10.7.12

yemiştir


2001 yılında, 7'nin üçüncü baskısı çıktığında, alıntı-söyleşi yapmışım, kendi kendime. tuhaf bir fikir. belli ki kitap hakkında konuşmak istemişim.

"Adamlar yediye tapıyormuş Alibey."...
Neden 7? Neden 3, 9, 17 değil de 7? Yakışıklı bir sayı bence; mitolojisi zengin ayrıca – bir romanın adı olmayı kaldırabilir rahatlıkla. Üstelik daha filmi de yapılmamıştı o sırada. Kitabın adını "Kronk" koyacak halim yoktu herhalde. Şimdi bakınca, kitabın içinde 7'ye daha fazla yer verebilirmişim gibi geliyor öte yandan; en göze çarpan rolü, Hakan'ın yedi tane düş görmesi ve bu düşlerde yaşının giderek küçülmesi. Son düşün ne olacağı önem kazanıyor o yüzden ve bu düş dramatik bir anda ortaya çıkıp Hakan'a yeni bir boyut kazandırıyor. Ama bunun dışında yeterince hakkını verdiğimi söyleyemem 7'nin – galiba romanı 7 hikayeleriyle boğmaktan korktum. Kitabın adının bir sayı olması fikri de bana cazip gelmiş olmalı – gençlik işte.

"ile kronk çok sinirlendi ile bütün kaşıkları yok etti..."
"7"yi yazmadan önce "Kronk" kitabını, yani kutsal metni yazmaya başlamıştım. Romana bu kutsal metinden birkaç parça aldım. Kendini ciddiye alan her yazara önereceğim bir egzersiz – bir kutsal kitap yazmaya çalışmak. Nasıl bir tanrı yaratacağınız, kullarıyla nasıl bir ilişki kurduracağınız, konuşurken hangi tonu kullanacağınız, tek kişinin ağzından mı konuşacağınız yoksa çok kişiyi mi konuşturacağınız, bunların aralarında nasıl bir ilişki olacağı, sonuçta da nasıl bir inanç ve yaşam sistemi kuracağınız vs size kendiniz ve yazarlığınız hakkında çok şey öğretecektir. "Kendini kitap aracılığıyla ifade etmek zorunda hisseden tanrı" kavramı da bana o sıralar çok eğlenceli ve doğurgan geliyordu; üzerinde çalışmak istedim.

"tad almayı öğrenin..."
Bütün "Kronk"un, yani kutsal kitabın basit bir çıkış noktası vardı: kendimden alıntı yapmak gibi olacak, kusura bakmayın, ama ilk kitabımda şöyle bir laf etmiş ve pek beğenmiştim: "yaşam sahip olduğumuz tek şeyse ve sırf bu yüzden de olsa değerliyse, bir kumar ya da bir oyun, ancak yaşam konmuşsa ortaya, anlam ve heyecan açısından olabileceği herşeyi olabilmiş demektir." Bir yaşam felsefesi olarak fazla derin olmadığını, totolojik ve post-modernist bir yanının bulunduğunu kabul ediyorum, ama 22 yaşımda bana, büyükşehirde yaşayan, trajik dertleri olmayan bir üniversite öğrencisinin arkasında durabileceği en dürüst ilke gibi gelmişti: tad almayı öğrenin.

"kökünden başlayarak ucuna doğru defalarca yalıyor penisini..."
Türk romanında cinsel sahnelerde kullanılan dil ve bu sahnelerin kuruluşu konusunda bir rahatsızlığım vardı. Şiirselliğe, metafora, dolaylı anlatıma, giderek sahteliğe boğulmuş gibi geliyordu bana; bundan kaçınabilenlerinse öteki uca savrulduğunu, pornografiye kapıldıklarını düşünüyordum. Bu biraz aşırı bir yargı elbette, ama her ne kadar erotik-pornografik anlatılar yazan bir yazar olarak tanınmak gibi bir merakım yoktuysa da, bu konuda biraz efelenmek gerekir diyordum. "7" filme benzer bir anlatı olduğundan, "sevişme sahneleri"nin de porno olmayan, ama "grafik" bir dille, yani görüldüğü gibi anlatılması gerektiğine karar verdim. Metafor kullanımından tümüyle kurtulamadığım açık, "penis" sözcüğü de kulağıma batıyor şimdi, ama onun dışında fena değildirler. Kitapta buna benzer üç-dört sahne var, çok da tepki topladılar, olmasa olmaz mıydı diyen çok oldu. Ben hala olmazdı diye düşünüyorum; Hakan'la Yağmur'un aşk-cinsellik-iktidar üzerinden gelişen bir ilişkisi var ve bu üç izlek unison'a yakın bir armoniyle ilerliyor kitap boyunca. İnsanlar okuduklarında utanacak ya da iğrenecek diye bu izleklerden birini güdük bırakmayı delikanlılığa yediremedim.

"'Valla pek yeni bir şey yok. Okula gidip geliyorum...'"
Konuşma dili konusunda da takıntılıydım, hala geçmiş sayılmaz. Birbirine nutuk atmayan, kasıntı cümlelerle okuyucuyu kusturmadan da konuşabilen roman karakterlerim olsun istiyordum. Çevremdeki insanlara üç aşağı beş yukarı benzeyen karakterler vardı romanda, o yüzden onları olabildiğince çevremdeki insanlar gibi konuşturdum; "biz bunu hayatta böyle demeyiz" ölçütünü kullanmaya çalıştım. Şimdi, aradan on yıl geçtikten sonra baktığımda, bunu yüzde yüz başaramamış olduğumu görüyorum. Bazı yerlerde altından kalkamamışım. Mesela "Lütfen sakin ol, tamam mı? O olmasaydı sen çoktan ölmüştün, anlasana. Sen ortaya çıktığında seni hemen kayıtlardan sildirebilirdi." Gerçi artık böyle konuşan kızlar da türedi ya, neyse.

"Otuz yaşında Cem, yayımlanmış üç kitabı var..."
Romandaki Cem'le kendimi ayrıştırmaya, ama tümüyle de ayrı kılmamaya, açıkçası biraz kafa karıştırmaya çalışıyordum belli ki. Cem'e atfettiğim kitaplardan birini yazmıştım zaten, diğerleriyse yazmadığım ama otuzuma kadar yazabileceğimi düşündüğüm kitaplardı. "Fotoğraflarla İnsanlık Tarihi" hala bir projedir. "7"nin daha ileriki bir bölümünde bu kitabın içindeki bir bölümden, "Sönmemiş Kireç Çağı"ndan söz edilir; bu da geçen yıl çıkan "Olgunluk Çağı Üçlemesi"nin ikinci cildinin adı oldu. Bütün bunların yanısıra, Kronk'un peygamberiyle Cem'in de aynı insan olmaması, en azından böyle bir okumanın mümkün olması için epey uğraştım. Ne faydasını gördük diye sorarsanız, bilemiyorum şimdi. Bir yazar, kurduğu dünya hakkında neleri bilebilir, ne kadarı onun bilinci dışında belirlenir, kurgunun kendi mantığını dayattığı, karakterlerin kendi kendilerine konuşmaya başladığı bir nokta gerçekten var mıdır gibi sorularla uğraşıyordum ve bunu, ölümün nasıl bir şey olduğunu anlamak için bileklerini kesen zat gibi yapıyordum, benzetmek gibi olmasın.

"Çok yaşlanmıştı Hakan ve epeydir de hastaydı, yatıyordu..."
"7"de buna benzer sıçramalar kullanmıştım – birden onlarca yıl ileri ya da geri gidiyor, bir sahne anlatıp hiçbirşey olmamış gibi kaldığım yerden devam ediyordum. Eşzamanlılıkları bozarak yaptığım da oluyordu bunu – örneğin Hakan'la Yağmur'un ilk karşılaştıklarında ikisinin de üç yaşında olduğunu söyledikten sonra, ikinci karşılaşmalarında Hakan'ın 59, Yağmur'unsa 24 yaşında olduğunu belirtiyor, hiçbir açıklama da yapmıyordum. Başka bir sahnede Hakan'ı küçük bir çocukken gösteriyor, ama adını Melih yapıyor, Yağmur'u ise Edelbluth adında bir genç kız olarak o sahneye çıkarıyordum. Noktanın Kesişimleri Antolojisi'nde zamanla ilgili takıntımı daha doğrudan açığa çıkartmıştım; öykülerin sonuna eklediğim ve Ahmet Yelsoy'un yardımına başvurarak yazdığımı söylediğim yazıda zamanın yapısı ve zaman içinde yolculuk konularına kafa yormuştum. Mesele, anladığım kadarıyla, şuydu: anlatısal zamanı varsayamayız; anlatısal zamanı tıpkı anlatının geri kalanı gibi kurgulamak gerekir. Bir anlatı "gerçek hayat"a ne kadar benzemek zorundaysa, anlatısal zaman da "gerçek zaman"a o kadar benzemek zorundadır. "7"nin yapısı, zamanla bu şekilde oynamayı geçerli ve gerekli kılıyor diye düşünmüştüm. "Olgunluk Çağı Üçlemesi"nde örneğin bambaşka bir anlatısal zaman tasarımı var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.