24.1.14
yaşayan şehrin terk edilmişliği
Jimmy Carter’ın başkan, İspanyol paça pantalonların moda olduğu yıllarda uzaya fırlatılmıştı Voyager; amacı güneş sisteminin dışına çıkmak, uzayın derinliklerine dalmak ve karşısına çıkabilecek “akıllı canlılar”a, Dünya’yı ve insanların varlığını anlatmaktı. Bunu elbette ses ya da görüntü kaydıyla yapmayacaktı; “Altın Kayıt” adı verilen ve altın bir levha üzerine işlenen işaretler aktaracaktı insanlığın mesajını. Evrende, “dış kapının mandalı” bir konum işgal ettiğimizi nihayet kabullenmiştik 20. yüzyılın son çeyreğinde; ama bu, büyük olasılıkla hiç kimsenin bizi kurtarmaya, hatta görmeye gelmeyeceği anlamına da geliyordu ve bunu kabullenmek çok daha zordu. Voyager, bu anlamda küresel psikeyi rahatlatan bir jest oldu: İnisiyatifi ele alıyor, acınası bir naiflikle de olsa mesajımızı, bizimle o güne dek ilgilenmemiş birilerinin bizden habersiz yaşıyor olabileceğini düşündüğümüz bir tarafa, okyanusa şişe bırakır gibi salıyorduk. Hiçbir şey yapmamaktan biraz, çok az daha iyi bir tavırdı bu.
2000’li yılların ilk çeyreğinde, umulan ama beklenmeyen gerçekleşti: Voyager I ya da II gerçekten de misyonunu başarıyla tamamlamış, uzayın bilinmeyen bir köşesinde akıllı canlılara ulaşmış, onlar da bu mesajı gönderenlerin ne tür yaratıklar olduğunu merak etmiş, kalkıp Dünya’ya gelmişti. Ancak tuhaf bir sürpriz bekliyordu onları: Mesajı gönderenler sanki (dünya saatiyle) bir-iki saat önce hep birlikte ve geride hiçbir iz bırakmadan yok olmuştu. Hiçbir iz mi? Hayır, birtakım izler, işaretler bırakmışlardı aslında. Karmaşık bir labirente benzeyen şehrin çeşitli yerlerinde, son derece vurgulu biçimlerde sunulmuş bu işaretler, belki de bu ziyaretçilerin çözmesi gereken, yeni bir mesaj barındırıyordu – mesaj sahiplerinin nereye gittiğini, başlarına neler geldiğini açıklayan yeni bir mesaj.
Ayşe Ulay’ın ID:LA serisini, bu bilimkurgusal hikayeye eklemlenecek bir açıdan okumaya başlamak mümkün. Los Angeles’ta çekilmiş bu fotoğraflar, oraya özgü anlam katmanları barındırıyor elbette; farklı bir şehirde aynı yaklaşımla çekilecek fotoğraflar kuşkusuz çok farklı olurdu (Ulay’ın İstanbul ve Nice çalışmaları da bunu bizzat gösteriyor). Öte yandan, “dışarıdan” bir gözle bakıldığında, şehirler arasındaki farklılıkların, yani biçimin önemi de azalır, benzerlikler, yani anlam öne çıkardı. ID:LA’daki fotoğrafların renk, istif, grafik düzen gibi ögelerini (ve daha fazlasını) burada bir kenara ayırarak, işin ikinci kısmına odaklanmak istiyorum.
Tam olarak neyle karşı karşıyayız: Şehrin eskimiş tabelalarıyla. Bunlardan bazıları artık var olmayan işletmelerin, yıkılmamış tabelaları olarak ayakta; bazıları nesne olarak varlığını sürdürse de “gösteren” olma özelliğini yitirmiş durumda; bazılarına parazit tabelalar musallat olmuş; çoğuysa yıllar önce kurulmuş şirketlerin, yenilenmemişlikleriyle kendilerine özgü bir görsel statüye kavuşmuş tabelaları. Neler yok ki bu işletmeler arasında: lokanta, café, motel, dişçi, temizlemeci, gözlükçü, şömineci, hediyelikçi, alkol dükkanı, oto tamircisi, kambiyocu, manikürcü, rehin dükkanı, falcı, mobilyacı, emlakçı, LPG istasyonu, kaydırak, depo, merdivenci, market, eczane, sucu, sütçü vs. Bir şehri, bu şehri ayakta tutmuş hizmetlerin bir listesi sanki bu; onların gitmesi mi şehrin insansız kalmasına, terk edilmesine yol açan, yoksa insanların yok olmasıyla birlikte mi çökmüşler, belli değil.
Ama bu kadar da değil: Fotoğrafçının bunları saptama stratejisinin yarattığı kendi içinde tutarlı yanılsama da belirliyor neyle karşı karşıya olduğumuzu – şimdiki zamanı, tanımsız bir gelecek zaman çağrışımı üzerinden geçmiş zaman kılma stratejisi bu. Kurguladığımız “hikaye” ne olursa olsun, bu fotoğrafların “şimdiki zaman” sınırları içinde çekildiğini biliyoruz, yan göstergeler –arabaların modeli, cep telefonlu ilan, LPG istasyonu- doğruluyor bunu. Öte yandan izleyicinin, ne zaman olduğunu bilmesek de gelecekte bir zamanda olabilecek bir “yok oluş”a, insansız bir dünya haline gönderildiğini de söyleyebiliriz. İşte bu belirsiz gelecekten bakıldığında, şehrin bugünü, tıpkı içinde birer fosil olarak yaşattığı –yaşattığı demeyelim, varlığına tahammül ettiği, varlığından kurtulamadığı- geçmiş izleri gibi bir geçmişe dönüşecek.
Dediğim gibi, katmanlı bir geçmiş bu; kendi içinde ayrışan bir geçmişten söz ediyoruz. Bunu daha iyi anlayabilmek için tabelaların işaret etme dilini çözümlemek gerekiyor. Örneğin birindeki geçmiş zaman, diğerindeki geçmiş zamanla aynı değil – temelde görsel dilleri oluşturuyor bu katmanlaşmayı, ama bazılarının mesajında da farklı bir eskilik var. Ve bütün bu katmanlar, şehrin şimdisiyle, şimdisinin içinde varlıklarını sürdürüyorlar – bu eşzamanlılık, şehrin kendi fosillerini gömmeyi reddetmesi, şehir arkeolojisinin de çok farklı biçimlerde gerçekleştirilmesini mümkün kılıyor. Fotoğrafçının stratejisi, bu haliyle bir şehir arkeoloğunun stratejisine dönüşüyor: belirli hava, ışık ve berraklık koşulları gözetilerek saptanıyor fosiller.
Bu fosillerden bazıları, gerçekten “ölmüş”. Bazı mağaraların, milyonlarca yıl boyunca kullanılması ve bu süre boyunca evrime tanıklık edecek şekilde kemik biriktirmesi gibi, şehrin bazı köşeleri de bu tabelaları biriktiriyor sanki; yine de bu mekansal sürekliliği doğrulayacak hiçbir veri yok ID:LA’da, Ulay şehrin kimliğinin bu anlamda deşifre olmasına asla izin vermiyor. Fotoğrafçının arkeolog olarak portresine, yaman bir gazetecinin “kaynaklarını koruma” etosu da böylece renk vermiş oluyor.
Gelgelelim bu fosillerden bazıları, tıpkı doğada bulunanlar gibi, “yaşayan fosil” nitelemesini hak ediyor. Devri geçmiş bir dış iskeletin içinde yaşayan tuhaf canlılar görüyoruz. Onları yaşatan gelenek tutkusu mu, değişimin/yenilenmenin gerektireceği maddi külfeti karşılama yetersizliği mi, yoksa yalın bir umursamazlık mı? Belki biri, belki hepsi; ama gıcır gıcır olsalar da, dillerinin eskiliği değişmiyor. Başka tür bir eskilik bu, yeni tutulan bir eskilik; eski dilde konuşmaya özenmek ya da özen göstermek gibi bir şey. Bir tabelanın dediği gibi: şimdiyi, geçmişi ve geleceği bir arada gösteren psişik bir “görü” bu.
“Sağlıklı bir gezegen” tabelası, ne tür bir işletmeyi işaret ediyor olabilir? Uzayın derinliklerinden gelen akıllı canlılar, tam da bu noktada, bilmecenin çözümüne yönelik bir ipucu bulduklarını düşünecek olasılıkla. İnsan soyunun, altruistik bir jestle, gezegenin ve diğer canlıların bekası için, kendini imha yoluna gittiği tezine destek olabilecek bir tabela bu. Fakat, o da ne: paslanmaya yüz tutmuş bu tabelanın solgun yazısının altında, daha iri ama daha soluk harflerle “TEST ONLY” yazdığını fark ettiklerinde, bir adım olsun yol kat edememiş olmanın hüznü üzerlerine yeniden çökecek. Okları takip etmek sizi her zaman labirentten çıkarmayabilir: şehrin sokaklarında yürüyen ya da arabayla dolaşanların gerçekten de bu kadar çok oka ve yönlendirmeye ihtiyacı olup olmadığını sorduruyor. Tabelayla işletme arasındaki bağlantıyı kurmak ne kadar zor olabilir? İnsanın zeka düzeyi hakkında kuşkuları doğrular nitelikteki bu sorunun ardından, uzaylılar arasında homurdanmalar, bu kadar yolu gelmeye değmeyeceğini en başından söylemiş olanların serzenişleri daha çok duyulmaya başlayacak. Başka bir anlamlandırma yolunun sayı ve tekil harflerin gizemini çözmeye çalışmak olabileceğini söyleyen bir iki kısık ses de bu gürültüde kaybolacak. (Uzaylı araştırma grubunun içinde, yan unsurları değerlendirerek bir yerlere varmaya çalışacak Hastings’ler olur mu bilemiyorum, ama fotoğrafların asli ögesi arasında sayılmayacak çelik konstrüksiyon, tel ve neon-fluoresan-sodyum ışıklandırmaya duyulan büyük aşkın üzerinde durulacağına inanmak istiyorum.)
Bu insansızlık durumu o kadar baskın ki ID:LA’da, fotoğraflardan birisi izleyicide bir şok duygusu uyandırıyor. Burada da insan yok elbette, ama birbirinden bağımsız iki duvar resminde karşımıza çıkan insan figürleri, başka fotoğraflardaki antropomorfik ögeleri çok aşıyor. İki ustanın iki arabayla gösterildiği ön duvardaki resim, son derece naif çizgilere sahipken, arkada sağdaki duvarda dik açıyla duran resim; Elvis Presley, Arnold Schwarzenegger ve Marilyn Monroe’yu daha yetkin bir ilüstrasyon anlayışıyla ele alıyor. Bütün dizide insana en çok yaklaştığımız an, bizi aslında mekanik ve pop idollere yaklaştırmış oluyor; ama burası da Los Angeles zaten.
“Burası da Los Angeles zaten” – ID:LA serisini bir an için unutup, “Los Angeles”ın normalde neler çağrıştırdığını anımsayacak olursak, Ayşe Ulay’ın bizi nereden nereye getirmiş olduğunu anlamamız da kolaylaşacak. Bir şehre hiç gitmemiş olanların bile o şehir hakkında pek çok şey bilebildiği, pek çok yargı ve imge beslediği bir dünyada yaşıyoruz artık – son bir-iki yüzyıldır bu böyle elbette, ama özellikle de son yirmi yıldır. Bu “bilgi”, gerçekliğin ancak bir kısmını, basmakalıp olan kısmını kapsıyor hiç kuşkusuz, çünkü gerçeklik dediğimiz de artık bir genellemeye sığmayacak kadar çapraşık. Şehirler için de aynı şey geçerli, özellikle Los Angeles gibi toplumsal uçurumlu büyük şehirler için. ID:LA, gerçekliğin yeniden üretiminde, tutarlılık önkoşulunu asla çiğnemeden üretilebilecek bütünlüklerin birbirlerinden ne denli farklı olabileceğini ortaya koyuyor. Ayşe Ulay’ın bu fotoğraflarla kurduğu bütünlük, her ne kadar genelgeçer Los Angeles imgesinden çok uzağa düşse de, başka bir şehirde tam da bu şekilde kurulamayacağı açık; başka bir deyişle, gerçekten de burası Los Angeles.
Buradan bir adım geriye çekilip bakmaksa, bir fotoğraf politikası sorunu. İnce uzun palmiye ağaçlarının ve birkaç çiçeğin dışında hiçbir hayat emaresi görülmeyen, terkedilmiş hissi veren bir şehrin aslında yaşadığını görmek için bir adım geriye gitmek gerek. Kendi terk edilmişliğini ve hatta ölümünü içinde, bağrında taşıdığını ama onu karantinaya, çerçeveye almak zorunda kalmadan yaşamını sürdürebildiğini görmek için bir adım geri atmak gerek. Bu bize ölümü ve yıkılmış bir uygarlığı çevreleyen yaşamı ve hareketi gösterir göstermesine, kimine göre de bu daha doğru ve gerçeğe uygun bir bakışı mümkün kılar, ama ne pahasına: yalıtarak, odaklayarak gösterilen gerçekliğin çarpıcılığı pahasına.
Ulay’ın ID:LA serisi, yalnızca “bir şehir”in ya da “o şehir”in belirli bir izlek boyunca kaydedilmiş izdüşümlerini sunmakla kalmıyor, insanların yaşadığı bir şehri insansız yakalamayı başararak o eski ikileme –ormanda ağacın devrildiğini duyacak kimse yoksa, ağaç devrilirken ses çıkarır mı?- yeni bir yanıt da vermiş oluyor: İnsanın yokluğu, insanın varlığının kanıtına dönüşüyor. Ayşe Ulay, ID:LA’da genel anlamda “şehir” ve giderek “insan uygarlığı” kavramlarının seçilmiş bir yönüne odaklanarak ve bunu estetik bir süreklilik oluşturacak (yani bu düzlemdeki bir çeşitliliğin dikkatimizi dağıtmasına izin vermeyecek) bir biçimde yaparak, yok olmadan kendi yokluğumuzu hissettirmeyi başarıyor.
ID:LA - Şehir, İzdüşümler sergisi, Milli Reasürans Galerisi'nde ziyaret edilebilir.
19.1.14
geleneklerimiz, göreneklerimiz
Hrant Dink için, Hrant'ların öldürülmediği bir Türkiye için yürüyoruz. Bundan 99 yıl önce, yine bir Pazar günü, İstanbul'da yaşayan ve yazan yaklaşık 250 Ermeni entellektüeli toplamaya başlayan, sürgüne yollayan ve ardından öldüren, soykırımı yalanlama yollarından biri olarak da "İstanbul'da yaşayan Ermenilere dokunulmamıştı" diyebilen devlet geleneğinin sona ermesi için.
Resmini gördüğünüz Daniel Varujan, Sivas'ta yaşayan bir çocukken, okuması için İstanbul'a gönderilmiş, 1896 Hamit katliamlarından kurtulmuştu. 1914'te "Mehian" dergisini kurdu, döneminin en önemli Ermeni şairlerinden biri olarak ürün vermeye başladı. Ertesi yıl, 31 yaşındayken, Jön Türk yönetimi tarafından öldürüldü.
14.1.14
can'dan kapak devrimi
can yayınları'nın geleneksel kapak tasarımını terk etmesi konusunda ne düşündüğümü soranlar oluyor, buradan yanıtlamış olayım:
bir yayınevi, kapak tasarımı meselesini, tek bir şablonu bütün kitaplara uyarlamak suretiyle çözmeye karar verebilir - fransa'da, almanya'da bu tercihi yapmış büyük yayınevleri var. burada iki risk var: 1-şablonun yeterince ikonik olmaması ve özellikle büyük bir yayınevinin yükü altında bir süre sonra ezilmesi, 2-ikonik olsa bile tekil kitapların birbirinden ayrışmasını imkansız kılması, dolayısıyla yayınevi kimliğini, kitap kimliğinin önüne çıkarması.
can yayınları'nın geleneksel tasarımı, bence hem yeterince ikonik değildi, hem de tekil kitapları eziyordu. bunun en açık göstergesi, tasarımın tıkandığını yayınevinin yukarıdaki gibi zımnen kabullenişi: farklı "şeker portakalı" kapaklarına ihtiyaç duyan yayınevinin, aradığı "fark"ı bir türlü yakalayamayışının itirafı bu örnekler.
dolayısıyla ben can öz'ün değişim hamlesini gayet yerinde ve hatta gecikmiş buluyorum.
gelelim yeni kapaklara. ilk sunulan örneklerden gördüğüm kadarıyla, everest'in eski yayın yönetmeni, can'a geçerken everest'in tasarımcısını da yanında götürmüş. bu yeni kapaklarda biraz everest, biraz da yabancı yayınevlerinin esintisi açıkça görülüyor. bence bu zaman içinde düzelecek bir şey, eğer yayınevi bu konuya dikkatle eğilirse. aksi halde, elbette yüzlerce farklı kapağın dolaşımda olduğu bir ortamda, sadece onlar kadar farklı kapaklar üretiyor durumuna düşebilir. bu meselenin de daha radikal ve yapısal çözümleri mevcut tabii, ama belki adım adım gitmekte fayda vardır.
3.1.14
bazen bir yaz gecesi bir yazar
italo calvino, 1978 yazında, üzerinde çalışmakta olduğu romana bir ad bulmaya çalışıyordu. başlangıçta kitabın adının "incipit" (başlangıç) olmasını düşünmüştü, çünkü roman bir dizi roman başlangıcından oluşuyordu, ama daniele ponchiroli'ye 3 temmuz'da yazdığı mektupta bu addan vazgeçmeye hazır olduğu anlaşılıyordu:
"aslında 'incipit' yerine, bir ondokuzuncu yüzyıl romanının tipik açılış cümlelerinden birini de kullanabilirim, mesela:
'eğer bir yolcu günbatımında'
ne dersin? daha kısa bir şey bulmak zor, çünkü bir tür gerilimi de hissettirmesi lazım."
mektubun devamında calvino, bu romanın nasıl doğduğunu anlatıyordu:
"böyle bir başlık, bu kitabın fikrinin aklıma ilk geldiği ana geri gidiyor: masamın yanında bir peanuts posteri vardı, köpek snoopy daktilosuyla 'karanlık ve fırtınalı bir geceydi...' diye yazıyordu..."
calvino, 15 ağustos'ta yine daniele'ye yazdığı mektupta, bu başlıktan da memnun olmadığını anlatıyordu:
"kitabım bir adım ileri, bir adım geri gidiyor, penelope'nin ağı gibi.
başlıktan da hala emin değilim.
'eğer bir yolcu günbatımında' fazla uzun ve hatırlaması fazla zor geliyor. buna benzeyen daha basit bir şey düşündüm:
'aysız bir geceydi'
şimdi tümüyle farklı bir başlık fikrim var:
'sahte beyanlarla'
ne dersin?"
1979'da yayımlanacak eğer bir kış gecesi bir yolcu adlı calvino makinesinin yolculuğu snoopy ile başlamış, yaz gecelerinin sahte beyanlarıyla devam ettikten sonra hedefine -dolambaçlı yollardan da olsa- varmıştı. bazen bir yaz gecesi bir yazarın nereden neyi çıkaracağını kim bilebilirdi ki?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)