29.4.14
oktay rifat'ın son söyleşisi
nisan, malum zalim ay, oktay rifat'ın öldüğü ay. şaire selam olsun. küçük bir anımı da anlatayım bu vesileyle:
sene 1997 filan. oktay rifat öleli neredeyse 10 yıl olmuş; ben yky'de çalışıyorum, o sıralar oktay bey'in bir kitabını basmışız. bir gün telefon çaldı, hür fm'den arıyorlar, "oktay rifat'la söyleşi yapabilir miyiz?" diyor karşımdaki ses! iki saniye içinde adrenalinim tavan yaptı, "tabii," dedim, "ben şairimizle görüşeyim, ne zaman uygun olduğunu size bildiririm."
telefonu kapayıp cenk koyuncu'nun yanına gittim, o da o sırada yky'de çalışıyordu. durumu anlattım, "senin ev telefonunu vereceğim, akşam seni arasınlar, oktay rifat diye konuş" dedim. cenk böyle numaralara bayılırdı, üstüne atladı tabii. ben hür fm'le yeniden konuştum, söyleşiyi teyit ettik, başladık beklemeye.
akşam gerçekten de aradılar cenk'i, o da boğuk (ve galiba biraz alkollü) bir sesle oktay rifat gibi döktürdükçe döktürdü, yanlış hatırlamıyorsam "size bir şiirimden birkaç dize okuyayım" diyip bir cenk koyuncu şiiri okudu filan. röportaj hür fm'de 2-3 kez döndü, neden sonra birileri aydı, yayından kaldırıldı.
tabii olay gazetelere yansıdı, söyleşiyi yapan radyocuya da maalesef kapıyı gösterdiler. o kısmına üzülmedik değil, ama yani! sonra o programı yapanlar yayınevine de geldi, biz "kusura bakmayın, şahsi birşey değildi" dedik, onlar da "tamam çok mesele değil" dediler, tatlıya bağlandı.
27.4.14
Aşk = f (karanlık)1
Eprimiş bir metafordan hareketle: ışık aydınlatır; ışık aydınlanmamızı, bilmemizi sağlar, çünkü karanlığın sakladığı şeyi, bilinmeyeni gösterir, görünür kılar.
Ayın karanlık yüzü.
“Bir İlişki Nasıl Olmalıdır – Birinci Manifesto”, Madde 8: Herkesin kendine ait bir karanlığı olması gerektiği, tartışılmaz bir gerçektir.
Herkesin kendine ait bir karanlığı zaten vardır. Bunun da ötesinde, kişinin bazı yönlerinin karanlıkta kalması iyi birşeydir – aydınlık, bilindiği gibi, ancak karanlığın var olmasıyla mümkündür. Aşk, kişinin karanlık üzerinde sınırlı da olsa denetimi olduğunu varsayar, gizli olanın seçici bir yaklaşımla Öteki’ne sunulmasını içerir – bu sunum süreci yakınlaşmayı, Öteki’nin giderek Bir’in parçası haline gelmesini, Bir’leşmeyi sağlar.
Aşk, paradoksal bir fonksiyon olarak düşünülebilir, karanlık bağlamında iki ters dürtüyü içermesi nedeniyle. Bunlardan birisi, kişiyi kendi hakkında olabildiğince çok şey anlatmaya (bilgi aktarmaya), kendini daha, daha çok paylaşmaya, Öteki’ni iyice içine almaya, kendi karanlığını azaltmaya yöneltir.2 Bu dürtü varlığını kısmen, yaşamın, ne kadar çok şey ortaya konursa o kadar zenginleşmesine borçludur; bu anlamda, bir ilişki3 emperyalizminden söz edilebilir belki: büyümek, birlikte büyümek önemlidir. Diğer dürtüyse, bazı şeylerin karanlıkta kalmasında diretir. Bu direnç, bir yanıyla Bir’leşme sürecinde Tek olarak, farklı, ayrı, müstakil ve biçimli bir birim olarak kalmak, kimliğini korumak istemenin ürünüdür; bir yanıyla da, karanlığın içeriği kişiye/kültüre göre değişse de, kategorik olarak, kişinin, kendisini görülmek/olmak istediğinden farklı gösteren/olduran şeyleri saklı tutmak; görülen/gösterilen bağlamında tanımlanacak varoluşunu, bu tanım üzerinde belirleyicilik konumunu koruyarak, yani neyin karanlıkta kalacağını kendisi belirleyerek, yaratmak istemesinden kaynaklanır.4
Karanlığı azaltmanın pek çok yolu vardır ve sözlü iletişim bunlardan yalnızca biridir. Birlikte var olmanın her türü, aynı işlevi fazlasıyla görür. “İçine almak” deyiminin taşıdığı cinsel yananlam, bu konuya kesinlikle dahildir – “bilmek” fiili, Kutsal Kitap’taki anlamıyla önemli bir boyut kazanır.5
Karanlık, siz azaltmasanız da, sizden bağımsız olarak azalır bazen: gösterdiklerinizin yanısıra, pek çok şey de görülür çünkü, bakmakta olan Öteki tarafından.
“Manifesto”, Madde 29: Dil, iletişim kurmak için başvurulacak son araçlardan biri olmalıdır. Bir çelişki gibi görünse de, konuşmak şarttır. Bu, koklaşmanın ve telepatinin önemini hiçbir şekilde yadsımaz.
Bir itiraz: “kimlik” denen şeyin sınırları ve şekli, çevrenin oluşturucu/tanımlayıcı etkisinden bağımsız olarak var olamaz – her kişi, ancak bağlam içerisinde kimlik ve kişilik sahibidir, bağlamdan bağlama değişmeden geçen tek bir kimlik yoktur, çeşitli yönleri bu yüzden çelişebilir. Dolayısıyla “kimliğini korumak” bir yanlış-sorunsala işaret ediyor olabilir mi: devinen bir ilişki, bireylerin ilişkiye getirdikleri kimliklerini ilk andan itibaren –ve büyük olasılıkla daha önce– yoğurmaya başlayacağına göre? Bir başka metafora sığınıyorum: okyanus, kıyı şeridini sürekli değiştirir; bu, difransiyel bir zaman süresince belirli bir kıyı şeridinin tanımlanabilir olmasını etkilemez ama; haritacılık pratiğini de ortadan kaldırmaz, kıyı uzunluğunun tam olarak hesaplanmasını epeyce zorlaştırsa da.6 Yani sürekli ve saptaması güç bir şekilde değişiyor olsa da kimlikten söz edilebilir ve –konuya dönecek olursak– kişinin dalgakıranlar yapmak suretiyle kendisini korumaya yönelebileceği düşünülebilir.
Tek odalı bir evde yaşamaktan, sevgilinle çarpışmaktan, kendi yerinin olmamasından nefret ediyordun, bu yüzden onu suçlamaktan ve bu daralma duygusunun yakınlığınızı baltalamasına izin veriyor olmaktan da nefret ediyordun. Sonunda o ayrı bir eve çıktığında bir ay gibi kısa bir sürede eski neşeli, canlı, üretken haline dönünce, aşkın boğabileceği olasılığına tanık olmak seni ürpertti.
Karanlığın boyutları ve içeriği tümüyle kişiseldir: önemi, çoğu zaman, kişi bu önemi atfettiği için vardır – varlığının gereği de budur zaten: başkalarının umarsamayacağı şeyleri7 karanlık kılmak, kitlenin gözünden saklamak, yalnızca karanlık olduğu için değerli olan bilgiyi, ayrıcalıklı Öteki’nin bilmesine izin vermek. Dolaşım değeri olmayan bilgiyi genel dolaşımdan sakınarak bireysel çapta bir “sanki-yoksunluk” yaratmak (elbette genel dolaşım, farenin dağa küsmesiyle ilgilenmeyecektir) ve böylece değerlenen bilgiyi, ikili dolaşım bağlamına sokarak Öteki’ne vermek: Öteki’ne değer vermek.8
Bilgiyi bir değişim nesnesi olarak kullanınca, deneyimsel bilginin buradaki yeri konusunda bazı soruların ortaya çıkması kaçınılmaz: örnek: erkeğin sevgilisine bir konuşma sırasında, penisinin sağa eğik olduğunu söylemesiyle, diyelim ki bir sevişme sırasında penisini görünür kılması arasında nasıl bir fark var?9 Geleneğin sesi kuşkuya yer bırakmıyor: yaşanmamış bilgi kurudur, deneyim kitaba üstündür.10 Kibritle oynarsa elinin yanacağını çocuğa öğretmenin en iyi yolu bunu ona söylemek değil, söyledikten sonra oynamasına ve elini yakmasına izin vermektir. Bilginin doğruluk derecesi değildir burada söz konusu olan – daha çok bilginin içleştirilmesi açısından nitel bir farklılık öngörülür. Öte yandan bakmak da her zaman görmek demek değildir, ayrıca görülecek tek birşey yoktur: penisin karanlıktan çıkması, eğikliğinin farkına varılmasını garantilemez. “Kitabi” bilgi için de aynı şey geçerlidir: sözcükler ve metinler, her okuyucu için aynı anlamı taşımaz/kurmaz.
Önemli saydığın düşüncelerini, duygularını, yazılı olarak iletirdin sevgililerine, ayrıntılı, iyice düşünülmüş ve sözcüklere özenilmiş mektuplar yazardın – insanların neleri atlayıp nelere takıldığını gördükçe, derdini bir türlü anlatamadığını ve kimi zaman tümüyle ters yönde anlaşıldığını fark ettikçe, bu mektup işinden soğudun; konuşulan söze oldum olası güvenmezdin, ketumluk suçlamaları ayyuka çıktı.
Paris’te Son Tango: Adam, Kadın ve kendisi için soyutlanmış, yalıtılmış bir evren kurar – buraya isimler ve dışarıdaki yaşamın sözcükleri girmeyecektir; ilişki kendisini dışarısı yokmuş gibi, bakir sözcükler ve deneyimlerle kuracaktır, sıfırdan. İlişki yalnızca burada var olacaktır. Adam Kadına sodomi yoluyla tecavüz edecek, Kadının Adamın kıçına parmaklarını sokmasına –tırnaklarını kestikten sonra– izin verilecektir, Kadınsa pikabın Adamı çarpmasını sağlayacak ve zevkle izleyecektir. Filmin sonunda bir kırılma yaşanır: İlişki –bu noktada kesif bir tür aşk olduğu anlaşılan ilişki– dışarıya taşar ve o anda, kamu alanına ait bilgi evrenine girilir, meslek, Paris’te bulunma nedeni, özgeçmiş vs. açıklanır. Kamunun sahip olduğu/olabileceği bilginin kamu alanında paylaşılmasının uç noktasında: bir otelin balo salonundaki bir tango yarışmasında, tangonun çağrıştırdığı mahrem erotizmin travestisi okunur yarışmacıların sahte danslarında, bu travestiye karşıt olarak Adam ve Kadının dansı komik, aptalca ama hakikidir, Adam yaşlı jüri üyesine kıçını göstererek bu sahtelikle alay ettiğini gösterir – intiharına az kalmıştır. “Gerçek” aşk, ancak bu tür bir yalıtımla mümkün olabilir – kamunun sözcükleri, kamunun bilgisi yalnızca çürütür.11
Mahrem, kamunun baskısı altında uzun süre yaşayamaz.
Herkes hakkında herşeyin bilindiği bir ortamda aşk olanaksız olurdu – birbirlerine eş uzaklıktaki bireyler yakınlaşamazdı.12
Kendi karanlığı olan bireylerin, aşkları etrafında bir karanlık yaratmaları da aynı paradoksal fonksiyona bağlı olarak gerçekleşir: bir yandan bu aşkın herkes tarafından bilinmesi, bütün dünyanın gözlerinin önüne serilmesi dürtüsü vardır, öte yandan da dünyanın bakışlarından uzak olma, başbaşa kalma, ilişkinin kendisine dair ürettiği bilgiyi kıskançlıkla kamudan saklama dürtüsü. Aşk bağlamında ortaya çıkan utangaçlık, bu paradoksun iyice belirginleştiği durumlardan biridir: gösterme–saklama çelişkisi.
Kaldığımız otel odasındaki tuvaletin kapısı yoktu. Seviştiğimiz yataktan kalkmış, odanın içinde sanki birşey yapman gerekiyormuş da ne olduğunu hatırlayamıyormuşsun gibi dönenmiş, sonra ayaklarını neredeyse sürüyerek tuvalete girmiştin. Bacaklarını açarak klozete oturduğunda yüzünün parlak kırmızılığını, kadehe dökülen şampanya gibi işeyişini, yakından da yakın olduğumuzu hissettiğimi unutmayacağım hiç. En basit şeylerden bile öğreneceği çok şey var aşkın.
Aşkı besleyen en önemli etkenlerden biri güvendir: kişinin karanlığının, Öteki tarafından ihlal edilmeyeceğine duyulan güven. Bu da saygıdan doğar: gösterilmesi gerektiğine inanılan ya da gösterilmesi istenen şeyleri gösterilmeden görmeye çalışmayacak kadar saygı duymak Öteki’nin karanlığına.
İzin gerektirecek görme çabalarının nesnesi, kişi için bile fazla önem taşımayan bir bilgi olabilir, ya da ihlalcinin beklediğinden çok daha önemsiz, sıradan bir bilgi olduğu ortaya çıkabilir: tuza dönüştürülmeyi gerektiren suç işlenmiştir yine de. Bazı haklar, ancak verildiğinde alınırlar, bazı haklarsa, verildiğinde bile alınmamalıdır.
İzinsiz keşfedilen bilgi, çok temel bir öneme sahip olabilir öte yandan: aşkın, ilişkinin doğasını ve yapısını, Öteki’nin varoluşunu bambaşka bir ışıkla aydınlatabilir, bu ışık hiç de hoş şeyler göstermeyebilir. Keşfeden, görmemesi gereken bir şeyi görmüştür yine, ama bu kez, saklanmış olanı, görmeye hakkı olduğunu düşündüğünü keşfetmiş olmak, bir anlamda aldatılmış olduğunu öğrenmek, ona ahlaksal bir üstünlük duygusu verir: evet, saygısızlık ettim, ama sonuca bakalım.13
Karanlığın karanlık yüzü demek ki: yalan ve dürüstlük. Bu konuda tekil örneklerden bağımsız, kategorik önermeler oluşturmak çok kolay değil; her türlü yalan insanlık onurunun aşağılanmasıdır ve dolayısıyla her koşul altında doğruyu söylemek en büyük önceliktir, pasif/aktif yalan, beyaz/kara yalan gibi ayrımlar, yalan söyleyenin kendisini daha iyi hissedebilmesine yönelik sahtekârlıklardır, türünden toptan bir dayatıyı fazla indirgemeci buluyorum,14 bir yanımla takdir etsem de. Aşkı besleyen en önemli etkenlerden biri güvendir, demiştim: Öteki’nin bilerek aldatmayacağına, kandırmayacağına, saklamayacağına, karanlıkta kalmaması gereken şeyleri karanlıkta bırakmayacağına duyulan güven. Ancak bu güvenin hak edilmesi, edildiğinin gösterilmesi gerekebilir belki: bu dürüstlüğü herkes kaldıramıyor. Yine de pragmatik, yararcı, cynic ve son tahlilde kendine yontucu bir baskıyı olumluyor değilim – aşkı tehlikeye düşürmemek adına, söylenmesi gerekeni saklamanın getirdiği ahlaksal yükün sırtlanılması gerekeceğini savunmuyorum: öldürmezse, daha güçlü kılacaktır.15
Herşeyin söylenmesi/gösterilmesi gerekmez, bazı şeyleri söylemek/göstermekse şarttır: ilişkinin temelini ilgilendiren bilgiler, aşkın doğası, geçirdiği değişimler, başka aşklar, yaşamla ilgili uzun vadeli –dolayısıyla Öteki’nin uzun vadesiyle çakışabilecek– planlara dair bilgiler, süreğen bir şekilde veri olmak durumundaki şeylerden bazılarıdır.
Ne kadar zaman sonra, söylenen, dürüst olma sınırını aşıp gerçeği bunca zaman saklamış olma bölgesine geçer? Kişisel yargı alanında kalan bir karar bu sanırım – kıstasın açıklanması ve tutarlı olunması dışında, herkesin kendi kuralını getirmesinde –en azından burada– itiraz edilecek birşey yok.16
Bir erkek arkadaşın vardı – çıkmak anlamında değil, cinsiyeti erkek olan bir arkadaş anlamında. Önceleri yalnızca merhabalaşıyordunuz, sonra iyi arkadaş oldunuz, daha sonra hemen her gün görüşmeye, saatlerce konuşmaya, uzun yürüyüşlere çıkmaya, filmlere gitmeye başladınız. Ben orada değildim henüz – telefonda bana, bir yıldır birlikte olduğun sevgiline, ne harika bir insan olduğunu anlatıyordun bu yeni arkadaşının, konuşmalarımızda sürekli adı geçiyordu, yaptığı bir şeyi, söylediği bir sözü aktarıyordun sık sık. Şaka yollu kurcaladığımda gülerek yok canım, demiştin, yalnızca onu tanımış olmak bana mutluluk veriyor.
Sonra ben geldim; tanıştık. Senin aracılığınla tanıdığım insanlara yakınlaşmakta hep zorluk çekmiştim – bu adamı sevdim. İlk başta seni memnun etmek için bana dostça davrandığını düşündüm; geçen zaman, neredeyse senden ayrı var olan bir ilişki kurmamızı sağladı aramızda. Sana aşık olduğunu görüyordum – senin de ona aşık olduğunu anlamadım ama, istemedim. Bu durum iki ay sürdü: bir sabah, geçerken sormamış olsaydım, onu sevdiğini bana söyleyecek miydin, ne zaman söyleyecektin, bilmiyorum; o sabah duyduklarımdan sonra ilk tepkim, tası-tarağı toplamak ve defolup gitmekti. İkinizin birlik olup, gözümün içine baka baka birbirinizin sevgilisi olduğunuz yerde daha fazla kalmak, sinir, sindirim ve solunum sistemlerimi fazlasıyla zorlayacaktı. Birkaç gün sonra döndüm ama – dönmemi çok istediğin için, benim için çok önemli olduğun için. Aranızda fiziksel hiçbir şey olmadığını (sanki en önemli derdim buymuş gibi), duygularınızı ilk kez o sabahki konuşmamızdan sonra birbirinize açtığınızı söyledin: onunla hiçbir zaman sevgili olmamıştın, uzaktan sevmiştiniz birbirinizi, o da saygısından dolayı daha fazlasını istememişti, şimdiyse bitmişti bütün bunlar – hala arkadaştınız ama sen beni seviyordun ve onu kazanmak uğruna beni yitirmek istemiyordun.
Tekleye topallaya toparlanmaya, yara sarmaya başladık. İlk kez, sana güvenmemem gerekebileceğini, senin ipinle kuyuya inmenin çok sağlam bir fikir olmayabileceğini düşünür oldum: içimdeki acılığı sürekli kıldı bu. Benim, bir süre sonra başka bir şehre gidecek ve seni arkadaşınla bırakacak oluşum da pek rahatlatmıyordu içimi.
Sonra bir mektup aldım arkadaşından: üzgün olduğunu, arkadaşlığımızın böyle, onun bana ihanet etmesiyle bitmesini istemediğini, kendini tam bir salak gibi hissettiğini anlatan, bana değer verdiğine inanmamı isteyen, abuk-subuk, bir sayfalık bir mektup. Arkasına yazdığım cevapta buna inanmamı beklemesini inanılmaz bulduğumu, ahlak düzeyi sıfırlanmış bir sürüngen olduğunu düşünmeyeceğim ve adını her duyuşumda kusmak istemeyeceğim günün de geleceğini bildiğimi, ona vaktiyle içten bir yakınlık duyduğumu ama bu saatten sonra herhangi bir arkadaşlık söyleminin söz konusu bile olmadığını ilettim. Senin ihanetinin acısını ondan çıkartıyordum sanırım – senin bana olan sorumluluğunun yanında onunkisinin lafı olmazdı herhalde.
Hikayenin en hoş tarafıysa, bana gerçeği anlattığın gün bile yalan söylemiş olduğunu öğrenmemdi, yüzyıllar sonra: aranızdaki ilişki iddia ettiğin gibi “masum” değildi, benimle yüzleşmenden önce ve onun bana yazmasından sonra da aynı yoğunlukta sürmüştü; ben sahneden çekildikten kısa bir süre sonraysa resmen sevgili oldunuz, birlikte yeni bir ev tuttunuz. Anlamadığım iki şey var: beni nasıl bu kadar aşağılayabildin; gittiğimde, gitmişken, neden yalvardın, döneyim diye? Dibini bulamadım ben senin.
Kendini paylaşmanın aşkı büyütmesi, başka bir yoldan daha gerçekleşir: yumuşak karnını Öteki’ne gösteren kişi, yaralanmayı göze alıyor demektir – bu savunmasızlık kötüye kullanılmadığında, Öteki’nin yumuşak karnıyla karşılandığında, ciddi bir köprüdür kurulan.
“Manifesto”, Madde 13: Her insanın duvarları vardır. Her duvarın gedikleri vardır. İlişkide dürüstlük, insanların birbirlerine verdiği ve bu gedikleri gösteren haritaların doğruluk derecesiyle orantılıdır. Orantı sabiti 1.7’dir.
Madde 14: Duvarlara işemeyiniz.
Ancak karanlığı paylaşma ediminin bir pozitivist harekat olarak gerçekleştirilemeyeceği, süreç içinde ve kendiliğinden ortaya çıkmasının şart olduğu açık sanırım:
Size sevgimin bir nişanesi olarak, hakkımdaki en “intim” bilgileri içeren bu disketi ve çiçekleri kabul edin lütfen.
Aşk, insanların genel anlamda büyümesini, derinleşmesini sağlıyor, homojen bir duyuşsuzlukla örülü şu uzay-zaman aralığında Can’a varlığını hissettiriyor: değerli. Gelişen kişilerin karanlıkları da gelişiyor, değişiyor, deviniyor: paylaşılacak/ saklanacak yeni şeyler çıkıyor hep, kişinin karanlığını tümüyle yok etmek sanıldığından da zor. İyi birşey bu: her aşk, keşfetme ve öğrenme heyecanını yaşatabildiği ölçüde ve sürece yaşıyor.
1995 ("love as a function of darkness")
NOTLAR
1 Başlıktan da anlaşılacağı üzere, epeyce soğuk ve rasyonel bir yazı olacak bu. Aşk içinde olanların alınmayacağını umuyorum.
2 Elbette bu anlatma eylemi, safdil bir aktarımdan çok, kişinin kendisini yeniden kurması demektir – Aşk’a getirdiği kimliği üzerinde, kurma yoluyla bir denetim sağlama çabasından söz edilebilir.
3 “İlişki” sözcüğünü genişçe bir anlamda kullanıyorum, el ele tutuşmuş, sahilde yürüyen bir çift gelmesin aklınıza illa.
4 İkinci dipnotta bunu daha ekonomik bir şekilde dile getirmiş olduğumun farkındayım – kulağımı bir de böyle göstermek istedim: fikir çok hoşuma gitmiş olmalı.
5 Cinselliğin “merkezi” önemini yadsımak haddim değil, haşa. Kim olduğumuzun, kimle neyi nasıl, ne adına ve hangi etiket altında yaptığımızla belirlendiği bir devirde yaşarken hele. İnsan düşünüyor: cinselliğin henüz saplantı haline gelmediği ve çenelere vurmadığı devirlerde ne hakkında konuşuyorduk biz yahu?
6 Fraktal geometri eksik kalmıştı... Bu kimlik konusuna burada daha fazla bulaşmak istemiyorum, çok ısrar ediyorsanız sonra döneriz. Şunu da eklemeden edemeyeceğim: tümüyle dışarıdan belirlenen kimlik, oldukça ciddi sorunlarla uğraşmak zorunda bırakır bizi: bireyin istencinin ve kendi üzerindeki belirleyiciliğin sıfır olduğunu kabul edersek, Platon’dan Judith Butler’a uzanan çizgideki bütün toplumsal/siyasal kuramları pencereden atmamız gerekecek. Söylemedi denmesin.
7 Bu umursamazlık kişi yapımını yerle bir edeceği için gereklidir “özel”/”kamu” ayırımı.
8 Homo economicus külliyatına ufak bir katkı. Arz-talep dengesinden sonra işsizlik-enflasyon dengesini de açıklayabilirsem durum ciddileşebilir.
9 Felsefe ve bilimin mirası, neden görmeye ve göze bu kadar bağlı? “Göremeyen” İnsan, nasıl bir felsefe ve bilim yaratırdı? Goethe, optik ve renk kuramı ile ilgili kitabını, neden şiirlerinin toplamından daha değerli saymıştı?
10 “Çok gezen değil, çok okuyan bilir” atasözü, bana her zaman sahtekarlık kokmuştur nitekim.
11 Burada da gerçek yakınlığın bedensel/cinsel yakınlık olarak tanımlandığı dikkatimden kaçmadı.
12 Burada “ideal” bir durumdan söz ediyorum: bilginin nasıl edinildiğinin fark etmediğini ya da herkesin herkes hakkında aynı şekilde bilgilendiğini varsayıyorum.
13 Mektup ve günlükleri okuyan, telefonları dinleyen, sokakta takip eden, alışveriş fişlerindeki kasa saatlerini ve dükkan adlarını inceleyen ve bilemediğim nice şeyler yapan sevgililerden söz ediyorum. Onlar kendilerini biliyor.
14 Yalan söyleme hakkını savunmak isterim sanırım – insanın karmaşıklığı bunu gerektirir diye düşünüyorum. Herkesin her zaman doğruyu söylediği bir dünya son tahlilde sıkıcı olurdu ve şu halimizle değer verdiğimiz, önemli bulduğumuz pek çok uğraş var olamazdı. Öte yandan, bir ahlak kuralının iyi/doğru/geçerli olabilmesi için herkese uygulanması gerektiği savıyla ilgili ciddi sorunlarım var. Bunlar bir yana, bazı konular hakkında hiç yalan söylememeyi, bazı sorulara her zaman doğru yanıt vermeyi, bazı şeyleri Öteki’ne her zaman her koşulda göstermeyi, bir tutum olarak optimuma yakın buluyorum.
15 “Dürüstlüğü kaldırmak” kısmı da, dürüstlük talebinde bulunanların, sorumluluklarını taşıyabilecek olgunlukta olmalarını istemek olarak düşünülebilir.
16 Dürüst olunduğu sürece herşeyin yapılabileceğini savunmaksa bencilliğin doruğu olarak gözüküyor bana.
26.4.14
hisar'ın yapıldığı taşlarla
Bir Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi mezunu olarak, okulun 150 yıllık tarihini yazma görevini üstlenirken çok düşündüm. RC, önemli mezunlar yetiştirmiş iyi bir okuldu elbette, ama onun ötesinde, böyle bir kitabı hazırlayıp yalnızca RC mezunlarının değil, genel okuyucu kitlesinin dikkatine sunmanın geçerli gerekçesi ne olabilirdi?
Öğrenciler, mezunlar, yöneticiler ve öğretmenlerle yaptığım bire bir görüşmeler sırasında öncelikle şunu fark ettim: tıpkı benim gibi, yolu okuldan geçmiş olan insanların çoğu da RC’nin önemini, dönüp dolaşıp “iyi okul” olarak özetlenebilecek bir çerçevede tanımlıyordu: iyi İngilizce öğretmek, düşünmeyi öğretmek, kendine güvenmeyi öğretmek, çalışmayı öğretmek, ufkunu açmak vs. Bunlar önemli olmasına çok önemliydi kuşkusuz, her okul bu niteliklere sahip olmak ister, sahipse de bunlarla övünürdü, ama ben yine de bunun ötesinde bir şey olup olmadığını merak ediyordum. Bir yıl süren kapsamlı araştırma çalışmalarım, aradığım perspektifi sunacaktı: “RC, Rumeli Hisarı’nın yapıldığı taşlarla inşa edilmiştir,” ifadesiyle özetleyebileceğim bu perspektifi biraz açmak istiyorum.
RC’nin okul kurma izni aldığı arazi, Rumeli Hisarı’nın hemen yanında yer alıyordu ve hisarın yapımında kullanılan taşların çıkarıldığı yerdi; bu taşlar, RC’nin yapıtaşının bizzat “tarih” olduğunun simgesiydi. RC, hem 150 yıl boyunca ülke ve dünya tarihi tarafından şekillenmiş, hem de bu tarihin şekillenmesine katkıda bulunmuştu. Abdülhamid’in 1876-1909 arasındaki hükümdarlığı sırasında Türk-Amerikan ilişkilerinin kurulmasında ve gelişmesinde başrolü oynamış, Bulgaristan’ın kurucularını yetiştirmiş, Balkan Savaşları sırasında bölgenin her yerinden gelen öğrencilerin barış içinde birlikte yaşamasını sağlamış, Birinci Dünya Savaşı’nda, Kurtuluş Savaşı’nda, Lozan’da, Cumhuriyet’in kuruluşunda, kadın haklarının kurumsallaşmasında, Birleşmiş Milletler’in ve NATO’nun hem kuruluşunda, hem de Türkiye’nin bu yapılar içinde yer almasında etkin olmuştu.
Bu örnekleri ayrıntılandırarak çoğaltmak mümkün elbette, ama kitabın anlatacaklarını bir önsöz sınırları içinde anlatmaya kalkmayacağım. Bir adım geri çekilip, daha genel bir saptama yapmak istiyorum: Hegelci-Marksçı bir ifadeyle, tarihin temelinde çelişkiler olduğu gibi, RC’nin tarihsel rolünün temelinde de aslında çelişkiler var. RC’nin kurucularının –C.R. Robert, Cyrus Hamlin, George Washburn, C.F. Gates ve Mary Mills Patrick- misyoner geçmişleriyle okulun eğitim programı arasındaki çelişki örneğin. RC elbette Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan çocuklar için kuruldu ve okulun Osmanlı döneminde verdiği eğitimde din, hep önemli bir rol oynadı, özellikle de öğrencilerin kişiliklerinin oluşmasında dinin önemli bir yeri olduğu düşünüldü, ama 1863’te RC’nin, Osmanlı’da benzeri olmayan bir eğitim vermeye başladığını da görmek gerek. Bu eğitimde doğa bilimleri, matematik, felsefe, mantık büyük yer tutuyordu; öğretim dili İngilizceydi, Latince ve eski Yunanca dersleri vardı ve yerel diller –önce Ermenice, daha sonra sırayla Rumca, Bulgarca, Türkçe- öğretiliyordu. Zaman geçtikçe ve ülkenin nitelikli işgücüne ihtiyacı belirginleştikçe, RC’de mühendislik fakültesi açıldı; Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeni rejim, tarım politikalarına ağırlık verdiğinde, RC’de de tarım dersleri verilmeye başlandı ve modern tarım teknikleri öğretildi; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye, dünya ekonomisine yavaş yavaş entegre olmaya başlayınca işletme ve ekonomi programları hazırlandı, bunun için örneğin Columbia Üniversitesi’yle işbirliğine gidildi; yabancı dil, özellikle de İngilizce, iş dünyasında yadsınamaz bir önem kazanınca RC yalnızca kendi İngilizce programını geliştirmekle ve genişletmekle yetinmedi, ülkenin önde gelen üniversitelerinin bazılarındaki İngilizce programlarına yapısal destek verdi, bu üniversitelerin İngilizce ders kitaplarını yazdı.
RC’nin, Osmanlı’da ve sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde Amerikan nüfuzunun yerleşiklik kazanmasına hizmet ettiği hep söylenegeldi. Oysa burada da bir çelişki vardı, çünkü okul, Türk nüfuzunun ABD’de yerleşiklik kazanmasına da hizmet ediyordu. RC kurulduğunda, Osmanlı Devleti’yle ABD arasındaki ilişkiler hem son derece düşük bir düzeydeydi, hem de iki ülke, birbirini neredeyse hiç tanımıyordu. Bu nedenle, İstanbul’da onyıllarca yaşamış olan Hamlin, Washburn ve Gates gibi RC başkanları, hem aktif görevdeyken, hem de emekli olduktan sonra Osmanlı Devleti’ni ve Türkiye’yi ABD’ye anlatan, açıklayan güvenilir uzmanlar oldu. Birinci Dünya Savaşı döneminde ABD, Türkiye’nin müttefikleriyle savaşa tutuştuğunda teknik olarak Türkiye’yle de savaşa girmiş oldu, ama iki ülke hiçbir zaman birbirine savaş ilan etmedi. Bunun ardında RC yöneticilerinin ciddi emeği olduğunu tarihsel belgelerden görebiliyoruz. Aynı şekilde Lozan Antlaşması’nın müzakere edildiği dönemde, gözlemci olarak katılan ABD heyetinin danışmanı, o dönemki RC başkanı Gates’ti. Cumhuriyet’ten sonra da RC, İnönü hükümetlerinden başlayarak hep iki ülke yönetimi arasında bir köprü oldu.
RC, 1923’ten sonra zor bir hedef koydu kendine: bir yandan liberal Amerikan eğitimini sürdürecek, bir yandan da ulus inşası sürecinden geçen ve herkese aynı eğitimi vermeye çalışan Türkiye’nin Milli Eğitim’ine uyacaktı, yani birbiriyle çelişen iki yaklaşımı kendi bünyesinde uzlaştıracaktı. Bugün dönüp baktığımızda, RC’nin bunu önemli ölçüde başarmış olduğunu, iki sistemin iyi yönlerini öne çıkarma konusundaki çabalarının sonucunu aldığını söyleyebiliriz. Bugün özel okulların büyük bir kısmı için RC’nin bir ölçüt olduğu göz önünde bulundurulursa, bu başarının boyutu daha iyi anlaşılabilir. RC’nin toplumsal algıdaki yeri de uzun süre çelişkili olmayı sürdürdü. Kurucularının kimliği, okulun özellikle Cumhuriyet öncesi dönemindeki öğrenci profili ve “Amerikan okulu” olarak algılanması da Türkiye’nin orta sınıfında farklı kuşkular uyandırdı. Öte yandan anne-babalar, “yeni dünya düzeni”nde çocuklarının önde başlamasını ve daha hızlı ilerlemesini istiyor, RC’nin de bu açıdan ciddi bir avantaj sağladığını görüyordu. Bu çelişki, 1980’lerle birlikte Türkiye’nin kararlı bir biçimde dışa açılmasıyla kendiliğinden çözüldü.
Bunları söyledikten sonra, bir okulun yapıtaşının “tarih” olmasını sağlayan koşulları da ele almak gerek – aynı tarihsel dönemde faaliyet gösteren pek çok okul için böyle bir yapıtaşı söz konusu olmadığına göre. Bence buradaki en önemli etmen, okulun kuruluşundan itibaren büyük bir gururla vurguladığı ve 1950’lere kadar azalarak da olsa sürdürdüğü çokkültürlü, çokuluslu öğrenci yapısı. Bu yapının ürettiği çok özel bir sinerji var – yalnızca barış ve hoşgörü anlamında değil, erken yaşta farklılıklarla karşılaşmayı ve her meselenin birden çok yönünün olduğunu öğrenmeyi sağlaması anlamında da. Kendi coğrafyasının öncü eğitim kurumu olan RC, onyıllar boyunca Balkan ülkelerinin, Ortadoğu’nun, Kuzey Afrika’nın seçkin kadrolarını yetiştirdi ve bu ülkelerin gelişiminde önemli bir rol oynadı. Bu, pek az kuruma nasip olacak bir şeref.
150 yıllık bir geçmiş hakkında yazılan bir kitap, gelinen noktadan ötesinin nasıl göründüğü hakkında da bir şey söylemezse eksik kalır. İyi okulların, RC’nin benzerlerinin sayısının çoğaldığı, küreselleşmiş bir dünyayla doğrudan bağlantı kurmanın artık çok sayıda alternatif yolunun olduğu bir Türkiye’de, RC’nin öncü ve örnek konumunu koruyabilmesinin bence tek yolu, kendi yapıtaşının hakkını vermekten, yani çevresinde biçimlenmekte olan tarihi kucaklamaktan ve bu tarihi biçimlendirecek çokkültürlü, çokuluslu öğrenci yapısını yeniden oluşturmaktan geçiyor.
RC’nin geçmişini ve geleceğini bu perspektiften değerlendirdiğimde, kitabı yazmaya başlarken sorduğum sorunun yanıtını da bulmuş olduğumu düşünüyorum.
(kasım 2014'te yayımlanacak "tepedeki okul"un önsözü. fotoğraflar: üstteki 1914'ten, alttakiyse 1880'lerden, okulun gurur duyduğu etnik çeşitliliği gösteren, farklı "millet"lerden öğrenciler. daha 1960'lara kadar bu çeşitliliğin iyi kötü sürdüğünü söylemek mümkün. bugünse okul, etnik homojenliği neredeyse mükemmelleştirmiş durumda.)
13.4.14
hayat bilgisi: yazarlık, çevirmenlik, yayıncılık
http://hayatbilgisi.co/dersler/yaratici-yazarlik-ve-anlati-yonetimi/
Bu sınıf, “yaratıcı yazarlık atölyesi”ne benziyor olsa da -her hafta birşeyler yazılıyor, tartışılıyor- bazı yönleriyle farklı. “En iyi bildiğiniz şeyi anlatın” türü öğütler verilmiyor, “yaratıcılık” egzersizleri yaptırılmıyor. Bol bol “gerçek öykü” okunup tartışılıyor – bunların arasında ciddi miktarda “kötü yazılmış öykü” olmasına özen gösteriliyor. Asıl farkıysa, öykü yazımını “yönetilmesi gereken bir süreç” olarak ele almasında ve bunun için yazarın elindeki araçları geliştirmeye odaklanmasında. Sekiz haftalık bu ders, ister öykü, ister roman olsun, kurgu temelli bütün anlatılar için anahtar kavramları ele alarak ilerliyor: diyalog, betimleme, karakter, ironi, metafor, simge, olay örgüsü, zaman, bakış açısı, fantastik/gerçeküstü öğelerin kullanımı, dil.
25.04.2014 - 13.06.2014 Cuma 19:00
çeviri - ingilizce
http://hayatbilgisi.co/dersler/ceviri-ingilizce/
Bu sınıfta ağırlıklı olarak edebiyat çevirisi, özellikle de kurmaca metinler ele alınıyor, ama sanat, müzik, siyaset, uluslararası ilişkiler gibi uzmanlık alanlarından metinler üzerinde de çalışılıyor. Dikkat: Ödev var! Katılımcılar derse, o haftanın çevirisini yapmış olarak geliyor; sınıf çalışması sırasında, farklı seçenekler ve tercihler tartışılıyor, İngilizce ve Türkçenin söyleyiş özellikleri karşılaştırılıyor, yazar kimliği – çevirmen kimliğinin değişken sınırları gözden geçiriliyor. “Çeviri-İngilizce” sınıfının hedefi, katılımcıların kaynak metne sadakatle erek metnin güzelliği arasındaki dengeyi doğru kurmalarına yardımcı olmak. Kayıtlar 20 kişiyle sınırlıdır ve İngilizce çeviri yeterliliği aranmaktadır.
21.04.2014 - 09.06.2014 Pazartesi 19:00
yayıncılık ve editörlük
http://hayatbilgisi.co/dersler/yayincilik-ve-editorluk/
“Yayıncılık ve Editörlük”, kendi yayınevini kurmak isteyenlerle, yayınevi yöneticisi ya da editör olan ya da olmayı hedefleyenler için, mesleki eğitim – kültür – vizyon sınıfı olarak düşünüldü. Dersler yayıncılık tarihiyle başlıyor, ardından Türkiye’de yayın sektörü ve yayınevlerinin durumu ele alınıyor. Yayın programı belirleme, yayınevi organizasyonu, iş akışı, bütçe yapımı, yazar-çevirmen-matbaa-dağıtımcı-kitapçı-basın-okur ilişkileri irdeleniyor. Ardından yayınevi içi çalışmalara odaklanılıyor ve “kitabı her şeyinden sorumlu editör”ün hem kendi yapacağı, hem de yayınevinde başkalarına yaptıracağı işler ayrıntılı olarak inceleniyor. Bunlar arasında yazar ve çevirmenle ilişkiler, metin üzerinde çalışmak, arka kapak – yazar biyografisi – basın duyurusu gibi yan metinleri yazmak da var, kitap tasarımı, tanıtım ve pazarlama gibi konularda yapılacaklar da var. Derste konularının uzmanı konuklar yer alıyor, bir de matbaa gezisi var. Yayıncılığın geleceği, e-kitap ve küresel yayıncılık, copyright/copyleft gibi konular da kapsama dahil.
4.4.14
s.o.s. - bir film öyküsü
Birinci Perde
1.
Dişlerimi fırçalarken, aynanın kenarındaki mindyfo’ya bakıyorum – üç kişi var fotoğrafta, başlarının üzerinde renkli, acayip şekilli ışıklar. Onlarla fotoğrafçı arasında bir adam, kenardan kadraja girip kameraya bakmış. Kimseninkine benzemiyor bakışı. Çok solgun bir yüz. Çok güzel.
2.
Evden çıkıyorum. Şoförüm Doğukan kapının önünde bekliyor, “Günaydın Emine Hanım,” diyor gülümseyerek. Doğukan’ın yanından geçip şoför koltuğuna oturuyorum, Doğukan arkaya. Ben anayolda giderken o da koltuk başlığındaki ekrandan haberleri izlemeye başlıyor, sesini de açıyor ben de duyabileyim diye. Mindy satışları bir ayda on milyon adedi aşmış. remindy.me sitesinin üye sayısı sekiz milyonu geçmiş. Haber, sağolsun, bilmeyen kaldıysa diye özet bilgi geçiyor: Mindy, beyin dalgalarını saptayabilen, özel bir yazılım sayesinde beyin aktivitesini farklı renk ve biçimlerde ışık haleleriyle, bir hologram gibi gösteren Polaroid türü bir fotoğraf makinesi. Mindy ile çekilen fotoğraflar da (mindyfo) otomatik olarak remindy.me sitesine yüklenip paylaşılıyor. Sunucu ilginç mindyfo’ları ekrana getiriyor. Ardından, zeki sanılan bazı ünlülerin sönük halelerini gösteren “skandal” nitelikli “mindyfo-pas” fotoğraflarından da örnekler veriyor. Sonra başka bir konuya geçiyor.
3.
Şirkete geliyoruz – “Google”ı andıran bir kampüs burası. Girişin sağındaki çimenlik alana yerleştirilmiş retro tabelada “SYMAZE” yazıyor, altındaysa “for better dreams”. Doğukan kapıyı açıyor. Binaya giriyorum; asansörü beklerken sekreterim Abdullah’ı arıyorum: “Günaydın. Çıkıyorum şimdi. Bana Büşra’yla Salih’i çağırır mısın?”
4.
Çantamdan bir mindyfo çıkarıp sehpanın üzerinden onlara uzatıyorum. Banyo aynamdaki fotoğraf bu. Hiçbir şey dememe gerek kalmadan meseleyi anlıyorlar. “Bu adamın niye halesi yok?” diye soruyor Büşra. “Nereden geldi bu?” diyor Salih. “Ben çektim,” diyorum, “Akaretler’de. Bu üçü bizim kızlar, ama bu adam yoktu orada. Fotoğraf çıktıktan sonra hepimiz çok şaşırdık zaten.”
Kısa bir sessizlik. “Adamın görüntüsü de ortamdan farklı,” diyor Salih, mindyfo’ya biraz daha baktıktan sonra. “Başka bir düzlemde sanki. Başka bir yerin ışığını almış.”
“Flaş çok yakın olduğu için de öyle görünüyor olabilir,” diye itiraz ediyor Büşra.
“Halesiz başka mindyfo gördünüz mü hiç?” diye soruyorum. Görmemişler. “remindy.me’yi bir tarayın bakalım, ne çıkacak.”
5.
Bir süre sonra dayanamayıp onların odasına gidiyorum. Toplam altı kişiler. remindy.me’nin veritabanı fazla büyük, tek tek resimleri taramaları olanaksız, ama bilgi teknolojisi bölümünde onlara yardımcı olabilecek bir yazılım olabilir. Büşra onlarla konuşuyor. Yüz tanıma programını deneyeceklerini aktarıyor. On dakika kadar sonra bilgisayarına birşeyler düşüyor. “Haydaa!”yı duyunca başına gidiyoruz biz de Salih’le. Ekranında, benim adama çok benzeyen iki fotoğraf var.
“Biri Bolu’da çekilmiş bu fotoğrafların, biri Erzurum’da.”
“Tarihleri farklı gerçi,” diyor Salih, “Çok gezen biri belki.”
Büşra bir şey demeden Salih’e bakıyor.
6.
Şile yolu üzerinde, tenha bir yerde, yola paralel bir sıra ağacın arkasındaki eski ve büyük karavanın önünde arabadan iniyorum, Doğukan yok. Karavanın kapısını, üç kısa - üç uzun - üç kısa vuruyorum. Epey sonra açılıyor kapı – sıska, iri gözlü, saçları sıfır tıraşlı, ben yaşlarda bir adam. Mücahit bu.
“Geliyor musun benimle?” diye soruyor destursuz.
“Hayrola?”
“Sevkiyat geldi, dağıtmam lazım.”
Mırın kırın ediyorum faydası olmadığını bildiğim halde. Az sonra Mücahit karavanıyla önde, ben arabayla arkada, yola koyuluyoruz. Günün geri kalanında, Mücahit’in yurtdışından kaçak getirttiği gri sincapları, onlarcasını, Şile ormanlarının çeşitli yerlerine bırakıyoruz. Son kafes de boşaldığında güneş iyice alçalmış. Ormanın içi serin. Mücahit bana su uzatıyor. Arabaya yaslanıp dinleniyoruz. Cebimdeki mindyfo’ları çıkarıp ona gösteriyorum. Hepsinde soluk renkli, halesiz insanlar görülüyor. Meseleyi anlatıyorum. Bu insanların neden halesiz olduğunu çözemediğimizi. Mindyfo’ların çekildiği yerde olmadıklarını bildiğimizi, ama nerede olduklarını bilmediğimizi. Mindy’lerin bunları nasıl yakaladığı konusunda da hiçbir fikrimizin olmadığını. Mücahit’in kafası başka türlü çalışır.
Mücahit uzun uzun bakıyor mindyfo’lara. Sonra, bir anlığına gülüyor.
“Casper kızım bunlar,” diyor. Anlamıyorum.
“Eskiden televizyonda gösterilirdi ya, çizgi film, Sevimli Hayalet Casper. Hayalet makinesi yapmışsın sen!”
Mindyfo’ları Mücahit’in elinden alıyorum. Benim adamın görüntüsüne takılıyorum yine de, elimde olmadan.
“Öyle deme,” diyorum. Ne dediğimi bilmiyorum.
7.
Halesiz insanların mindyfo’larda belirip durması, kısa süre içinde dünya kamuoyunun da dikkatini çekiyor. Çeşit çeşit şehir efsanesi türüyor. Kanaat önderliğine soyunan birtakım kişiler, televizyonlarda konuyla ilgili ahkam kesiyor. Yaygın söylentilerden birini bir yemekte, arka masadaki turistlerden dinliyorum – bu halesizlerden kimisi polise bildirilmiş, kimisi bildirilmemiş kayıp insanlar.
8.
Sonunda işin içine devlet de giriyor. İstanbul Valiliği’ne çağırılıyoruz, ben ve şirketin CEO’su Nazif Kemal. Adının Abdülkadir olduğunu söyleyen, gerçekten de devlet kılıklı, devlet ağızlı bir adamla konuşuyoruz. Abdülkadir, Symaze’in elindeki halesiz arşivini istiyor Nazif’ten, bana bakmıyor bile. İkimiz de veremeyeceğimizi anlatmaya çalışıyoruz, ama üstü pek de kapalı olmayan tehditlerle, “Beyefendi” makamında Ankara havalarıyla bastırıyor Abdülkadir. Pes ettiğimizde suratına ışıltısız bir gülümseme yıvışıyor.
9.
İş orada bitmiyor tabii. İki gün sonra Symaze, Amerikalılara ve İnterpol’e ayrı ayrı aynı “hizmet”i vermek zorunda bırakılıyor. Ancak her şey o kadar çabuk gelişiyor ki, İnterpol devreye girdiği noktada remindy.me’de bulunan ve kullanıcıların kişisel tercihleriyle gizli tutulan halesiz fotoğraflarının ezici çoğunluğu paylaşıma açılıyor. Tüm dünyaya yayılmış bir sivil arama inisiyatifi başlıyor çünkü. İnanılmaz bir imece. Halesiz fotoğrafları ülkelere, şehirlere göre taranıyor. Halesizleri tanıyan çıktığında görüntüdekileri teşhis ediyor – bunların gerçekten de kayıp insanlar olduğu biliniyor artık. Ürkütücü bir veritabanı çıkmaya başlıyor ortaya.
10.
Bizimkiler ensemde boza pişiriyor. Mindy’yi ben ve ekibim geliştirdiğimiz için, orada olmayan birilerinin fotoğrafının nasıl çekildiğini açıklamak da bana düşüyor haliyle. Üst yönetim toplantısında şirketin CFO’su Mebrure düpedüz yükleniyor bana, ama murahhas üye Taha, beni biraz da beklemediğim iltifatlarla savunuyor. Somut olarak bildiğimiz şeyleri anlatıyorum.
“Bir kere her ülkede görülen yüzler farklı. Daha ilginci, bir ülkedeki yüzler ülkenin her yerinde karşımıza çıkıyor.” On dakika içinde, Arjantin’in dört ayrı şehrinde görüntülenen bir halesizin mindyfo’larını gösteriyorum.
“Bu nasıl mümkün olabilir?” diye soruyor halkla ilişkiler müdiresi Rümeysa.
“Bilemiyorum, belki atmosfer olayı gibi bir şeydir,” diyorum, “ama başta sanıldığı kadar çok sayıda halesiz yok galiba, aynı yüzler çok sık tekrar ediyor.”
“Tam sayıyı bugün yarın vereceksiniz herhalde?” – bu da Mebrure.
11.
Taha geliyor odama. Şaşırıyorum – ilk kez oluyor sanırım bu. Biraz Mebrure’yi çekiştiriyor bana, biraz şirket içi politika kupleleri sunuyor, sonra sadede geliyor. Tayland’daki bir arkadaşının mindyfo’larla ilgili çok ilginç bir çalışma yaptığını, yarın kendisine yollayacağını söylüyor, gelir gelmez birlikte incelemeyi teklif ediyor. Benim evimde, onun pişireceği Meksika yemeklerini yerken. Hazırlıksız yakalanıyorum.
“Yedide gelirim,” diyor Taha, kapıdan çıkarken, arkasına dönmeden. Adresimi sormadığını sonra fark ediyorum.
12.
Taha’yla yemek beklediğim gibi son derece sıkıcı geçerken, beklenmedik bir şey oluyor. Salonun bir köşesini eski televizyonculardan David Letterman’ın talk show’u gibi döşedim, çok severim adamı çocukluğumdan beri, nur içinde yatsın. Kendi kendime onun gibi sohbetler yapıp montajlıyorum eğlence olsun diye. Taha da kendisinin mindyfo’larını çekmemi istiyor Letterman’ın konuk koltuğunda otururken. Çekip eline tutuşturuyorum, altmış saniye içinde görüntü ortaya çıksın diye beklerken ben de hızlı bir yasemin çayı yapmaya gidiyorum mutfağa. Taha’nın çığlığı geliyor az sonra.
“Emine çabuk!”
Salona koşuyorum. Elindeki mindyfo’yu bana doğru sallıyor.
Bu o. Benim adam. Oturmuş birşeyler yazıyor büyük bir kağıda. Yanımda Taha’nın olması irkiltici bir durum, gizli sevgilimi kocamın yanında görmek gibi. Kocam olsaydı. Ama Taha gibi bir şey olmazdı herhalde. Bütün bunları o sırada düşünmüyorum tabii. Mindy’mi alıp çekmeye başlıyorum arka arkaya. Film bitiyor. Taha bana bakıyor. Kim olduğunu bir an çıkaramıyorum.
“Artık gidebilir misin?”
“Efendim?”
“Çok fenayım. Midem ağzımda. Yatacağım hemen.”
Kapıya doğru iteklemeye başlıyorum.
“Şu mindyfo’ları görseydim bari.”
Kapıyı kapayıp kilitlediğimde mindyfo’ları elime almaya korkuyorum. Masanın üstüne diziyorum hepsini. Fotoğraf karelerindeki adam, yazmayı bitiriyor, kağıdı kaldırıyor, yazıyı okuyorum:
FOTOĞRAFLAR BİZİ ÖLDÜRÜYOR
Gözleri içimi oyuyor. İskemleye çöküyorum.
İkinci Perde
13.
Symaze olarak bir açıklama yapmak zorunda olduğumuz anlaşılınca, Nazif Kemal beni de yanına alıp bir basın toplantısı düzenliyor. Nazif lafı ustaca yuvarlıyor, ama ben, ne olup bittiğini bizim de tam bilmediğimizi itiraf ediyorum, bu konuda yeterince araştırma yapmadığımızı söylüyorum. Vicdanım mı konuşuyor, kalbim mi, ben de bilmiyorum.
Ertesi günkü gazeteler bu lafa odaklanıyor tabii. Yönetim Kurulu da acil toplanıyor, Mebrure beni evire çevre dövsün diye. Pişman olmadığımı söylüyorum; makinanın yan etkilerini gerçekten bilmiyoruz, milyonlarca insan hep birlikte toplu katliam yapıyor da olabiliriz. Ama Yönetim Kurulu bununla ilgilenmiyor bile - “Önceden düşünecektiniz, artık susacaksınız.”
14.
Mücahit’e gidiyorum yine. Bu kez Çamlıca tepesine çıkıyoruz bir geceyarısı, eski televizyon kulesinin çevresine sincap yerleştirmeye. Bu yerleri neye göre saptadığını soruyorum Mücahit’e, ama tabii ki bir açıklama alamıyorum. Bütün dünyada televizyon kuleleri onyıllardır işlevsiz, çünkü artık hiçbir yerde “havadan” yayın yapılmıyor, optik kablo ve uydu kullanılıyor, eski internetin yerini alan libernet yayınları da öyle. Mücahit bir ara durup bana dönüyor, “Sence bunlar bir aradayken beyinleri daha mı çok çalışıyordur?” diye soruyor. Ben de merak ediyorum; sincapların toplu halde mindyfo’larını çekmeye başlıyorum. Bir dakika sonra bir de bakıyoruz ki dört-beş tane halesiz var fotoğraflarda. Mücahit paniğe kapılıyor, bir türlü sakinleştiremiyorum onu; karavana koşup kaçıyor, arkasına bakmadan. Ben de evin yolunu tutuyorum.
15.
Bu arada remindy.me’de, fotoğraftaki adamın kimliği ortaya çıkıyor: Recep, 32 yaşında, 29 yaşındayken ortadan kaybolmuş.
16.
Recep’in ailesini buluyorum, Adapazarı’nda yaşıyorlar. Ziyaretlerine gidiyorum. Kendi hallerinde insanlar; Recep’i bulmaya çalıştığımı anlatıyorum, ama pek umursamıyor gibiler. Onun hakkında bana anlatacak fazla bir şey de bulamıyorlar, Ankara’daki bir sosyal medya ajansının ortağı olduğunu, evlenip boşandığını, bir çocuğu olduğunu öğreniyorum; bir de şunu: Recep’i ilk gördüğüm yer, iki yaşındaki çocuğunun kaza geçirip öldüğü yerin çok yakını. Recep olaydan iki ay sonra kaybolmuş. Karısı? “O da sonra çok ilaç yuttu,” diyor Recep’in annesi, sehpanın üstündeki danteli düzelterek.
17.
Yeniden Akaretler’e gidiyorum onların yanından ayrıldıktan sonra, yolun ortasında mindyfo’lar çekiyorum, “Recep!” diye bağırınıyorum bir işe yaramayacağını bile bile.
18.
Symaze toplantısı: Nazif Kemal’e, Mindy’nin flaşı üzerinde daha fazla çalışmamız gerektiğini, aklımıza gelmeyen bir radyasyon türü yayıyor olabileceğini söylüyorum. Mebrure lafa karışıyor, bu yan etki hikayesine hiç inanmadığını, boş laflarımın şirkete ciddi zarar verdiğini söylüyor. Patlıyorum. Öfkeden elim ayağım titreyerek ortalığı birbirine katıyorum, insanların şaşkınlıkla beni izlediğini göz ucuyla görüyorum. İşin doğrusu, oradaki kimse yan etki meselesini pek umursamıyor.
19.
Toplantı dağıldıktan sonra Nazif Kemal’in odasına gidiyorum. Nazif önemli bir görüşme yapıyor, kapıda bekliyorum. Ben bir şey diyemeden Nazif anlatmaya başlıyor. Başbakan aramış, yeni haberi iletmiş: ilk halesiz yakalanmış. Frankfurt’ta iki kişi, bir yıldır kayıp olan ve halesiz fotoğrafları remindy.me’de bulunan bir arkadaşlarını görmüşler, yanına gitmişler; halesiz, onları görünce kaçmaya çalışmış ama yakalamışlar. Bunun üzerine halesiz kendi arkadaşlarına silah çekerek ateş etmiş ve ikisini de öldürmüş, ardından bir kurşun da kendine sıkmış. Hemen hastaneye kaldırılmış, hayati tehlikesi varmış. Başbakan, benim de MİT’ten bir ekiple hemen Almanya’ya gitmemi istiyormuş.
20.
Frankfurt’a indiğimizde adamın öldüğünü öğreniyoruz, ama yine de gidiyoruz hastaneye. Ölmeden önce çekilen mindyfo’larına bakıyorum – solgun da olsa halesi olduğu görülüyor, o durumdaki her insanın ancak o kadar halesi olur bence. Adamın nereden geldiği, nasıl geldiği bir muamma; görgü tanıklarının ifadesine göre, adam tabancayı kendi kafasına dayamadan önce “Biz ruhu olanlarız. Siz ruhsuzların dünyasından kendimizi korumaya çalıştık. Kendi dünyamızı kurup oraya atladık. Ama fotoğraflarınız bizi öldürüyor,” demiş.
21.
İstanbul’a döndükten sonra ofisimde, televizyona bakıyorum. Dünyanın çeşitli yerlerinde sokak gösterileri, televizyon mikrofonlarına konuşan öfkeli insanlar: Önce sevdiklerini yitirdiği için üzülmüş, ardından onların bir yerlerde bir şekilde hala yaşadığını öğrendiği için sevinmiş insanlar, şimdi o sevdikleri tarafından “ruhsuz” olarak adlandırılmayı hazmedemiyor. Gidenlerin burnu büyüklüğüne ve bencilliğine dayanamıyorlar. Ama en çok, başka bir dünyaya çekilip, bizim dünyamızda kimseye görünmeden dolaşıyor olmalarından nefret ediyorlar sanırım, mahremiyetleri yok olduğu için.
22.
Annem arıyor, “Çok fenayım,” diyor, ayrıntı vermiyor. Mecburen kalkıp ona gidiyorum. Haberleri dinlemiş olduğunu anlıyorum.
“Ben sana hep demiyor muyum, babanın ruhunu hissediyorum, o hala burada diye? Bak, doğruymuş,” diyor.
“Babam buz gibi intihar etti anne, bununla ne ilgisi var, saçma sapan konuşma allahaşkına,” diyorum çay demlerken.
Mutfakta oturuyoruz. Masada üç iskemle var. Üçüncüsüne çantamı koymama izin vermiyor.
“Baban intihar edecek adam değildi,” diyor. Yirmi üç yıldır aynı şeyi söylüyor.
23.
Nazif Kemal’e gidiyorum, Recep’i anlatıyorum, Almanya’daki adamın söyledikleriyle birleştirince ortaya bir yığın soru çıkıyor – nerede bunlar hakikaten? Mindy’ler onlara tam olarak ne yapıyor? Nasıl yapıyor? Almanya’daki adam nasıl ortaya çıktı?
24.
Evde, gecenin bir saati, televizyonda tuhaf bir çekimi izliyorum bir haber programında: Norveç’te, bir televizyon kulesinin karşısına, tüm kuleyi görecek kadar uzağa yerleştirilmiş bir kameradan geliyor görüntüler. Kulenin tepesinde biri görülüyor hayal meyal, sonra atlıyor, ama tam yere çarpacakken kayboluyor. Resmen yok oluyor yani. Aklıma Çamlıca’da çektiğim mindyfo’lar geliyor. Büşra’yı arıyorum o saatte, Salih’i ara, bütün dünyaya ait verileri analiz edin, halesizlerin en yoğun görüldüğü yerlerle televizyon kulelerinin yerleri arasında bir korelasyon var mı bulun diyorum. Bir şey olduğunu biliyorum.
25.
Ertesi sabah, gözleri kan çanağı asistanlarım bana raporlarını getiriyor – bildiğim şeyi doğrulatmış oluyorum: Gerçekten de halesizler, bütün dünyada televizyon vericileri etrafında öbekleniyor. Bunun ne anlama geldiğini düşünüyorum bütün gün.
26.
Akşam eve geliyorum, kapıyı açıp giriyorum, kapamak için döndüğümde Recep’i karşımda görüp çığlığı basıyorum. Recep sakin sakin içeri giriyor, kanepeye oturuyor, bir bardak su rica ediyor, tıpış tıpış getiriyorum. Hiçbir şey diyemeden karşısına oturuyorum, ama halimizin komikliğini beynim arkada kaydediyor yine de. Hikayenin aslını anlatıyor: Ruhu olanlar, birkaç yıldır bu ruhsuz dünyadan ve onun ruhsuz insanlarından kaçmaya başlamış. Televizyon kulelerinden atlıyorlarmış gerçekten de, bir tür geçit mekanizması. O tarafta biz görünmüyormuşuz, ama nesnelerin çoğu ortakmış. Normal dünyanın bire bir üstüne oturan, ama bu dünyadan görülmeyen-dokunulamayan bir dünya. Bir tür ruh dünyası gerçekten de. Oradan buraya geçmeyi sağlayan çok derin kuyular varmış ayrıca, kulelerin tersi gibi. İlk kim gitmiş, nereden biliyormuş nasıl gideceğini, diye merak ediyorum. Rastlantıyla olduğunu, aslında intihar etmeye çalışan ruhluların kuleden atlayıp kendilerini başka bir dünyada bulduklarını, bir süre sonra da oradaki kuyuları keşfedip geri geldiklerini anlatıyor.
Recep buraya çok acil bir görevle gelmiş: Halesizlerin dünyasının bizim tarafımızdan yok edilmesini engellemek. Bunu nasıl yapacağını henüz bilmiyor. Yardım etmem için beni ikna etmesi gerekeceğini düşündüğü için bana gelmiş. Buna hiç gerek olmadığını anlatmaya çalışıyorum ona. Kolay güvenen bir tip değil belli ki. Çok yorgun görünüyor. Kanepeyi hazırlıyorum. Sabaha kadar gözüme uyku girmiyor sonra.
27.
Doğukan’ın telefonuyla kalkıyorum yataktan: Dünyanın çeşitli yerlerinde halk televizyon kulelerine saldırıyormuş, çoğu yerde ordu müdahale etmek zorunda kalmış ve kulelerin çevresinde güvenlik kordonu oluşturmuşlar. Niye saldırdıklarını sormuyorum, yanıtı bildiğim için; asıl merak ettiğim, insanlar bu bilgiye nasıl ulaşmış? Doğukan arabada televizyonun sesini açıyor benim için: Önceki akşam bizim Taha, Büşraların raporunu basına açıklamakla kalmamış, Symaze’e ulaştırılan, varlığını bilmediğim bir video kaydını da paylaşmış. Arabayı hemen kenara çekip Doğukan’ın yanına geçiyorum: Kayıtta bir halesiz, dünyadaki ruhlulara sesleniyor ve onların dünyasına davet ederek, geçişi nasıl yapabileceklerini, kulelerden nasıl atlamaları gerektiğini anlatıyor.
28.
Doğruca Taha’nın yanına gidiyorum. Buz gibi davranıyor bana, videonun nereden geldiğini de söylemiyor. Kös kös onun yanından çıktığımda ofis çalışanlarının büyük ekranın başına toplanmış olduğunu görüp oraya seğirtiyorum: Silahlı bir grup, halesizlerin dünyasına karşı bir intihar saldırısına girişmiş. Londra’daki televizyon kulesinden atlamışlar karşı tarafa geçebilmek için, ama tabii feci şekilde can vermişler kulenin dibinde. Halesizlere saldırmak isteyenlerin en büyük silahı hala Mindy’nin kendisi. Mor flaşının halesizleri öldürdüğü öğrenildiğinden beri, bunu bir silah olarak kullanma fikri yaygınlaşıyor. Düpedüz soykırım; müsebbibi de benim.
29.
Recep benimle yaşıyor, tanınıp yakalanmamak için mümkün olduğunca az çıkıyor dışarı, bu da “misyon”uyla ilgili bir şey yapma olanağını epeyce kısıtlıyor tabii. Bu arada, dünyada geçirdiği her gün, Recep’in biraz daha solmasına, ışıltısını kaybetmesine yol açıyor. Ruhu ölüyor adamın, göz göre göre.
30.
Bir çözüm yolu bulduğumu düşünüyorum. Mindy için yeni geliştirdiğim güncellemeyi bir gece piyasaya sürüyorum ve on binlerce insanın anında güncellemeyi indirmesini ekrandan izledikten sonra Symaze’den çıkıyorum. Recep’i Boğaz’da yürüyüşe götürüyorum. O gece ne yaptığını anlatıyorum ona: Yeni güncelleme, indirildiği bütün Mindy’leri göçertecek, çalışmaz hale getirecek.
31.
Ertesi gün Symaze’de ortalık birbirine giriyor – güncellemenin nereden çıktığı bilinmiyor, bir hacker saldırısı olduğu düşünülüyor, ben de bir şey demiyorum elbette. Günün sonunda Nazif Kemal’i kovuyorlar ne yazık ki; Taha’nın itirazlarına rağmen beni seçiyorlar yerine. Görevim öncelikle virüsü temizlemek ve Mindy’leri yeniden çalışır hale getirmek, hem de hemen. Sonra da halesizleri öldürmeden görünür kılacak ve geri gelmelerini sağlayacak bir yöntem bulmak. Acayip bir bütçem var, ama büyük de bir kamuoyu baskısı altındayım, çabuk olmam isteniyor. Yani işim, yapmak istediğimin tam tersi. Recep anlattıklarımı dinliyor; bir şey dememesi beni üzüyor çok.
32.
Bazı ülkeler, TV kulelerinin yıkımına başlıyor. Sayıları artıyor. Yakında tek bir kule kalmayacak. Recep’e bunu söylemeye halim yok.
33.
Taha’nın Mebrure’yle birlik olup, bana karşı birlikte birşeyler yapmaya kalkacaklarını öğreniyorum.
Bunun üzerine, en iyi savunma ilkesi uyarınca ilk hamlemi yapıyorum, Yönetim Kurulu’na diyorum ki, Mindy’leri geri alalım, her getirene Mindyset verelim – Mindy’nin başlık modeli bu, geliştirmek üzereyim, artık fotoğraf çekmeye gerek kalmayacak, başlığın vizöründen baktığınızda direkt göreceksiniz. Kurul bu buluşa bayılıyorsa da, Mindy’leri bedava geri alma fikrine yanaşmıyor, %30 depozito saymaya karar veriyor. Ama bu başlıkların çalışmasını sağlamak için televizyon kulelerine ihtiyacım var, diyorum, yıkılmalarını engellemek ve çalışır hale getirmek zorundayız. Başka bir deyişle Symaze’in bu kuleleri satın alması lazım. Dev bir yatırım demek bu. Böyle bir başlık filan yok tabii, zaman kazandıracak bir başlık üretmeyi planlıyorum; televizyon kulesine de ihtiyacım yok aslında, yalnızca geçitleri sağlama almaya çalışıyorum. Başlığın üstünde bir kamera olacak, buradan aldığı görüntüyü eski TV yayınlarında kullanılan türden bir filtreden geçirip yine başlığın vizörüne aktaracak. Yani aslında tamamen sahte olacak. Asıl geliştirmeye çalıştığım başlık ise, doğrudan beyin dalgalarını biçimlendirerek halesizler için televizyon kulelerinden atlamanın yerine geçecek. Ama geliştiremezsem de elimde TV kuleleri olacak B planı olarak.
Yönetim Kurulu’nun kafası çalışan bir-iki üyesi, başlığın prototipini çalışır görmeden kule alımına girişmenin salaklık olacağını söylüyor tabii. Ben de prototipi denemek için kuleye ihtiyacım olduğunu söyleyip bastırıyorum. Çamlıca’dakini almaya karar veriyorlar şimdilik. Bu biraz zaman kazandırıyor bana, yeni bir geçiş yolu bulmak için. Eğer bulamazsam da, foyam ortaya çıkmadan önce (günlerim değil, saatlerim olacak bu durumda) Recep’le birlikte Çamlıca kulesinden atlayıp karşı tarafa geçeceğim – onu atlamaya ikna edebilirsem tabii. Kendi adıma endişem yok: Ruhum olduğunu biliyorum.
34.
Bu arada Recep’i yaşatmaya çalışıyorum, dünyada ona mutluluk verecek şeyler arıyorum. Ama şehir yaşamının hiçbir yönü ona iyi gelmiyor. Doğada biraz rahat ettiğini, nefesinin düzeldiğini fark edince onu Mücahit’le tanıştırıyorum, sincaplara bakmaya birlikte gidiyoruz.
Sincapları beslerlerken Recep diyor ki: Kendimi kurtarmak için kuleden atlayamam, çünkü daha sonra gelmek isteyecek ruhlu insanlara, kullanabilecekleri bir geçiş kapısı bırakmak zorundayım. Bu çok daha önemli. Buna kafam basmıyor – burada yaşayamayacaksa, tabii ki karşı dünyaya geçecek, bunda tartışılacak ne olabilir ki?
Oysa ruh, “ben”den fazla bir şey demek.
Recep diyor ki Mücahit mesela, sonradan gelebileceklerden biri. Kıskançlıkla dinliyorum bunu.
Recep, geçiş yollarının güvenliğini sağlamakla yükümlü olan Bekçileri anlatıyor. Kendilerini bu işe adamış, ruhsuzların arasında yaşamayı kabullenmiş ruhlular. Bunlardan bazılarıyla tanıştırıyor beni. Çoğu sefil halde insanlar.
35.
Bir Pazar akşamı, televizyondaki haberleri seyredip Çin yemeği yerken Recep kendi dünyasını anlatmaya başlıyor – insanların neler yaptığını, şehirlerin, köylerin, hayatın nasıl olduğunu, tuhaflıkları. Masal dinler gibi dinliyorum – gözlerim yaşarıyor neredeyse. Neden, bilmiyorum.
36.
Çamlıca kulesini satın almak için, sahibiyle görüşmek istiyoruz Symaze olarak. Fethullah, dünyanın en büyük medya patronlarından biri – elinde 100 kadar kule var, bir gün lazım olur diye almış, zaten alıcısı da olmadığı için kelepirmiş.
Randevu ayarlanıyor. Fethullah kuleyi kesinlikle satmıyor ama bize kullandırma konusunda ikna ediyorum, ayrıca dünya genelinde de kule satın alma işine gireceğiz ortaklaşa. Bunun için yeni bir şirket kurulacak, hem alımlar, hem de bakım ve idare için.
37.
Mücahit’e gidip onu Kule Şirketi’nin CEO’su yaptığımı söylüyorum. Mücahit üzerime yürüyor, ama bunun gerekli olduğunu anlatıyorum ona: Böylece halesizlerin kulelere erişimi biraz daha kolay olacak muhtemelen, Mücahit’in gizli görevi, bunu bir şekilde ayarlamak ve kulelerin güvenliğini sağlamak olacak. Ama yine de riskli bir yedek plan bu. Kuleler çok göz önünde. Başlığın çalışması lazım.
38.
Symaze’ın bu yeni ortaklığı ve büyük bir finansman kaynağı bulduğu haberi, şirketi borsada uçuruyor, Mindy’ler yağmaya başlıyor. Hepsinin imhası için emir veriyorum. Herkes Mindyset için sıraya girmiş durumda. Siparişler iki haftada üç milyona vuruyor, daha ortada hiçbir şey yokken.
39.
Yalan başlık çalışmaları ilerliyor, fakat yeni geçit konusunda hiçbir ilerleme yok. Taha ve Mebrure, Mindy’leri imha ettirdiğimi öğreniyor – meselenin basit bir program güncellemesinden ibaret olmadığını sanırım anladılar. Beni yakalamak üzereler. Artık yalnız Recep için değil, kendim için de bulmam gerekiyor bu yeni geçidi.
40.
Bu gerilime sinirlerim daha fazla dayanmıyor. Bir gün bunalıp her şeyi kırıp döküyorum, Büşra’yla Salih’in kalbini kırıyorum ve ortadan kayboluyorum. Delirecek gibiyim. Daha sonra öğreneceğim: Ben o gece eve dönmeyince Recep önce huylanıyor, Mücahit’e gidiyor, orada da olmadığımı görünce acayip endişeleniyor, fellik fellik beni aramaya koyuluyorlar. Recep koca şehirde yalnızca benim onu götürdüğüm yerleri biliyor, Mücahit sırayla bu yerlere götürüyor karavanıyla, Recep de anlatıyor ona, şurada şunu yapmıştık, burada bunu diye.
Çamlıca tepesinde buluyorlar beni tabii. Sincaplar etrafımda koşuşturuyor, dalgalanan kuyruklarıyla birbirlerini kovalayıp ağaçlara tırmanıyorlar. Recep’i karşımda görmek mutlu ediyor beni bir an, ama Recep ölmek üzereymiş gibi görünüyor.
“Kışın bu sincaplar ne yapacak?” diye soruyor Recep, “kış uykusuna yatıyor değil mi bunlar?” “Evet,” diyor Mücahit, “ne biçim rüya görüyorlardır düşünsene, koca kış boyunca, başka bir dünyada yaşamak gibi bir şey.” İrkiliyorum, ne tepki verdiysem, Mücahit’in gözlerinde korku görüyorum. Korkacak bir şey yok oysa; çözümü buldum yalnızca: Uyku.
Eğer doğru frekanstaki dalgaları uyku sırasında beynin doğru yerine verecek bir alet geliştirebilirsem, ruhluların televizyon kulesinden atlamasına benzer bir etki yaratabilirim.
Mücahit, “Ben bu kuleden atlama işi nasıl çalışıyor anlamadım hala,” diyor.
“Aslında çalışmaması lazım,” diyorum. “İşin fiziğine bakarsan, kuleden kim atlarsa atlasın, yere çakılır.”
Recep, “Bütün ruhunla inanırsan, istediğin yerden atlayabilirsin,” diyor.
Mücahit ona dönüp, “Televizyondaki eski filmler gibi konuşuyorsun,” diyor.
41.
Araştırmalarımı gizlice bu konuda yoğunlaştırıyorum. Mindy flaşlarının sağlık üzerindeki potansiyel zararlı etkileri hakkında da üçüncü kişilerin rapor yazmasını ve bunların medyaya düşmesini sağlıyorum, bir gün Mindy’lere dönüş olmaması için. Mebrure her yaptığımı izliyor, farkındayım. Arkamdan laboratuvara giriyor, defterlerimi, bilgisayarımı kurcalıyor, Taha’ya anlatıyor. Fethullah’tan randevu alıp ona da anlatıyorlar, herif iplemiyor, bana kanıt getirin, o zamana kadar da defolun gidin, çekiyor. Bana da kahkahalarla anlatıyor olanları.
42.
Sonunda başlığı deneme aşamasına getirmeyi başarıyorum, kulağa değil, biraz daha üstüne takılıyor. Deneme şansım yok tabii. Üretim yöntemini ve ilkelerini de ayrıntılı olarak kaydediyorum sonrakiler için. Üç tane başlık yapıyorum – biri Recep’in, biri benim, biri de acil bir durumda Mücahit’in kullanması için.
Üçüncü Perde
43.
Bunları çantama koyup şirketten çıkacakken koridorda ışıklar sönüyor. Mebrure’nin karaltısını görüyorum, peşimde. Karanlıkta epey bir kovalamaca oluyor, yetişiyor sonunda, itiş kakışta çantayı elimden alıyor ve kaçmaya başlıyor. Bir ara gözden kaçırıyorum, ama sonunda yakalıyorum. Elimde bir mermer heykelcik, birisinin masasından aldım herhalde, Mebrure’nin kafasına indirmek üzereyim. Mebrure aman diliyor, ağlıyor, yalvarıyor. Bir anda kendime geliyorum, kadını öldürecek halim yok herhalde. Mebrure beni ne çok sevdiğini, benim için endişelendiğini, son zamanlarda çok kötü durumdaymış gibi göründüğümü, bana yardım etmek istediğini filan anlatıyor da anlatıyor. Ona bakakalıyorum: Ne yaptığını gayet iyi anlıyorum, çünkü ben de eskiden Mebrure gibiydim biraz: dalavereci, Bizanslı, milletin ayağını kaydıran bir karı. Mebrure’nin gitmesine izin veriyorum. Hata yaptığımı tahmin ediyorum: Muhtemelen çantamın içindekileri görmüştür, belki başlık üretimine dair notlarımı bile kopyalamıştır iki arada bir derede.
44.
Nitekim: Sonradan öğreneceğim üzere, Mebrure doğruca Fethullah’a gidiyor. Çektiği fotoğrafları gösteriyor, başlığın ne işe yaradığını anlatıyor. Fethullah boş boş bakıyor, ee ne yani? Mebrure de benim bu dünyadan kaçmak için bu buluşu yaptığımı anlatıyor tane tane. “Bir hafta sonra dünyanın en zengin adamları arasına girecek biri, yarın Karayiplere uçak bileti almışsa gizlice, ne yaparsınız? Televizyonda hiç mi eski film izlemediniz?” diye soruyor. Fethullah’ın suratı bombok oluyor.
45.
Bu sırada ben, Recep’i alıp Mücahit’in karavanına gidiyorum, başlıklardan birini ona teslim ediyorum, üretim prensiplerinin dosyalarını da aktarıyorum, olanları anlatıyorum. Televizyon kuleleri planına bir şey olursa bu başlıkların kullanılması gerekeceğini söylüyorum. Mücahit, Bekçi’lerle konuşmaya ve acil durum planı yapmaya gidiyor, biz karavanda kalıyoruz. Recep’e onunla birlikte öbür tarafa geçeceğimi açıklıyorum, ne yapacağımızı anlatıyorum. Recep’te bir tuhaflık var. Başlığın tehlikesi olup olmadığını soruyor. “Senin için yok,” diyorum. O zaman benim bu başlığı kullanmama deli gibi itiraz ediyor, ölmemden korkuyor belli ki. Bu da ruhumun olduğuna inanmadığını gösteriyor. Ağlayacak gibi oluyorum. “O zaman ben de gitmem, burada kalacağım,” diyor. Ama burada kalması, ölmesi demek. Elini tutuyorum: “Ruhum yoksa, niye yaşamak isteyeyim? Birlikte gideceğiz.”
Mücahit’in dar yatağına sıkışarak yatıyoruz. Başlıkları takıyoruz. Recep ikimizin de başlığını çıkarıyor, öpüşüyoruz uzun uzun. Bunun bir veda öpücüğü olduğunu düşündüğünü anlıyorum. Yeniden takıyoruz başlıkları, REM’e geçtiğimizi algılayıp otomatik olarak dalga verecekler, yani önce uyumamız gerek.
46.
Bu esnada Fethullah’ın vurucu timi evime girmiş, ortalığı darmaduman etmiş, bulamayınca merkeze sormuşlar, Fethullah Mebrure’ye sormuş nereye gider bu kaltak diye, o da nereden biliyorsa Mücahit’e gitmiş olabileceğimi söylemiş (daha çok arkadaş edinmeliyim), karavanın yerini bilmiyormuş ama.
Fethullah’ın adamları karavanın kayıtlarını bulmuş emniyetten, GPS’ten yeri saptamışlar. Tim hemen oraya yönelmiş.
47.
Bomboş bir dünya hayal ediyorum, renklerin bile az olduğu, beyaza çalan bir dünya; hafifleyeceğim, uçacağım bir dünya. Uykuya dalıyorum, elim Recep’in elinde. 48.
Zifiri bir karanlıkta uyanıyorum; gözlerimin alışmasını bekliyorum. Bir pencere olduğunu görüyorum önce, bir yatakta yattığımı şaşırarak fark edip kalkıyorum, pencereye yöneliyorum. Kırsaldayım, belki bir çiftlikte; büyük bir çiftlik ya da mandıra gibi bir yer olmalı. Odanın kapısına gidip ışığı açıyorum – sade ama zevkli döşenmiş, butik otel odasına benzeyen bir yer burası, televizyonu ve minibarıyla birlikte. Kapıyı açmak istiyorum, ama kilitli. Recep ortada yok.
Televizyonu açıyorum. Tek bir kanal var, tanıdığım bir kanal da değil, logosu filan yok. Yapım kalitesi olarak da normal televizyon yayınlarının düzeyinde değil, tuhaf bir eskiliği var sanki. Yıllar öncesinin programlarını yayınlayan bir kanal olduğunu düşünüyorum önce, ekrandaki karakterler tanıdık geliyor ama tam da çıkaramıyorum. Sonra Recep’i görüyorum. Donmuş bir şekilde ekrana bakarken kapının açıldığını duyuyorum.
Genç bir kadın bu, güleryüzlü. Hatırımı soruyor, sonra “Sizi bekliyorlar,” diyor. Kimin beklediğini soruyorum ama cevap vermek yerine yine gülümsüyor. Birlikte odadan çıkıyoruz.
49.
Yerin altına iniyoruz asansörle, epey altına. Geldiğimiz yerin büyük bir televizyon stüdyosu olduğunu, daha doğrusu bir dizi irili ufaklı stüdyodan oluşan dev bir stüdyo olduğunu idrak etmem zaman alıyor. Bir oturma odası dekoru görüyorum, bir tür aile komedisi dizisine benziyor ortam, gerçekten de öyle olduğunu görüyorum sonra: Recep, yerli Al Bundy olarak karşımda.
“Gelebildiğinize çok sevindim,” diyor arkamda bir ses; dönünce Fethullah’la burun buruna geliyorum. “Ne yazık ki uçağım beni bekliyor, ama en kısa zamanda sizinle uzun bir sohbet yapmayı çok isterim.” Yanında Büşra ve Salih’le –ikisi de yere bakıyor tabii- gidiyor sonra.
Çekim bitince Recep yanıma geliyor, ben bir şey diyemeden beni yukarıya, dışarıya çıkarıyor.
50.
Yıldızlı bir gece, serin. “Neresi burası?” diye soruyorum.
“Kırklareli. İğneada tarafında bir çiftlik. Havası çok temiz, değil mi?”
Susuyorum. Boğazını temizleyip devam ediyor.
“Anlatmam gereken bir sürü şey var. Sonunda benden nefret edeceksin, suratımı bile görmek istemeyeceksin herhalde.”
Bunu duyunca, dinleyeceklerimden çok korkuyorum bir an.
Ceketinin iç cebinden küçük bir matara çıkarıyor, kapağını açıp bana uzatıyor.
“Tarçınlı ıhlamur.”
İçemiyorum.
“Mindy’lerin kullanacağı frekansı belirlediğin günü hatırlıyor musun?”
Beklemediğim bir soru bu.
“Evet?”
“İşte o frekans, Fethullah’ın bütün dünyada eski usul yerel televizyon yayını için kullandığı frekans. Burası bir televizyon stüdyosu, fark ettin herhalde; bunun gibi yüz yirmi stüdyo daha var dünyanın her yerinde. Fethullah’ın televizyon kulelerini kullanıyor hepsi, gizlice tabii. Mindy’ler, bizim televizyon yayınlarımızın anlık fotoğraflarını çekiyor aslında, aynı anda çektikleri diğer görüntünün üstüne bindiriyorlar. Asistanların seni o frekansa yönlendirdi, çünkü onlar da bizimkilerden.”
“Ruhu olanlar mı?”
Dalga geçip geçmediğimi anlamak istermişçesine bakıyor bana.
“O da hikaye maalesef. Bunun gibi çiftliklerde yaşayıp kendi dizilerini çeken, dünyanın her yerinde aynı şeyi yapan televizyoncularız biz, o kadar. Eski tip televizyoncu. Kablo-uydu diktasına karşı savaşıyoruz. Glokal yayın gerillası diye düşün. Kendi görüntüleme cihazımızı da geliştireceğiz. Artık insanlar bu boktan dizileri, sahte haberleri, danışıklı dövüşleri, önceden tasarlanmış tartışmaları izlemek zorunda kalmayacak.”
“Devrimcisiniz yani?”
“Sen hepimizden büyük devrimcisin,” diyor Recep. “Sen olmasaydın Fethullah da, biz de kendi kum havuzumuzda oynuyor olacaktık hala.” Dalga mı geçiyor anlamıyorum.
“Benden ne istedin Recep? Ne yaptım sana ben?”
Recep hemen cevap vermiyor.
“Mindy ve remindy.me bizim PR çalışmamızdı, senden başkası yapamazdı. Sonra da onları yıkmak gerekecekti, bunu da biz beceremezdik, ben hiç beceremezdim. Ancak sen yapabilirdin. Symaze o darbeyi alacaktı ki arkasından biz çıkalım. Şimdi Fethullah Symaze’i ucuza alacak, kendi cihazlarımızın üretimini orada yapacağız. Kuleleri de Symaze’le birlikte alıyoruz zaten. Tam senin kafandan çıkacak türden bir şey bu aslında. Birlikte iyi iş yaparız bence.”
Nutkum tutuluyor. “Allah senin belanı versin!” diyerek suratına tokadı oturtuyorum. O kendine gelemeden koşmaya başlıyorum. Çiftliğin çıkışı nerede bilmeden.
51.
Bir süre sonra durmak zorunda kalıyorum nefessizlikten. Bacaklarım kopacak gibi. Beynim zonkluyor. Yere yığılıyorum. Çiftliğin sınırına bile gelmemişim. Recep geliyor az sonra. Yanıma oturuyor. Yeniden vurmaya çalışıyorum, ellerimi tutuyor.
“‘Bizim PR çalışmamız’ dediğin şeye ben iki yılımı verdim. Sonra başıma sen çıktın. Her yerde seni aradım. Adapazarı’na bile gittim. Buralarda öleceksin diye ödüm bokuma karıştı. Seni saklayacağım diye aklım çıktı. Nasıl bir köpeksin sen? Söylesene!”
Soğukkanlılığını koruyor Recep.
“Zamanı değil belki ama, başlığı kafandan çıkarmasaydım şimdi soğuk bir rafta yatıyor olacaktın, hatırlatayım,” diyor. Ellerimi bırakıyor.
Parmağımla omzundan ittiriyorum.
“Bana asla güvenemeyeceğini biliyorsun, değil mi? Acele etmem, doğru fırsatın doğru zamanda gelmesini beklerim, sonra ne sen kalırsın, ne senin Fethullah’ın, biliyorsun değil mi? Bak bakalım ben çıkarıyor muyum senin başından başlığı o zaman.”
“Onu da bırak ben düşüneyim,” diyor. Karanlıkta gülüp gülmediğini tam anlayamıyorum.
Konuşmuyoruz, öylece oturuyoruz orada, o kadar.
52.
Sessizlik tuhaf bir şekilde sakinleştiriyor beni.
“Mindyset beynini kızartacak diye korktun mu peki?” diye soruyorum.
“Yoo, severim ben o eski çılgın bilim adamı filmlerini, onlar gibiydi. Dedim ki, bu kız gidiyorsa ben de giderim.”
“Gidilecek bir yer yokmuş ki?”
“Yaa. Düşün işte.”
Bir şey demeden uzunca bir süre geçiyor yine.
Neden sonra, Recep matarayı uzatıyor yeniden, barış çubuğu gibi.
“Daha sert bir şeyin yok mu?” diyorum.
Göz göze geliyoruz.
“Kahve filan?” diye soruyor.
Yere, çimenlerin üzerine çekiyorum onu, ağırlığını göğüs kafesimde hissediyorum.
“Veya başka bir şey,” diyorum.
S.O.N.
1.4.14
cumhurbaşkanlığı seçiminde sert rekabet
cumhurbaşkanlığı yarışı erken başladı. bu sabah ankara'da bir basın toplantısı düzenleyen darth vader, cumhurbaşkanlığına aday olduğunu açıkladı. darth vader, lime lime olmuş bu cumhuriyetten bir imparatorluk inşa edeceğini söyledi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)