığımda hiç yanıt vermiyorsun,
yıldız bacaklarımı kızartıyor, kaburgalarımın üzerinden Sargasso Denizindeki
bir fırtına gibi geçiyor, Kraken’in yüzdüğü, binlerce denizanasının gecenin
içinde yavaşça döndüğü, fosfor ve plankton banyosunda çifleştiği o
varolmayıştaki bir fırtına gibi.”
“Bütün bunlar da benim suçum, öyle mi?”
“İplikleri oynatacaksın,” dedi . “Ağzını oynattığında iki ipliğin konumu
değişiyor.”
“Nedir bu iplikler?” dedi .
“Ne demek nedir bu iplikler?” dedi . “Yarım saat uğraştım, her tarafım tüy,
toz oldu. Yatağın altını hiç süpürmüyorsun. Daha da beteri, odayı süpürüp
pisliği yatağın altına saklıyorsun. Şimdi keşfettim bunu. Benim aşkım da böyle,
biraraya gelen, birleşen, kaynaşan, birbirine yapışan ufak tefek parçalar gibi.
Ama ben terliyorum, pislik terlemiyor.”
“Sanki yüz yıl uyumuş gibiyim,” dedi . “Ne kadar uyudum, ?”
“Yüz yıl,” dedi
.
“Çokmuş, yüz yıl.”
“Uyanık kalan için, evet.”
“Korkunç sıkılmışsındır.”
“Kesinlikle,” dedi . “Sen uyuduğunda dünyayı da yanında
götürüyorsun, bense perspektif çizgilerinin kestiği bir tür hiçlikte kalıyorum.
Bir süre sonra sıkıcı olmaya başlıyor.”
O yüzden böyle oyunlar oyu,nuyorsun,” dedi , ipliklere bakarak.
“Bu oyun değil,” dedi . “Çırılçıplak birbirine bakmak.”
“Yemin ediyorum,” dedi . “Galiba işareti görmedim.”
“Tabii ki gördün.”
“Görseydim yanıt verirdim. Seninle uyanık olmayı
tercih ederim.”
“Açıklamalar arıları emzirmeye hiçbir zaman
yetmemiştir,” dedi .
“Belki de gördüm ve karşılık vermedim, ama bunun
nedeni havanın sıcaklığıydı, hem sonra yatmadan önce bulaşıkları yıkamam
gerekecekti.”
“Önce bulaşıklar,” dedi . “Mükemmel bir ilke. Kimbilir kaç
bıçaklamanın altında hiçbir hakimin kabul etmeyeceği bu özür yatıyordur.
Göğsümü yalamaktansa küçük ve çalışkan bir sümüklüböcek gibi bulaşıkları yalamayı
yeğlersin. Dört ya da sekiz şeklinde bir iz bırakırsın. Hatta daha da iyisi,
yedi şeklinde bir iz, kutsallıktan sarhoş olmuş bir sayıdır ya. Ama hayır, önce
bulaşıkları yalayacağız, Kraliçe Victoria da öyle derdi, Önce bulaşıkları
yalayacağız.”
Ama çok pisler,
,” dedi . “Mutfakta en son on
beş gün önce birşey yıkadık. Kirli tabaklarda yemek yediğimizi fark ettin sen
de, böyle devam edemeyiz.”
“İplikleri bozuyorsun,” dedi .
“Şimdi bana işareti yapsan, şu anda bile...”
Bir ıslık duyuldu, S biçimindi. Sokağa bakan
pencereden geliyordu.
“ bu,”
dedi . “Beni çağırıyor.”
“Dışarı eğilmeden önce üstüne birşey giy,”
dedi . “Çıplak olduğunu hep
unutuyorsun.”
“Ben hep çıplağım. Bunu unutan sensin.”
“İyi öyleyse,” dedi . “Ama en azından pijamanın altını giy.
Peki ben ne kadar böyle kalacağım?”
“Bilmiyorum,” dedi . “Önce gidip bir ‘e bakayım, ne istiyor diye.”
“Birşey almak içindir, eminim. Bir sigara, kibrit,
öyle birşey.”
“Bağımlılığı var.”
“Ama sen de onu koruyorsun.”
“Eh, normal insanları koruyacaksan....”
“Doğru,” dedi
. “ne e olsa iyi bir adam.
Baksana nasıl ıslık çalıyor. Islık çalışı inanılmaz. Ben denesem ağzım
paramparça olurdu.”
“
simyacı,” dedi . “Havayı bir
cıva şeridine dönüştürüyor. Kahretsin, kafayı yemiş.”
“Baksana bir ne istiyormuş? Bu ipliklerle pek
rahat değilim ben.”
bir
süre sessiz durup ‘nın sözlerini
düşündü.
“Biliyorum,” dedi. “Seni bırakayım da şu
bulaşıkları yıka istiyorsun.”
“Vallahi istemiyorum. Burada seninle kalırım.
İşareti yaparsan yemin ederim ki...”
“Orospu, orospu, seni orospu,” dedi . “İşareti yaparsam, öyle mi? Şimdi
gelmiş, işareti kullanarak barışmak istiyorsun. İşaretten baba ne, sen uyurken
seni nasıl olsa becermişsem? Şimdi bile tek yapmam gereken şey bir yarım metre
kaymak, bu nefis kara ağın içinden, bu kadırganın yelken ipleri arasından bir
martı gibi geçmek ve bir hamlede içine girip sana çığlık attırmak, çünkü
beklemediğin bir anda içine girdiğimde hep çığlık atıyorsun. Sen de istiyorsun,
son beş dakikadır kokunu alıyorum ve fena halde istediğini biliyorum,
kullanılmış bir eldivene elimi sokar gibi sokabilirim sana, çiftleşme
konularında uzman olanlar tarafından önerilen mükemmel nemlik derecesindesin,
seni azgın deniz salyangozu seni.”
“Ben uyurken yaptın mı gerçekten?” dedi .
“En kusursuz şekilde hem de, ama bunu asla
anlayamazsın sen,” dedi , ipliklere
derin bir beğeniyle bakarak. “İşaretin, pis mutfağının ve herşeyden çok da
senin hayvani arzularının ötesinde. Ses çıkarma, ipleri oynatıyorsun.”
“Lütfen,” dedi
,”gidip ne istiyormuş bak,
sonra panjurları indirip bana gel. Yemin ediyorum hareket etmeyeceğim, ama
çabuk ol.”
bir kez
daha sessizce düşündü ‘nın
sözlerini.
“Belki,” dedi. “Hareket etme. Seni havluyla biraz
sileyim mi? Kakım gibi terlemişsin.”
“Kakımlar terlemez,” dedi .
“Su gibi terlerler hem de,” dedi .
Barışırken hep kakımlardan söz ederlerdi.
“Şimdi sorun buradan nasıl çıkacağımda,” dedi . “O kadar çok iplik var ki birine
çarpabilirim, geri geri giderken de altıncı hissin ileri giderkenki kadar güçlü
olmaz. İnsanın ileri gitmek için yaratılmış olması inanılmaz birşey. Arkadan
birer hiçiz. Geri viteste giderken en acarı bile ilk vites değişiminde bir
posta kutusuna geçirir. Bana yol göster. Önce şu bacağı çıkarıp şu dizi yatağın
kenarına koyacağım.”
“Biraz daha ileriye, sağa doğru,” dedi .
“Galiba ayağımla bir ipliğe dokunuyorum,”
dedi , arkasına bakıp hareketini
düzelterek.
“Şöyle bir değdin, o kadar. Şimdi öbür dizini
çıkar, ama yavaş yavaş. Çok güzel görünüyorsun, ter içinde. Pencereden gelen
ışık da seni yeşile boyamış gibi. Küflenmiş birşeye benziyorsun, yemin ederim.
Hiç bu kadar güzel görünmemiştin bana.”
“İltifat etmeyi kes de yönlendir,” dedi , hiddetle. “Sence ayağımı yere mi
koyayım, yoksa kayarak mı ineyim? Öyle yaparsam inciklerim soyulacak, bu
yatağın kenarı çok keskin.”
“Önce sağ ayağını yere koy,” dedi .”Mesele şu ki yeri göremiyorum; hareket
bile edemezken seni nasıl yönlendireceğim?”
“Tamam,” dedi
. “Şimdi yavaşça eğilip geri geri gideceğim, santim santim, tıpkı ‘ın romanlarındaki gibi.”
“O uğursuz kuşun adını anma,” dedi .
Bir bataklık timsahı gibi sürünen , pencere çerçevesine giden ipliklerin
altından yavaş yavaş geçti. Bir daha
‘ya bakmadı, şifoniyerdeki bolluk sembolünü incelemeye verdi kendini,
bolluk sembolünden bir ayak parmağına ve
‘nın saçına ve kaşlarına giden ipliklerin üstesinden gelme sorununa
yoğunlaştı. Bu şekilde ipliklerin çoğunun altından geçti, ama sonuncusunun
üstünden atladı. Ancak o zaman, eli tokmaktayken dönüp baktı ‘ya, uyuyor gibiydi. Pencereye gitmek
yerine kapının yanında durmakta olduğunu fark etti, buradan ipliklere
dokunmadan yatağın başucuna ulaşmak kolaydı. Parmak uçlarında ‘ya yaklaşıp saçına üflemeye başladı.
İplikler titreşti, kristal prizmalar şıngırdadı.
“Buraya gel,” dedi , çok alçak bir sesle.
“Yoo, olmaz,” dedi , uzaklaşarak. “Sana işaret yaptım, yanıt
vermedin.”
“Gel dedim, çabuk buraya gel.”
kapıya
doğru baktı. güçlükle nefes
alıyordu, siyah iplikler kanını emiyordu sanki. Son bir kristal prizmanın
billur sesi duyuldu, sonra da öğlen uykusunun sessizliği. Karşı evden korkunç
bir ıslık yükseldi, alt kattan da birinin gaz çıkarmasına benzer bir yanıt
geldi.
“Şahane bir osuruk yolladılar bizimkine,”
dedi .”Gerçekten hak ediyordu ama.”
“Lütfen buraya gel,” diye yalvardı . “Seni böyle beklemek çok acı veriyor,
ölecek gibi oluyorum. Bu akşam sana kim et pişirecek sonra?”
kollarını açtı, derin bir nefes aldı ve yatağa atladı, bir kol
hareketiyle bütün iplikleri süpürdü. Kristal prizmaların çıkardığı
gürültü, ‘ın yatağın öbür tarafında yere
atlamasının sesiyle ve iki eliyle karnını tutan ‘nın çığlığıyla çakıştı. ,
‘ın üstüne düşüp onu ezdiğinde, tüm ağırlığıyla üstüne yüklendiğinde,
onu ısırdığında ve –meye başladığında
hala acıyla çığlık atıyordu. “Göbek deliğim çok acıyor,” demeyi
başardı , ama onu duymuyordu, sözcüklerden çok uzaktaydı.
Odanın havası iyiden iyiye Secotine kokmaya başladı, kurt sineği de sallanan
avizenin çevresinde uçmaya koyuldu. Siyah iplik parçaları her tarafta böcek
bacakları gibi oynuyordu, yatağın kenarından aşağı düşüyor, birbirlerinin
üstünden geçiyor ve kopuyorlardı.
İplik parçaları
‘ın ağzına burnuna girmişti, bir tanesi ensesine dolanmıştı, ise ellerini neredeyse bilinçsizce hareket
ettiriyordu, okşamaları, her tarafından çıkan ipliklerden kurtulmak için
umarsızca elini kolunu oynatmasına karışıyordu. Bütün bunlar neredeyse sonsuza
kadar sürdü, bolluk sembolü yere düşmüş ve üç yerinden kırılmıştı, parçalardan
biri daha büyüktü, diğer ikisi neredeyse aynı boydaydı, bu da altın orana
uygundu.
İngilizceden çeviren: Cem Akaş