8.10.24

kitlesel depresyon

Kocasından her gün azar işitip dayak yiyen, kızının aile içinde taciz edilmesine sesini çıkaramayan, kaynanasıyla görümcesinin nispetlerini sineye çeken, her şeye rağmen akşam sofraya yemek koymak için çırpınan ama yaranamayan, bazen "Ölsem de kurtulsam", bazen de "Ölse de kurtulsak" diyen ama kendine acıyarak beklemekten başka bir şey yapmayan bir kadın olduk topluca. Kitlesel depresyondayız.

23.4.24

Yaratıcılık ve Teknoloji

Yapay zeka araçlarının görse sanatlarda, müzikte, edebiyatta giderek yaygınlaşan bir biçimde kullanılmaya başlaması, pek çok soru ve tartışmayı da beraberinde getirdi. Yapay zekanın ürettiklerinin ne kadar özgün olduğu, üretebilmek için kullandığı ürünlerin yaratıcılarının haklarını ihlal edip etmediği, sanatın ve sanatçının ortadan kalkıp kalkmayacağı gibi konuları tartışıyoruz. Ben de kendi alanlarımla ilgili olarak ve Yapay Zeka’yla bugüne kadarki deneyimlerimden yola çıkarak bir şeyler söylemek istiyorum.

Yazar, çevirmen ve yayıncı açısından teknoloji

Yazarlık, çevirmenlik ve yayıncılık oldukça muhafazakar işler teknolojik açıdan. Ben hala kağıt ve defterle yazıyorum örneğin; işin yaratıcı kısmında da metni işleme aşamasında da teknolojiden çok az yararlanıyorum. en büyük yardımcım Google diyebilirim, o kadar geriden geliyorum.

Çeviride de Google ve online sözlükler en büyük teknolojik yenilikler oldu; DeepL ve ChatGPT’yi ancak tıkandığımda, fikir vermesini istediğimde kullanıyorum. Edebi metinlerin, özellikle de uzun kurgusal metinlerin çevirisinde ikisi de henüz çok yetersiz. 100 saatte yapılacak işi 40 saate indiriyorlar kabaca, ama o 40 saate mutlaka ihtiyaç oluyor.

Yayıncılıkta dijitalleşmenin büyük katkısı oldu diyebilirim; ben 90’ların başında bu sektöre girdiğimde binbir güçlükle yapılan tasarım, mizanpaj gibi işler ve matbaa süreçleri bugün InDesign, Photoshop gibi programlarla çok kolaylaşmış durumda. Kitabın djital versiyonu da üretim, satış ve dağıtım anlamında çok büyük kolaylıklar ve alternatifler sunuyor. Pazarlamada sosyal medya nedeniyle önemli değişimler oldu. Ama uzaktan baktığınızda yayıncılığın bambaşka bir şey haline geldiğini söylemek zor. Temel özelliklerini hala muhafaza ediyor bence.

Kişisel yaratım ve üretimde yeni teknolojiler

Yeni yazmaya başladığım romanımda ChatGPT’y nasıl kullanabilirim diye bir deneme yaptım, biraz onu anlatayım.

İşin başında ChapGPT’ye, benim ne işime yararsın diye sordum. 10 madde sıraladı:

1.ilham - yeni fikirler önermek.

2.içerik araştırması - bilgiye ulaşmak.

3.yazı desteği. cümle yapısı, gramer vs.

4.karakter geliştirme.

5.olay örgüsü geliştirme.

6.editörlük ve düzelti - yazılmış metni adam etme.

7.küçük bölümler ya da diyaloglar yazma.

8.janra göre fikirler önerme.

9.okur tepkisini ölçme - sosyal medya analizi.

10.kitap tavsiye sistemleri.

Ama şöyle de bir uyarıda bulundu: Yapay Zeka faydalı bir araç olabilir ama yaratıcı yazarlık süreci hala son derece insana dayalı bir şey. Bu işbirliği ileride yeniliklere gebe ama insanı aradan çıkarmayı beklemeyin.

Bunun üzerine aklımdaki roman fikrini, kaba olay örgüsünü ve ana karakterleri girdim, bana üç dönüm noktası ve sürpriz sonu olan bir olay örgüsü yazmasını istedim. Bana önerdiği dönüm noktaları şöyleydi: 1.gizli bir örgüt varmış, 2.ana karakterlere destek veriyor görünen karakterin kendi gizli gündemi varmış, 3.ana karakterin kendi ailesi de işin içindeymiş. Sürpriz son olaraksa yardımcı karakter son anda ana karakterin elinden her şeyi almaya çalışıyormuş ama ana karakter bunun önlemini aldığı için eli boş kalıyormuş.

Bu öneriler aslında oldukça jenerik, yani Netflix izleyen ya da yaratıcı yazarlık kursuna gitmiş yazarların romanlarını okuyan herkes üç aşağı beş yukarı böyle önerilerde bulunur. Kötü öneriler değil ama çok standart öneriler, yaratıcı bir yanları yok.

Ana olay örgüsünün içine bir de aşk ilişkisi katmasını istedim, ana karakter bir kadındı, onunla bir ilişki yaşayacak bir adam tarif ettim, olaylar sırasında birbirlerinden ayrı düşmelerini ama sürpriz sonda tekrar bir araya gelmelerini istedim. Bana önerisi şunlar oldu: Tanışma: Erkek de Kadın’ın peşinde olduğu şey hakkında bilgiliymiş ve teknik bilgisiyle kadına yardım etmeye karar vermiş. Kopma: Tam aradıkları şeye ulaşmalarını sağlayacak bir bilgi edinmişken Erkek bir yanlış anlama ya da dış etkenden dolayı Kadın’dan ayrılmış. Gerçeğin ortaya çıkması ve kavuşma: Kadın yanında Erkek olmadan araştırmalarına devam etmiş. Erkek son sahnede ortaya çıkıp Kadın’a destek oluyormuş. Birbirlerine duygularını itiraf ediyorlarmış.

Burada da Yapay Zeka’nın standart bir öneride bulunduğunu görüyorum, daha doğrusu benim sorumda söylediklerimi yeniden söylemiş, pek bir katma değeri yok. Son derece jenerik bir mutlu son. Bunun üzerine bir mutsuz son yazmasını istedim, bunu da gayet sıradan bir şekilde yaptı – peşinde oldukları şeyi tam ele geçirecekken kaybediyorlar, bu da ilişkilerini zedeliyor ve ayrılıyorlar.

Kadın karakter için bir karakter analizi ve geçmiş yazmasını, bunun da romanın konusuna paralel olmasını istedim. Burada da yaratıcı katkıları olmadı.

Son olarak kitabın ilk bölümünü yazmasını istedim. Kadın karakteri günlük yaşamı içinde tanıtan ve olay örgüsünü başlatan bir bölüm olmalı dedim. Bir sayfalık bir metin üretti – bölüm değil bölüm özeti diyebiliriz daha çok. Burada da yaratıcı bir ayrıntı yoktu.

Bu çalışma bana şunu gösterdi: bugünkü haliyle Yapay Zeka, daha çok laf ebeliğine dayanıyor. Yani bizi etkileyen şey aslında düzgün cümle kurabiliyor olması. İçerik olarak bakıldığında, bilgiye ulaşma konusunda Google’dan daha iyi değil çünkü zaten gerçek zamanlı olarak Google kullanamıyor; yaratıcılık konusundaysa sadece ulaşabildiği, var olan verileri karıştırıp yeniden sunabiliyor. Örneğin karakter geçmişinde, Kadın karakterinin annesiyle babasının bir trafik kazasında ölmüş olduğunu, bu kazanın da bir zamanların ünlü bakanı Adnan Kahveci’nin şüpheli ölümüyle sonuçlanan kaza olduğunu, babasının Kahveci’nin arabasına çarpmamak için Bolu’da şarampole yuvarlandığını yazması imkansız bugünkü noktada.

Ben aynı şeyi görsel üretiminde Midjourney ve benzerlerinde, müzik üretiminde de Udio ve benzerlerinde görüyorum. Yapay zeka, elinin altındaki ürünleri kullanarak ortaya bir amalgam çıkarıyor ve bu “gerçek” bir ürüne epeyce benzediği için hayran kalıyoruz. Ama aslında yaptığı şey bir ortalama üretmek. Yapay zekayı kendi yaratıcılığınızı desteklemek ve önünü açmak için kullanmaya çalıştığınızda çok zorlanıyorsunuz çünkü yönlendirmesi zor. Yani ne istediğinizi bilmiyorsanız sizi eğlendirecek bir şey üretebiliyor ama ne istediğinizi çok iyi biliyorsanız onu ortaya çıkarması çok zor. 

Yaratıcılık ve yapay zeka

İleriye dönük olarak baktığımda bunun bir yazılım sorunu olduğunu görüyorum. Yapay zekayı var olanlar üzerinden eğitmeye çalışıyoruz şu aşamada, bu da gerçekten yeni ve kaliteli bir şey üretmesini zorlaştırıyor; basitleştirerek söyleyecek olursam, tez ve antitezden senteze sıçrayamıyor. Daha kötüsü, yapay zekanın ürettiği milyonlarca şey de onun eğitim setine dahil olacak hızla, bu da kendisini tekrarlamasına yol açabilecek. Biz altı parmaklı insanlar yapmaması için uğraşırken onun veri setine şu anda bir sürü altı parmaklı insan katıyoruz mesela. Renkleri karıştırarak rengarenk bir şey ortaya çıkmasını bekliyoruz, ama çok karıştırınca her şey kahverengi oluyor – oyun hamuruyla oynayan herkesin çok iyi bildiği gibi. 

Yaratıcılığın yazılıma dahil edilebilmesi için uğraşmak gerek. Ben yaratıcılığı kutsayan, gözünde büyüten biri değilim, bence yaratıcılık çok basit bir şey - her şeyin değiştirilebileceğini bilmek ve değiştirirken hangi alandan neyi alacağını bilmekten ibaret. Analitik ya da eleştirel düşünceyle birleştirmezseniz yaratıcı dürtü hiçbir işe yaramaz. Bu formülasyon da yapay zekayı yönlendirme, yaratıcılığı yazılıma dahil etme konusunda işe yarayabilecek bir tanım gibi geliyor bana. 

Fikri mülkiyet ve telif

Ben bir yazar ve yayıncıyım ama fikri mülkiyet konusunda yazarların büyük kısmından ve sektörden farklı düşünüyorum. Birincisi şunu unutmamak lazım: “copyright” tarihsel olarak yazarların talep ettiği değil, yayıncıların bulduğu ve yasalaştırdığı bir kavram. Yayıncıların kendi ürünlerini birbirlerinden koruyabilmek için, süre ve yerle sınırlandırdıkları bir hak devri, asıl amacı yazarı değil yayınevini korumak. Yayınevinin hakkı devralabilmesi için bu hakkın yazarda olması gerekiyor mantıken; böyle olmadan bir “copyright” kavramı geliştirilmiş olsaydı her şey çok başka olurdu. 

Sonuçta “copyright” bulunmadan önce yazarlar, ressamlar, heykeltıraşlar, müzisyenler inanılmaz ürünler verdi; edebiyat ve sanat tarihi bunlarla dolu. Demek ki sanatın varoluşu, sanatçının varoluşu fikri mülkiyeti zorunlu kılan, o olmazsa olmayan bir şey değil. Bütün sanat ürünleri, daha önceki üretimin üzerine yapılır, onunla konuşur, ondan alır, ona cevap verir. Her sanatçı kendi tuğlasını binlerce yıldır örülmekte olan duvara ekler, kimsenin tuğlası tek başına durmaz; tuğlalar birbirine benzer, benzemez – ama sanat her zaman bir birikimdir ve o birikim yokmuş da sıfırdan yaratılmış gibi davranılamaz. 

Fikri mülkiyetse devlet aygıtının “bunu kim yaptı?” sorusuna yanıt bulabilme ihtiyacını giderdiği ve kapitalist sisteme çok kolay entegre olabildiği için bugün evrensel diyebileceğimiz bir konuma geldi ve bence çok saçma boyutlara ulaştı ama böyle devam etmesi şart değil. Dünyanın büyük kısmının imzaladığı Bern Anlaşması, “Yazarın ölümünden sonra 70 yıl” şeklinde tanımlıyor “copyright”ı. Ben 24 yaşımda ilk romanımı yayımladım, diyelim ki 64 yaşımda öldüm, kitap yazıldıktan ancak 110 yıl sonra copyright’tan çıkıyor. Daha aptalca bir şey olamaz.

Benim önerim, copyright’ın 3 yıl, 5 yıl gibi çok çok daha sınırlı bir şekilde tanımlanması. Paylaşım serbestliğinin bize mülkiyetçilikten çok daha faydalı olacağını düşünüyorum (bu konuları başka yerlerde uzun uzun tartıştım, bkz. Dildo). Manevi haklar konusuna, yani intihal meselesine gelince de genel kabulden farklı bir yerde duruyorum: Manevi hakların çok daha dar bir şekilde tanımlanmasını, intihalin de çok spesifik ve bire bir taklitlerle sınırlı olmasını savunuyorum. Bu açıdan ben yapay zekanın çok daha rahat çalışabileceği bir ortamı desteklemiş oluyorum.


22.4.24

"sincaplı gece" - parrhesiastes (1001kitap)

 Bir şeye bir şey demek o bir şeyi bir şey yapmaz. Bir şeye bir şey dememek o bir şeyin başka bir şey olabileceğini düşünme imkanı sağlasa da o başka bir şey de bir şeyi olduğu gibi kapsayamaz.

Bu kitabın az sayıda kişi tarafından okunmuş olması ne kadar üzücü, gibi salatadan laflar etmem gerekmiyor. Kitabı inceleyen üç beş kişi ittifakla bilimkurgu ve polisiye türünde yazılmış olduğunu anlatmaya çalışmış. Normalde inceleme okumak gibi bir huyum yoktur. Ancak bu kitap özelinde bir merak uyandı bende. Bence Türk standartlarının üzerinde olan bu eserin bilimkurgu veya polisiye türünde yazılmış olduğunu söylemek onu hafife almak olur. Romanın açık veya örtük hiçbir yere göz kırpmaması ve yaşanan dünyanın gerçekliğini politik, toplumsal ve varoluşsal yönleriyle olduğu gibi resmetmesi bence onu üst seviye romanların hizasına çıkarıyor. Ne eksik ne fazla. Politize olarak okur avlayan romanlardan değil kısaca. İçinde yaşadığımız dünyanın şeyleşmiş gerçekliğini olduğu gibi okurun önüne seriyor. Kitabın adındaki varoluşsal tını, Turgut Uyar'ın "Geyikli Gece" şiirine gönderme yapıyor. Bunu, bir yerde Geyikli Gece şiirini alıntılayarak Geyikli Gece lafzının yerine Sincaplı Gece yazmasından anlıyoruz. Eserde, spesifik olarak kesinlik ifade etmese de , belli başlı çağrışımlarla Türkiye'nin son 20 yıllık toplumsal ve politik hayatı anlatılıyor aslında. Eserin bilimkurgu öğeleri içermesi yaşanan gerçekliği ifade etme biçimi olarak var. Bir yanda içerisinde bulunduğumuz bu araçsal dünyada durumun farkında olmayan politik ve toplumsal olarak harekete geçmeye hazır büyük bir çoğunluk var, diğer yanda Sincaplı Gece''lerin varoluşsal bir tipi. Romanda kullanılan bütün özel isimler muhafazakar çağrışımlar içeriyor. Namazlarını kılıyorlar, selam veriyorlar v.s. Öte yandan araçsal dünyanın bütün teknolojik atılımları da dünya ölçeğinde bunların elinden çıkıyor. Bir yandan birçok ünlü marka ismi ve teknolojik atılımların öznesi oldukları bir yaşam standardı ile küresel tüketim dünyasının taşıyıcısı olan bu tipler, diğer yandan isimleri, konuşma biçimleri ve belli başlı davranışsal özellikleri ile muhafazakarlıklarını yaşıyorlar. Muhafazakar, zaten ne öyle ne böyle olan melez bir türü ifade eden bir kavram. Romanın kahramanı Emine de muhafazakar kodlarına ve bu ikiliğe sıkı sıkıya bağlı bir tip. Markalı türbanlarını ve giysilerini zaman zaman çıkarıp peruğuyla soluğu bar köşelerinde alabiliyor mesela. Emine'nin tasarladığı fotoğraf makinesi, bu makine ile çekilen fotoğraflarda görünür olan halesizler-ruhlular'ı öldürüyor. Emine de makinenin formatını değiştirerek ruhlular tarafına geçmeye karar veriyor Halbuki ruhluların kurgusal gerçekliği Emine ile aynı dünyanın gerçekliğine inanmalarından geliyor. Ruhlu olmak başta, yaşanan bu dünyaya varoluşsal bir hava katarak başka bir dünyanın özlemini içeriyor gibi gözükse de aslında Emine'yi kendi taraflarına çekmek isteyen bir grubun stratejisidir yalnızca. Romanda gezi parkı eylemleri, 15 Temmuz olayı bu bağlamlarda imgesel bir yere yerleşiyor. Uzun bir zamandır dünyanın temel gerçekliği olan araçsallaşma olgusunu bütün çıplaklığıyla anlatan enfes bir roman okudum ben. Adına ister özgürlük, ister ruhluluk densin; isterse başka başka varoluşsal motiflerle süslenen diğer talepleri içersin, söylem düzeyine getirilen herhangi bir insani durumun kullanıma açık oluşu modern çağın insanının trajedisidir aslında. Cem Akaş son yirmi yılın Türkiye'sini ve bu trajediyi sağlam bir kurguyla işlemiş. Öte yanda, Sincaplı Gece var. Öte yanda mı bu yanda mı? Belli başlı söylemlere değil, sincaplara ve şiire sahip çıkma eylemliğini sürdüren varoluşsal bir gerçeklik. Tabi bu gerçeklik roman içerisinde, gündelik hayatta olduğu gibi cılız bir şekilde ve kıyıda köşede kalarak gösteriyor kendini. Onun gücü, söylem düzeyine gelerek araçsallaştırılamamasında yatıyor. "Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta Her şey naylondandı o kadar"

7 Ağustos 2002

5.3.24

Arz: Düşünce Tarihimizde Maddiyat-Maneviyat Ekseni ve Oto-Emperyalizmin Sonuçları

Türk düşüncesinin hakim paradigmalarından biri Doğu-Batı ekseni olageldi. Bu aslında maddiyat-maneviyat ekseniydi ama maneviyat neredeyse sadece İslami maneviyat olarak tasarlandı, Hint ve Uzakdoğu maneviyatı çok az belirdi bu formülasyonda. Dünya bu formülasyonda insanı Allah’tan uzaklaştıran bir istasyon olarak görüldü, zaten “dünya” sözcüğünün kelime anlamında da bu kirlilik duygusu var.

Bugün artık açıkça görülüyor ki milattan sonraki birinci binyılın önerdiği maneviyata dönmeye çalışmanın faydası yok. Aradan bir binyıl daha geçti, bugün üçüncü binyılın önereceği maneviyat, büyüsü bozulan dünyaya büyüsünü geri vermek (“re-enchantment of the world”) ama bunu başka bir yoldan yapmak üzerine kurulu olmalı. Burada yukarıdaki nedenlerden ötürü “dünya” yerine “arz” (“arzın merkezine seyahat”teki arz) sözcüğünü tercih ediyorum; arza yönelik, arzla bütünleşmeye yönelik bir maneviyat; “el kiri dünya”nın yerine “koruyacağımız ve bizi koruyacak arz”ı öne çıkaran bir maneviyat gerekli.

“Maneviyat” o kadar zor bulunur bir şey değil - insanın kendisinden öte, kendisini aşan bir aidiyet inancı kurması. Yeterince sessiz kalabilen herkes iyi kötü bir maneviyat edinir; her halükarda bu maneviyat, Osmanlı döneminin idealize edilmiş “bir elde kılıç bir elde Kuran” maneviyatından çok farklı olmak zorunda (kaldı ki Kanuni döneminde bile taş çatlasa 150 bin kişinin buna benzer bir maneviyatı olduğu varsayılsa, imparatorluğun kalan 30 milyonu başka bir gerçeklik yaşıyordu); bu dünyanın ötesine yönelik değil, bizzat arzı merkezine alan bir maneviyat olmak zorunda.

Bu tüm dünya için artık acil bir ihtiyaç, ama en net görülebileceği yerlerden biri hasbelkader Türkiye oldu. 19.-20. yüzyılın İslam odaklı Türk düşünürleri bugün yaşasaydı, geldiğimiz noktada İslam’ın artık bir çıkış olamayacağını gözyaşları içinde idrak ederdi herhalde. Son 20 yılda yaşanan oto-emperyalizm, bu toprakların ve bu insanların (dini-siyasi görüşü fark etmeksizin) sömürülmesi, İslam temelli maneviyatın dehşetli bir sinisizmle bu sömürüyü kolaylaştıracak ve sürekli kılacak şekilde kullanılması üzerinden yol aldı. Bugün kurulmuş olan “Müslüman ülke” görüntüsü, herhangi bir maneviyattan olabilecek en uzak ülkeyi yaratmayı başardı; maneviyatın en yüzeysel işaretleri kullanılarak en acımasız maddiyat mazur gösterilir oldu.

Bugün insanlığın çıkışını, ikinci binyıla özgü maddiyatçılığından sıyrılıp üçüncü binyılın maneviyatını kucaklamaya, “iyi yaşam”ın fiziksel koşullarını yeniden tanımlayıp arzı kurtarmaya yönelmekte görüyorum, ki arz da bizi kurtarabilsin.

21.2.24

Determining Plagiarism in Literary Works

In order to prove plagiarism between two literary works, it is not enough to identify similarities in ideas, themes, subjects, places, periods, characters and plots. Since people have been writing fictional texts throughout history, it is now almost impossible to find ideas, themes, topics, plots, characters, etc. that no one has ever thought of. These are therefore not covered by copyright. Every text written by every author has similarities with other texts written by other authors before. This is the presupposition of contemporary literature. This similarity does not mean plagiarism. If we were to destroy newly written books because they were more or less similar to other texts written before, no new books would be published.

To prove plagiarism, all of the following elements must be demonstrated beyond dispute:

1. Syntax overlap.

The two texts contain the same sentences and paragraphs, or the same sentences and paragraphs with minor changes, but retaining the main skeleton (paraphrase).

This is the most important criterion for proving plagiarism. In order to detect syntactic similarities, advanced software for academic texts can be used. It is important to note that no matter which two texts you compare, similar sentences can be found to some extent; this does not constitute plagiarism, as some sentences can easily be written by any author. It is generally accepted that this similarity can be between 5-10 percent. If the similarity exceeds this, plagiarism may be suspected.

2. Literary context overlap.

The functioning of the world created in the two texts is the same.

Every novel creates a literary world; the functioning and mechanics of this world consists of many elements and can be objective, psychological, surrealist, fantastic, fairy-tale, magical realist, socialist, materialist, religious, tragic, melodramatic, etc. To be considered plagiarism, the literary context must be the same in both texts. Comprehensive textual analysis is necessary to determine this.

3. Overlap in literary style.

The language and textual organization of the two texts are the same.

No matter how "plain" and "transparent" the language, every author's writing has distinctive stylistic features and unique linguistic tics. In order to speak of plagiarism, these stylistic features and tics must be identical in both texts.

Each text presents a structure. While part of this structure is related to how the text appears on the page, an important part of it is related to how the constituent parts of the text are arranged and how they relate to each other. The temporal and spatial organization of the text is included in this structure. In order to speak of plagiarism, this structure must be seen exactly in both texts. Comprehensive textual analysis is necessary to detect plagiarism in language and text structure.

4. Overlap in the purpose of writing the text and its conclusion.

The purpose of writing and the conclusion of the two texts are the same.

In every text, one can identify at least one purpose for writing that text; this purpose may be the consideration of an argument about the world, society, people, relationships, or it may be the evaluation of one or more truth arguments; it may be based on literary or artistic arguments. Again, when each text is completed, it reaches some conclusions in line with this purpose; again, these are conclusions about the world, truth or art. In order to speak of plagiarism, the aims and conclusions must be the same in both texts. Comprehensive textual analysis is necessary to determine this.

 

Cem Akaş

 

intihal nedir, nasıl yapılır?

İki edebi eser arasında intihal ilişkisinin kanıtlanabilmesi için fikir, tema, konu, mekan, dönem, karakterler, olay örgüsü benzerliklerinin saptanması yeterli değildir. İnsanlar tarih boyunca kurgusal metinler yazmış olduğu için, bugüne kadar hiç kimsenin akıl etmemiş olduğu fikirler,  temalar, konular, olay örgüleri, karakterler vs. bulmak artık neredeyse mümkün değildir. Dolayısıyla bunlar telif hakkı kapsamına girmez ve “copyright”lanamaz. Her yazarın yazdığı metin, başka yazarların daha önce yazdığı başka metinlerle benzerlikler taşır. Çağdaş edebiyatın ön kabulü budur. Bu benzerlik intihal anlamına gelmez. Daha önce yazılmış başka metinlere az ya da çok benzediği için yeni yazılan kitapları yok etmeye kalksaydık, hiçbir yeni kitap çıkamaz olurdu.

 İntihalin kanıtlanabilmesi için aşağıdaki unsurların hepsinin tartışmasız gösterilebilmesi gerekir:


1.Sözdizimi örtüşmesi.

İki metinde aynı cümlelerin ve paragrafların bulunması ya da bunların ufak değişikliklerle ama ana iskeletin korunarak (parafraz) yer alması.

İntihal iddiasının kanıtlanmasına yönelik en önemli kıstas budur. Sözdizimsel benzerlikleri saptamak için, akademik metinler söz konusu olduğunda kullanılan gelişmiş yazılımlardan yararlanılabilir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, hangi iki metni karşılaştırırsanız karşılaştırın, benzer cümlelerin bir oranda bulunabileceğidir; bu da intihal kapsamına girmez, bazı cümleler kolayca her yazar tarafından yazılabilir. Genel kabul, bu benzerliğin yüzde 5-10 arasında olabileceğidir. Bunu aşan bir benzerlik saptanırsa intihalden şüphelenilebilir.

 

2.Edebi bağlam örtüşmesi.

İki metinde yaratılan dünyanın işleyişinin aynı olması.

Her roman edebi bir dünya yaratır; bu dünyanın işleyişi, mekaniği çok sayıda unsurdan oluşur ve nesnel, psikolojik, gerçeküstücü, fantastik, masalsı, büyülü gerçekçi, toplumcu, materyalist, dini, trajik, melodramatik vs. olabilir. İntihalden söz edilebilmesi için edebi bağlamın iki metinde de aynı olması gerekir. Bunu saptamak için kapsamlı metin analizi gereklidir.

 

3.Edebi üslup örtüşmesi.

İki metinde dil ve metin kurgusunun aynı olması.

Ne kadar “düz” ve “şeffaf” bir dille yazarsa yazsın, her yazarın yazı dilinde ayırt edici üslup özellikleri ve kendine özgü dilsel tikler vardır. İntihalden söz edilebilmesi için bu üslup özelliklerinin ve tiklerin iki metinde de birebir görülmesi gerekir.

Her metin bir yapı sunar. Bu yapının bir kısmı metnin sayfa üzerinde nasıl göründüğüyle ilgiliyken, önemli bir kısmı da metni oluşturan parçaların nasıl dizildiği, birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde olduğuyla ilgilidir. Metnin zamansal ve mekânsal kurgusu bu yapıya dahildir. İntihalden söz edilebilmesi için bu yapının iki metinde de birebir görülmesi gerekir. Dil ve metin kurgusunda intihali saptamak için kapsamlı metin analizi gereklidir.

 

4.Metnin yazılma amacında ve ulaştığı sonuçtaki örtüşme.

İki metnin yazılış amacının ve vardığı noktanın aynı olması.

Her metnin içinde, o metnin yazılmasını gerektiren en az bir amaç saptanabilir; bu amaç dünyaya, topluma, insanlara, ilişkilere yönelik bir savın ele alınması olabileceği gibi, bir ya da birden çok hakikat savının değerlendirilmesi de olabilir; edebi ya da sanatsal savların üzerine kurulmuş da olabilir. Yine her metin tamamlandığında, bu amaç doğrultusunda bazı sonuçlara ulaşır; bunlar da yine dünyaya, hakikate ya da sanata dair sonuçlardır. İntihalden söz edilebilmesi için iki metinde de amaç ve sonuçların aynı olması gerekir. Bunu saptamak için kapsamlı bir metin analizi gereklidir.

20.1.24

Marjinal Suç, Sanal Ceza

 1. Suç Nedir?

1.1. A la Kant, suç, doyum sağlamanın haksız bir yoludur.

1.1.1. Doyum, burada, en geniş anlamıyla tanımlanacaktır: herhangi bir arzunun –ister politik, ister cinsel, estetik, ruhsal vs. olsun– duyulan eksikliği giderecek derecede tatmin edilmesi.

1.1.2. Haksız bir yolun varolabilmesi için, haklı bir yolun da olması şarttır: aradaki fark, Kant için ahlaksal bir farktır, yasal değil.

1.1.2.1. Toplumun yasaları aracılığıyla, verili bir anda neyi suç olarak belirlediğinden ve zaman içinde bu belirlemenin geçirdiği değişikliklerden –ki bunlar doğrusal ya da döngüsel olabilir– bağımsız olarak, suç için, tüm zamanlarda ve tüm toplumlarda sabit kalan, “doğal” bir tanım vardır.

1.1.2.2. Bu, temelinde, dinsel bir görüştür.

1.1.3. Haksız yoldan doyum sağlamak Kant’a göre yanlıştır, yanlışlarınsa düzeltilmesi gerekir.

1.2. Hegel için suç, yalnızca birisine yapılan kötülük değil, aynı zamanda ve daha çok, bir ilkenin doğruluğunun yadsınmasıdır.

1.2.1 Hegel, Kant’a benzer bir şekilde, doğruluğu tartışılamayacak mutlak ilkelere ulaşır.

1.2.1.2. Bu da, temelinde, dinsel bir görüştür.

1.3. İnsanoğlunun varoluşuyla ilgili mutlakları belirlemek, en hafif deyimle ciddi ve öze ilişkin zorluklar içerir.

1.3.1. Bu varoluş, dünyanın varoluşunun ancak çok küçük bir bölümünü kaplamakta ve diğer –şu andaki ya da geçmişteki– canlı türleriyle karşılaştırıldığında bile, insanın pek uzun bir süredir dolaşımda olmadığı hemen görülmektedir.

1.3.2. Bu varoluş, ahlak değerlerinde şiddetli değişimlere tanık olmuştur: çok temel –hayatta kalma, üreme gibi konularla ilgili– birtakım ilkeler dışında kalanlar, hep değiştirilmek, karşı çıkılmak, ayaklar altına alınmak için ortaya konmuş gibidir.

1.3.3. “İnsan doğası”nı oluşturan ve buna uyan ya da ters düşen şeyleri saptamak bu yüzden ampirik araştırmanın öznesi olamaz pek: bunlarla ilgili her savın, a priori, dinsel, inanç-ifadeleri olması gerekecektir.

1.4. Bu, günümüze ya da başka bir zamana, bu topluma ya da bir başkasına ait yasaların rastgele, sırf yasa olsun diye oluşturulduğu anlamına gelmez.

1.4.1. Her yasal bünyede, belirli bir ekonomik şemayı ortaya çıkartmayı ya da gözetmeyi hedefleyen çok sayıda suç tanımı bulunur; e.g., demiryolu taşımacılığında devlet tekeli, mülkiyet hakları, vs.

1.4.2. Bunların yararı ya da ahlaksal niteliği ciddi bir şekilde tartışmalı olabilir.

1.4.3. Diğer suçlar genellikle o döneme hükmeden –ya da en kötü olasılıkla idiosyncratic ya da anakronistik– Zeitgeist’a uyum gösterir: her ne kadar, bu Zeitgeist’ın neler dikte ettiği hakkında çoğu zaman bir oybirliği bulunmasa da, ahlak konusunda geniş anlamda bir konsensüsten yine de söz edilebilir.

1.4.3.1. Başka bir insanı öldürmek, çalmak, “insan hakları” denilen şeyi ihlal etmek, genellikle yanlış sayılmaktadır örneğin.

1.4.4. Nasıl ki Zeitgeist’ın işaret ettiği anlam sabit ya da tartışılmaz değilse, mutlak ya da evrensel değilse, ahlak için de aynı şey geçerlidir.

1.4.5. Yine de, “ilerleme” diye bir şeyin olduğuna, bugünün yasalarının geçmiştekilerden “daha iyi” olduğuna, yarının yasalarının da bugünkülerden daha ileride olacağına dair yaygın bir inanış vardır.

1.4.6. Bu bir yanılsamadan ibarettir.

1.4.6.1. “Daha iyi”nin ne demek olduğunu tanımlamakta yarar var: bir yasa diğerinden teknik olarak daha iyi olabilir, çünkü daha açık, kesin, sofistike ve sınırları belirlidir; bir yasa, daha “adil” olduğu için de daha iyi olarak nitelendirilebilir.

1.4.6.1.1. Bu tartışmada, terimin ikinci anlamı kullanılmaktadır.

1.4.6.2. Hangi yasanın daha adil olduğunu saptayabilmek için bir adalet kavrayışının geliştirilmiş ve kullanılabilir olması gerekir.

1.4.6.3. Bu kavrayış ampirik olarak, insanoğlunun birkaç bin yıllık deneyiminin –ki bu deneyim toplamı çoğu zaman kendisiyle çelişir; dairesel değilse, en iyi olasılıkla sarmaldır zaten– analiz edilmesiyle oluşturulamayacağına göre, sentetik olarak üretilmesi ve sisteme dışarıdan “enjekte” edilmesi gerekir.

1.4.6.4. Böyle pek çok sayıda kavrayış oluşturulabileceğine ve sistemin “içinde”yken, “dış”tan bir bakışla sistem hakkında konuşmak mantıksal bir olanaksızlık olduğuna göre, dolayısıyla da elde ancak “öznel” kriterler bulunduğu için, bu kavrayışlardan birini seçmek, hangisinin Kantiyan anlamda daha adil (eğer böyle bir adalet varsa tabii) olduğuna değil, verili bir toplumda hangi hakikat-savları toplamının, yönetimdeki grubun ya da bu kararı verecek olanların çıkarlarına daha iyi hizmet ettiğine bakmayı gündeme getirecektir.

1.4.6.4.1. Burada çıkar sözcüğünün yalnızca olumsuz ya da maddeci yan-anlamları olmadığını, söz konusu kişilerin gerçek ve içten inanç ve kanılarını da içerdiğini akılda bulundurmak gerekir: “vicdan muhasebesi” deyiminin işaret ettiği kâr-zarar hesabı, beyin tarafından heuristic yöntemlerle maddi parametrelere rahatlıkla dönüştürülür.

1.4.6.4.2. Yine bu kişiler, dar bir elit çevresi olabileceği gibi, geniş bir kitle de olabilir.

1.4.6.5. Sonuçta eğer bir yasa bütünü değişikliğe uğrarsa, bu, daha iyi hakikat-savlarının keşfedilmiş olmasından değil (ki öyle olsa bile bunun ayırdına varmak olanaksız olurdu: ekstrapolasyon yapmak için yeterli veriye sahip değiliz), yasa koyucuların çıkarlarının ya da yasa koyucuların kendilerinin değişmiş olmasından kaynaklanır.

1.4.6.5.1. Her zaman yakılacak bir cadı bulunacaktır.

1.4.6.6. Bu da bir hakikat-savıdır.

1.5. Yani suç, yukarıdaki argümana bakılacak olursa, ya baskın çıkara hizmet ettiği, ya popüler “dinsel” (a priori) hakikat-savlarından esinlendiği, ya da her ikisi de geçerli olduğu için varolan bir yasanın çiğnenmesi demektir.   

 

2. Suçlular Neden Suç İşler?

2.1. Özgür irade nedeniyle – kişi, eyleminin sonuçlarının tümüyle ayırdında olarak, bir yasayı çiğnemeye karar verebilir.

2.1.1. Bu, sistem tarafından bir haksızlık yapıldığını düşündüğü ve bu haksızlığı kendi eliyle düzeltmek istediği için olabilir: oğlunun katilinin serbest bırakılmasına dayanamayan babanın, katili katletmesinde olduğu gibi.

2.1.2. Bu haksızlık duygusu daha genelleşmiş de olabilir: sistemin onu dışladığına, ona yaşama hakkı tanımadığına inandığı için çalan bir hırsızın durumunda olduğu gibi.

2.1.3. Ya da kişi suç işlemeyi bir maliyet analizi konusu olarak algılamaktadır: belirli bir suçun cezasının ne olduğunu bilir ve karşılığını para ya da zaman biriminde ödemeyi göze alarak suçu işler.

2.2. Başka seçenek olmadığı için.

2.2.1. Bu tipik olarak, kişinin durumu ve eldeki seçenekleri algılayışına bağlıdır: “Çalmak zorundaydım,” vs.

2.2.2. Öz-savunma durumlarına uyarlanmış haliyle “köşeye kısılmış fare” sendromu: kişi öldürmek zorundadır, yoksa kendi öldürülecektir.

2.2.2.1. Laf açılmışken: böyle bir edimdeki şiddet derecesi üzerinde durmakta yarar olabilir: karşı taraf davranmadan hemen önce silahını ateşlemekle, silahını ateşlemek, karşısındakinin kafasını taşla ezmek, bağırsaklarını deşmek vs. arasında oldukça önemli bir fark vardır.

2.2.2.2. Ne var ki bu fark, koşullardan dolayı ortaya çıkmış anlık bir “sağlıklı düşünme zaafı” olarak değerlendirilir ve genellikle üzerinde pek durulmadan geçilir.

2.2.2.3. Oysa bu, şiddete duyulan yoğun açlığın ve gereksinimin, sorumluluktan muaf olmanın güveniyle doyurulmasıdır.

2.2.2.3.1. Cezai ehliyete sahip olmamanın dayanılmaz hafifliği üzerinde de düşünmek gerekecek – ama şimdi değil.

2.3. Hastalık nedeniyle.

2.3.1. “Ruh ve sinir hastası” suçluların dört türü vardır: a) suçlular, duygusal gelişimdeki bazı anormalliklerden kaynaklanan kişilik ya da karakter bozukluğundan mustariptir (“Freudiyen” bakış açısı); b) suçlular, birtakım güdüleme süreçlerinin ürünüdür ve davranışları da esas olarak bu bağlamda açıklanabilir ( “Davranışçı” bakış açısı); c) suçlular daha çok, belirli bir toplumsal ortam tarafından biçimlendirildikleri için suç işler (“Sosyolojik” bakış açısı); d) suçluların hormonlarının ve bedenlerindeki diğer kimyasalların dengesi, geçici ya da kalıcı bir şekilde bozulmuştur ve bu yüzden eylemlerini denetleyememektedirler (“Biyokimyasal” bakış açısı).

2.4. Suç işlediklerinin ayırdında olmadıkları için.

2.5. Zevk için.

 

3. Suçun İyisi Olabilir mi?

3.1. Anarşik olmayan bir toplum ele alındığında, bu toplumu yöneten kuralların korunmasının, insanların ortak iyiliği için olduğu varsayılır – bu varsayım bu aşamada sorgulanmayacaktır.

3.1.1. “Oyun” metaforu da bu varsayımın hemen ardından kullanılır genellikle: her oyunun kuralları vardır – kural olmazsa oyun çöker.

3.1.2. Ancak oyunlar bile durağan değildir: kurallar değişir.

3.1.3. Demokratik bir toplumda, kuralları değiştirmek isteyenler çoğunluktaysa, önerdikleri değişim normalde er ya da geç yürürlüğe konur.

3.1.3.1. Ancak yalnızca bir azınlık oluşturuyorlarsa ve demokratik yollarla (yani oylama, gösteri, propaganda vs.) kuralları değiştiremiyorlarsa, iki seçenekle yüzleşirler: ya çoğunluğa uyacaklardır ya da marjinal suçlular olarak yaşayacak ve yakalandıklarında, yakalanırlarsa, cezalandırılacaklardır.

3.1.3.2. Belirli bir şekilde hareket etmekte ahlaksal olarak haklı olduğunu düşünen kişi için, böyle hareket etmek ahlaksal bir yükümlülüktür: Thoreau’nun dediği gibi, doğru olan için oy vermek bile, onun için hiçbir şey yapmamaktır aslında.

3.2. Toplumsal değişim ve “evrim”, muhalif toplumsal aktörlerin eylemleri sonucunda ortaya çıkar; bu muhalifler hemen her zaman marjinal bir güç olarak belirir ve hatta değişim gerçekleşirken ve gerçekleştikten sonra bile, sayısal olarak marjinal kalırlar.

3.2.1. Bu nedenle söz konusu marjinal grupların –evrim söylemi sürdürülecek olursa– uyumsal değeri vardır ve kategorik varoluşları, parçası oldukları toplumun hayatta kalabilmesi için çok önemlidir.

3.2.2. Adam öldürme, çalma ve özel mülkiyet karşıtı eylemlerde bulunma (sözgelimi) arasında elbette birtakım farklılıklar vardır; ancak bu, söz konusu suçların tümünün kategorik olarak önemli olduğu gerçeğini değiştirmez – suçlar arasında bir yararlılık hiyerarşisi, ancak geriye doğru bakılarak yapılabilir.

3.3. Çoğunluğun kurallara uymasını istemek mantıklı olsa da, sıfır-suç düzeyini tutturmanın (yani herkesin kurallara tümüyle uymasını sağlamanın), yalnızca ekonomik olarak düşünüldüğünde bile aşırı masraflı olacağı çok açık: bu iş için gerekli olacak denetim, insan kaynakları, tesis vs.’yi düşünün bir.

3.4. Marjinal suçun yararları, yalnızca maddeyle sınırlı değildir: bireysel özgürlük kavramı da, bazı bireylerin suç olarak nitelendirilen eylemleri gerçekleştirmeye hakkı olmasını gerektirir.

3.5. Bu noktada öldürmeyi bir suç örneği olarak ele alalım ve suç işleme hakkı üzerine daha spesifik bir tartışma yürütelim.

3.5.1. Öldürmek doğaldır.

3.5.2. Bu doğal güdü, her zaman şimdiki gibi yüksek tabu konumunda değildi – Avrupa’da, yalnızca üç yüz yıl önce kişilerin, özellikle de soyluların şeref, namus vs. için öldürmeleri çok normaldi – e.g., ünlü İtalyan bestecisi Gesualdo.

3.5.3. İlginç (ama yanlış) bir nedensellik: insan insanı yiyemez; ergo, insan insanı öldüremez.

3.5.4. Öldürmek bir ayrıcalıktır çünkü insanların çoğu, kendi güvenliklerini sağlamak adına Devlet’i yaratır –yaratmıştır– ve kendi yaratılarıyla yaptıkları pazarlıkta, güvenliğe karşılık olarak bazı özgürlüklerden vazgeçer.

3.5.4.1. İnsan her zaman için başka bir insanı kendi elleriyle öldürmekten ve kendi yaşamının da bir başkasının elinde olmasından korkmuştur: bu yüzden –soyut da olsa– bir kollektivite olan Devlet’e öldürme yetkisini vermiş ve ellerini yıkamıştır: kendi ölümü söz konusu olduğunda bu çoğulluğun onu koruyacağına, böylesi bir korumanın söz konusu olamayacağı durumlarınsa herkes için geçerli kurallar tarafından belirleneceğine güvenmiştir: kimsenin kendisini öldürmemesini sağlamak için Devlet’e düzenli olarak ödeme yapmayı kabul etmiş ve –bir kez yutkunarak da olsa– Devlet’in bu parayı ve yetkiyi kendisine karşı kullanması ve hatta kendisini korumak için yarattığı bu makinenin kendisini yoketmesi olasılığını kabullenmek zorunda kalmıştır.

3.5.4.2. Kendinden önceki kuşakların Devlet’ine ve Sözleşme’sine doğan kişi, düzene hızla uyum sağlar.

3.5.5. Kişinin öldürmesi kesinlikle gerekliyse, bu, ya Devlet eliyle ya da Devlet’in meşrulaştırmasıyla olur – böylesi durumlar, sanıldığından çok daha sık bir biçimde ortaya çıkmaktadır.

3.5.6. Öldürmek bir haktır ve yalnızca bu hakkı kendinde görenler hak eder öldürmeyi: bir insanın hayatta kalmasına ya da ölmesine tek başlarına karar verirler – ve bu şekilde, kendi türlerinden olan başkalarının da kendi sonları hakkında karar verebileceğini kabul ederler.

 

4. Ceza Gerekli midir?

4.1. Marjinal suç, bir kavram olarak, ancak suçlar kural olarak cezalandırıldığında işler: yakalanırlarsa, kendi kendilerinde suç işleme hakkını görenler de ceza çeker, bunu bilir ve göze alırlar.

4.1.1. Cezalandırılmayan suç, suç değildir.

4.1.2. Devlet tarafından hiçbir şeyin cezalandırılmadığı bir toplum hayal edilebilir: kişiler kendi cezalarını kendileri verir: bu, kimi zaman, Devlet’in yokluğuyla ya da anarşiyle özdeşleştirilmektedir.

4.1.2.1. Kimsenin cezalandırmadığı bir toplumu hayal etmekse o kadar kolay değildir: suç, kabahat, ihanet ve ceza, cezayı hak etme, öç, ödeşmek gibi terimler, kişilerarası ilişkilerin vazgeçilmez unsurları haline gelmiştir.

4.1.2.2. Yine de savunmasız ve ceza veremeyecek insanlar olacaktır: özel sektör için bakir bir alan daha.

4.1.2.3. Yukarıdaki durumlarda cezanın daha çok bir intikam aracı olarak kullanıldığına dikkatinizi çekiyorum – cezanın hak edildiği düşüncesinden kaynaklanıyor bu da.

4.1.2.4. Bireyler adına öç alma ve bir intikam rejimi oluşturarak bunu denetleme, Devlet’in ahlaksal yükümlülüklerinden biri değildir.

4.2. Cezanın bir işlevinin daha olduğu iddia edilir: caydırmak.

4.2.1. Cezanın, suçların işlenmesini şu şekillerde engellediği düşünülür: a) suçlunun bir başka suç işlemesini (hapsetmek, idam etmek, “iyileştirmek” gibi yollarla) engelleyerek; b) suç işleme eğilimi olanlar için caydırıcı bir örnek oluşturarak.

4.2.2. Ceza, suçlunun borçlu olduğu bir şey olarak da düşünülmüştür – onun cezalandırılması, başkalarının doyumu olacaktır.

4.2.3. Kant cezanın kendi başına iyi olduğunu, haklı göstermenin gerekmediğini savunur ve bu bağlamda, cezalandırma yükümlülüğünden söz eder.

4.2.4. Ceza, sırf (yüce) yasaya duyulan saygıdan dolayı da verilebilir – intikam, iyileştirme ya da caydırma adına değil. Hegel’e göre suçlunun cezalandırılma hakkı vardır; onu cezalandırmak, çiğnediği ilkeyi onaracaktır.

4.2.5. Foucault da, benzer bir şekilde, suçun toplumsal bir anlaşmaya ve dolayısıyla toplumun tümüne karşı işlendiğini söyler – bu yüzden toplum “içeriden vuran düşman” niteliğindeki suçlu üzerinde kesin söz sahibidir – ister asar, ister besler.

4.3. Cezanın caydırıcı bir etkisi olduğu konusunda ikna edici kanıtlar yoktur: cezalandırılan suçlunun suç işleme eğiliminin azaldığı, ceza olmasa bütün suçlar için suç işleme oranlarının artacağı, bu artışı engellemek için harcanan kaynakların boşa harcanmadığı kesin değildir.

4.4. Suçluları “iyileştirmek” insan haklarının ihlali olarak görülebilir, çünkü böylesi bir “tedavi” yalnızca ikna yoluyla değil, büyük ölçüde zorlamayla yapılır.

4.5. Bazı suçların geri dönüşü vardır – çalınan parayı geri ödemek ya da maddi zararı karşılamak vs. mümkündür: bu gibi durumlarda, suçlunun suçunu “sıfırlama”sını sağlamak yeterli bir ceza olacaktır.

4.6. Bazı suçlar ise geri döndürülemez – bu gibi durumlarda Devlet en fazla, suçluyu toplum dışına yerleştirebilir, tıpkı bir hakemin kırmızı kart göstererek bir oyuncuyu oyun dışına atması gibi.

4.6.1. Ne demiştik: “iyi”, “kötü”, “suç”, “doğru”, “yanlış” gibi terimler, içleri zamanla ve yerle değişen içeriklerle doldurulan kabuk-sözcüklerdir.

4.6.2. Ceza dağıtırken bunu akılda tutmak çok önemli: mutlak hakikat kimsenin heybesinde değil: bir toplumun üyelerinin çoğu, sahip oldukları yasalardan son derece hoşnut olabilir, ama bu toplum için, hoşnut olmayan üyelerin varlığı yaşamsaldır.

4.6.3. Eğer toplum bu muhaliflerin varlığına katlanamaz ve kendini tehdit altında hissederse, muhalifler de eylem (yaşam) biçimlerini sürdürmekte kararlıysa, toplumun alabileceği en sert önlem ya onlardan gitmelerini istemek (yani sınırdışı etmek) ya da onları hapsetmektir.

4.6.4. Thoreau: “Bugün Massachussetts’in, daha özgür ve daha az bedbaht üyeleri için sağladığı tek yer, onlar için uygun olan tek yer; tıpkı onların kendi kendilerini, ilkeleriyle dışladıkları gibi, eyaletten dışlanıp kilit altına konacakları tek yer, hapishanelerdir.”

4.6.5. Hapsetmek, fiziksel temasın ve seyahat özgürlüğünün kısıtlanmasından fazla bir yoksunluk gerektirmez: hapishane bir ada, bir doğal park, bir bina olabilir: diğer her özgürlük, özellikle de iletişim özgürlüğü korunmalıdır.

4.7. Devlet’in ahlaksal yükümlülüğü, bireysel özgürlüklere zarar gelmesini engellemektir, ayrıca kendisi de bu özgürlüklere zarar vermemekle yükümlüdür.

4.7.1. Geleneksel formül: kişi, ancak başka bir kişinin özgürlüklerine saygılı olduğu sürece özgürdür.

4.7.2. Saygılı olmazsa, ya da olmadığında, Devlet ona karşı bir edimde bulunabilir; ancak bu edim, gelecekte benzer tecavüzleri engellemeyecekse, ahlaksal bir yükümlülük değildir.

4.7.2.1. Başka suçlara yol açmayan suç, cezalandırılmayı gerektirmez.

4.7.3. Öldürme özgürlüğü, varolma özgürlüğüyle doğrudan çelişir: bu durumda bile doğru hareket, “dışlamak”tır.

4.7.3.1. “Dışlamak” su götürmez bir biçimde masraflıdır, örneğin bütün suçluları idam etmekten çok daha masraflıdır; yine de bu masraftan vazgeçilemez: marjinal suç toplum için, vs.

4.7.4. Muhalefet eden, marjinal suçlu kişinin hem kendine, hem de topluma karşı bir görevi vardır: o toplumun içinde olabildiğince uzun süre varolmak, ahlaksal duruşu ile ilgili etkisini, varoluşuyla birlikte olabildiğince göz önünde yaşatmak.

4.8. Eğer ceza, başka insanları suç işlemekten caydırıyorsa, sanal ceza da pekâlâ aynı işi görür.

4.8.1. İnsanların suç işlemekten caymaları için, suçluların cezalandırıldığına inanmaları yeterlidir: cezaların gerçekten uygulamaya konması gerekmez.

4.8.2. Bu Devlet adına gizlilik ve kurgu-üretimi gerektirecektir: tutuklamaların, duruşmaların, cezaların, hapishanelerin ve tutukluların tümüyle kurgu ürünü olduğu ortaya çıkmamalıdır; bunlarla ilgili –elbette kurgusal– haberler düzenli olarak sağlanmalıdır.

4.8.3. Bu Devlet adına büyük bir ek maliyet ve risk demektir ve sıradan devlet adamlarıyla kolay kolay gerçekleştirilemeyecek bir tasarıdır.

12.1.24

“Ofelya bence de benim en rahat okunan kitabım”

- Sizin külliyatınıza “kült eserlerin yeniden yaratıldığı bir külliyat” demek doğru olur mu? Çünkü Ofelya’yı elime alır almaz aklıma gelen ilk eserlerinizden biri geçen sene okurla buluşan Son Kişot oldu.

Böyle bir yenidenyazım damarı var evet. Son Kişot’a adını veren öykü (tahmin edilebileceği gibi) Don Kişot hikayesi üzerine kuruluydu, Gizli Hava Müzesi’nde altı yazarın “ağzından” altı öykü yazmıştım, 19 bir anlamda Kuran’ın ve peygamberin biyografisinin yenidenyazımıydı, Y'nin üç bölümünden biri, Pinokyo’nun yenidenyazımıydı. Sincaplı Gece de aslında bir açıdan ilk romanım 7’nin de bir yenidenyazımı, çok soyutlayarak bakıldığında. Tabii her birinde farklı stratejiler söz konusu – yeniden yazmanın çeşitli biçimleri var.

- Öyleyse neden bunu tercih ediyorsunuz?

Güzel soru. Ben yazmaya böyle başladım, beni etkileyen öykülere benzer öyküler yazmaya çalışarak. Bir dönem O. Henry öykü ödüllerinin okul kütüphanesindeki bütün yıllıklarını okudum, bu da bana oldukça verimli bir panoramik bakış sağladı, öyküde neler yapılabilir, neler yapılıyor konusunda. Bunların arasında beni çarpan öyküleri çalışmaya başladım – kurgu, karakter, cümle yapısı, betimleme, tempo, ironi, diyalog gibi konularda yazar ne yapmış, neyi tercih etmiş, neden etkili olmuş, ben buna benzer bir şey yapsam ne yaparım, nasıl yaparım. Herkese öneririm, çok etkili bir temrin bence. Sonrasında bunu sadece bir egzersiz olarak değil, özgün bir yapıt ortaya çıkarmaya çalışırken de uygulanabilecek bir yöntem olduğunu gördüm, ki sanatın başka dallarında bu zaten çok yaygın olarak kullanılan bir çıkış noktasıdır. Caravaggio’nun bir temasını alır, onun üzerine kendi yapıtınızı inşa edersiniz. Weiss’ın bir temasını Bach kullanır, Bach’ın bir temasını Sibelius kullanır, Sibelius’un bir temasını da Duke Ellington kullanır. Cover dediğimiz şey zaten yenidenyazım. Bu stratejinin getirisi şu – bir yandan kendinizi çok sevdiğiniz bir yapıtın içine koyuyorsunuz, yeni bir diyara gitmek gibi bir şey bu, bir dolu şey keşfediyorsunuz, onun heyecanı çok ayrı; bir yandan da o yapıtın içinde kendinize bir alan açıyorsunuz, yapıtın bazı niteliklerini temel alarak kendi alanınızı şekillendiriyorsunuz. Bu bir kısıt gibi görünse de kısıtlar aslında yaratıcılığı körükler – İran sinemasının tamamı buna güzel bir örnek oluşturur, ölçülü uyaklı şiir yazmak da öyle – beyninizi farklı bir biçimde çalışmaya zorlamış olursunuz ve beklenmedik güzellikler çıkabilir, şansınız yaver giderse.

- Ayfer Tunç’la 2001 yılında yaptığınız bir söyleşide “Benim için her kitap, içinde mimari ve mekanik problemler barındırır, daha doğrusu kitabı kurmak, benim için öncelikle bu problemleri kurmak, sonra da çözmektir.” diyorsunuz. Ofelya’nın mimari ve mekanik problemlerini kurmak ve çözmek ne kadar sürdü?

Uzun. Yıllarca. Fraktal geometri ilkelerini kullanarak bir metin yazma fikri kafamda çok eskiden beri vardı, ama nasıl yapacağımı bir türlü kestiremiyordum; böyle bir yapıyı gerekçelendirecek bir anlatı bulmaya çalışıyordum aynı zamanda, onu da bulamıyordum. Başarısız bazı denemelerim oldu, sonunda bıraktım, belki bir gün çözerim dedim. Ofelya’nın hikayesi üzerinde çalışırken bir yandan Ofelya’nın kendisini ortaya koyuş biçimini iki eksende değerlendirebileceğimi gördüm: Bir eksende aksiyon ve reaksiyonları, diğer eksende duygu ve düşünceleri koyduğumda Ofelya’nın yolculuğunun grafiği ortaya çıkıyordu. Diğer yandansa Shakespeare’in Hamlet’i kurgulayışında başta çok düşünme-az aksiyon içeren bir noktadan, az düşünme-çok aksiyon içeren bir finale nasıl gittiğini fark ettim. Bu sonuca yapısal olarak ulaşmanın yollarından biri de, gittikçe kısalan bölümler kullanarak tempoyu artırmaktı. Bu iki çıkarım, fraktal geometriyi kurguya uyarlamanın anahtarını sundu bana. Kristalleşme yapısı da giderek küçülen ek geometrik biçimler ve bunların çoğaltılması üzerine kurulu, bilindiği gibi. Dolayısıyla hem nasıl yapacağımı, hem de neden yapacağımı bulmuş oldum.

- Shakespeare’in Hamlet’i, Ophelia’ya -ve kadınlara- yerli yersiz namuslu ve edepli olma dersleri veren, haddi olmadan eleştiren dengesiz bir karakter. Ophelia’ın ölümü ise bugün pek çok editörün müdahale edeceği kadar havada kalmış... Şartlar böyleyken neden bir oyun olarak Hamlet’i bu kadar seviyorsunuz, seviyoruz?

Herkesin kendisine göre nedenleri vardır tabii ama benim etkilendiğim yönlerinden biri, Shakespeare’in bu kadar edilgen bir karakterden bu kadar gergin ve sürükleyici bir trajedi çıkarabilmiş olması. Sonuçta Hamlet, 1600’lerin başında yazılıp oynanmaya başlamış bir yapıt; izleyicisi de elit ve eğitimli bir kesim değil, ortalama halk; bugün Kızılcık Şerbeti’ni izleyenler o zamanlar Hamlet’i izliyordu. O yüzden Shakespeare oyuna bir aşk ilişkisi giydirdi, Rosencrantz ve Guildenstern gibi karakterlerle komiklik unsuru kattı, Horatio’yla örnek bir erkek arkadaş yaratıp izleyicinin hayranlığını beslerken Claudius’la içten pazarlıklı bir erk sahibi yaratıp izleyicinin bilenmesini sağladı. Baba Hamlet’i hayalet yaparak fantastik öğe bile kullanmış oldu! Ve tabii ele aldığı insanlık meseleleri o zaman da evrenseldi, bugün de öyle. Dil yeteneğine hiç girmiyorum. Hamlet bir anlamda bir anti-kahraman, ama Shakespeare buradan da izleyiciye bir özdeşlik kurma fırsatı çıkarıyor – zor bir durumda, hiçbir şey yapamaz durumda, peki ama siz ne yapardınız, yapabilir miydiniz? Unutmayalım ki o dönem aynı zamanda İngiltere’de şeref cinayetinin geçerliliğini yitirdiği, size karşı işlenen suça kendinizin ceza biçmenizin artık kabul edilmez bulunmaya başladığı bir dönem – Hamlet babasının intikamını alabilecek mi, nasıl alacak diye oyunu seyredenlerin kafasında ayrıca bir de intikam almalı mı sorusu var.

- Anladığım kadarıyla uzun zamandır “akıl ve delilik” hakkında düşünüyorsunuz. Bir söyleşinizde “Deliliğin sağlam bir şekilde var olabilmesi için akıl gerekir insana. Tabii akıl da sağlam biçimde var olabilmek için arada bir delirmelidir. Bu yüzden birbirlerinin nöbetini tutarlar.” diyorsunuz hatta. Hamlet ve Ophelia da sizi bu konuda düşünmeye iten karakterlerden mi?

“Though this be madness, yet there’s method in’t” – Polonius bunu Hamlet için söyler, delilik bu ama bir mantığı var anlamında. Hamlet oyun boyunca bu gri alanda dolanır, gerçekten deli mi yoksa deliyi mi oynuyor çok belli olmaz, bu belirsizliği de kendi lehine kullanır; yoruma bağlı ama belki de arada sırada gerçekten şirazesinden kayar, sonra toparlar. Ophelia için de aynı şey geçerli – her ne kadar Shakespeare ona “aşkından deliren genç kız” gömleğini uygun görmüşse de bazı ayrıntılarda onun da deli sanıldığı anlarda gayet de akıllı olduğunu düşündürtür. Mesela sonlara doğru Ophelia çiçekler hakkında bir şarkı söylemeye başlar durduk yerde, sahnedekiler “vah vah” der ama Ophelia burada bir “mesaj kaygısı” güdüyor gibidir, herkese bir çiçek atfederken kendisine sedefotunu verir. Bunun ne anlama geldiğini söylemeyeyim ama bu ayrıntıyı romanda kullanmamak yazık olurdu!

- Hamlet Shakespeare’in en uzun ve yıllardır en çok analiz edilen, “didiklenen” oyunu ama Ofelya sizin en kolay okunan ve (yanlış hatırlamıyorsam) en kısa metniniz. Bu gülümseten tezatlık sizi nasıl motive etti?

Çok uzun zamandır yazıyorum gibi geliyor bana; ilk kitabım Noktanın Kesişimleri Antolojisi’ni okuyan Tomris Uyar demişti ki, “Anladık zekisin ama gözümüze sokman şart mı?” İki yıl sonra 7 yayımlandığında, hakkında çıkan ilk yazının başlığı “Bu roman zeki okur için!”di. Başlarda bunu benimsemeye çalıştıysam da (Okuyanus iki kitabımı yayımladığında “Türk edebiyatının oyun kurucu elemanı” yazan bir poster yaptırmıştı) aslında bu bir tür lanet oldu benim için. Son dönemdeyse çok daha basit şeylerden okurumu yıldırdığımı gördüm – Zamanın En Kısa Hali’nde bazı bölümler tekrar eder, irili ufaklı değişikliklerle; bunu “yazar çalakalem yazmış” ya da “bu ne özensiz bir yayınevi” diye değerlendirenler oldu. Dedim ki ölmeden düz, derli toplu, ne dediği belli bir kitap yazmam lazım. Fraktal geometriydi, yenidenyazımdı bunlar da işi biraz karıştırıyor tabii ama saptamanıza katılıyorum, Ofelya bence de benim en rahat okunan kitabım. Umarım gerçekten de öyledir.

- Fraktal yapıyı kullanırken neden Ofelya’yı hem kahraman bakış açısında hem de sınırlı üçüncü şahıs açısında gördük? Ya da bu onun hikayesi ise, neden Ofelya’nın “tamamen” içinde değildik, böylesi ona çok daha büyük bir kendini ifade etme şansı olmaz mıydı?

Bunu sanıyorum yukarıda açıklamış oldum.

- Shakespeare’in Ophelia’sına bir şans verdiğinizde keşke birileri Kraliçe Gertrude’a da bir şans vermeyi düşünse demiştim. Sizin de bunu düşündüğünüz oldu mu? Çok karanlık, etkileyici bir metin olabilirdi!

Hamlet o açıdan da bir maden bence. Nitekim Tom Stoppard da Rosencrantz ve Guildenstern Öldü adlı bir oyun yazdı – çok matraktır, filmi de çekildi sonra.  

- Bu yapıyı Ofelya dışında kim için kullanmak isterdiniz?

Ben payıma düşeni yaptım sanıyorum, isteyen istediği için kullansın.

- Meraklı ve üretken olduğunuzu biliyoruz! Gelecekteki çalışmalarınızdan da bahseden misiniz?

Bir süre bir şey yazmam diye düşünüyorum. Son Kişot’ta yer alan “Redaktörler”in devamını yazmak gibi bir hayalim var, bir de kendilerine özel bir dil kuran iki sevgilinin aşkını sözlük formatında anlatan bir roman fikrim var. Bakalım.


Selin Kurugül, Kitap-lık 231, Ocak-Şubat 2024

30.12.23

edebiyat (sanat) nasıl yenir?

Deneysel bir yapıtın “sahici” olduğu nasıl anlaşılır, okurun kendisini aldatılmış hissetmemesi için ne yapılabilir?

Sırf deneysel değil, her türlü edebiyat yapıtına (hatta belki sanata) şöyle yaklaşılabilir bence: a)içeriden bakış, b)dışarıdan bakış. İlk bakış, şu soruyu sorar yapıta: “ne yapmak istiyorsun? nasıl yapıyorsun?” Yazarın kendisine koyduğu hedefi tutturup tutturamadığı, doğru bir yapı kurup kuramadığı, kurduğu yapının tutarlılığı, zenginliği, zorluğu gibi kıstaslar kullanılır burada. İkinci bakışın sorusu ise “bu neden önemli?”dir, ne olmuş der yani; yapıttan dışarı çıkar ve diğer yapıtlarla, dünyanın geri kalanıyla karşılaştırır yapıtı, büyük bağlam içinde değerlendirir ve konumlar. Yazarın tutturduğu hedefin matah bir şey olup olmadığına bakar. Yapılmamışı mı yapmıştır, yapılmış olanı farklı ve katma değerli bir şekilde mi yapmıştır, yeni bir yol mu açmıştır, bir çıkmaz sokağa girmiş ve oranın en iyi ürününü mu vermiştir, çıkmaz sokak sanılan bir yerin önünü mü açmıştır, okuyanlar için dönüştürücü bir deneyim, derin bir içgörüm mü sunmuştur vs.

Bu sorulara çeşitli düzeylerde yanıtlar verilebilir; bu düzeyler, açıkçası, deneyime ve bilgiye bağlıdır. Futbol maçı gibi – ne kadar iyi anlarsan o kadar iyi yorumlarsın; ne kadar çok şey bilirsen o kadar çok şey görürsün. Bunun kestirmesi aslında yok – ikinci elden görüşleri tartar ve birini benimseyebilirsin en fazla.

 “Sanat için sanat” yazarı, “halk için sanat” yapıtı yazabilir mi? “Sanat için”e terfi etmesinin koşulu, “halk için”i başarmak olmalı mı? Yazarın kitlelere karşı sorumluluğu nedir? Okuru düşünerek mi yazmak gerekir?

Bu daha zor bir konu, biraz karışık çünkü.

a)Ben, beni az sayıda insan okusun diye yazmıyorum; çok sayıda insan okusun diye de yazmıyorum; yazarken beni kaç kişinin okuyacağını düşünmüyorum. Bence yazma ediminin dışında kalan bir düşünce bu. Yazarken iyi yazmayı düşünürsün, yapmayı istediğin şey her neyse onu en iyi şekilde yapabilmeyi, kendin okuduğunda midenin kasılmasına yol açmayacak bir şey ortaya koymayı istersin. Ortaya çıkan şeyi kaç kişinin okuyacağı, yayınevinin derdi olmalıdır.

b)Kime neyi kanıtlıyoruz? Bunu neden kanıtlamamız gerekiyor? Picasso’dan manzara resmi yapması istenmiş miydi? Joyce’a, “giriş-gelişme-düğüm-sonuç”lu ve yüz bin satacak bir roman yazmadan Ulysses’in yayımlanmayacağı söylenebilir miydi? Yaratma sürecine tersten, müşteri mantığıyla yaklaşmamak lazım. “Mal” üretenler söz konusu olduğunda doğru bir yaklaşım; “mal” üretmeyenler için değil. Her kitap biraz da maldır elbette, ama bu kitap endüstrisinin problemi, yazarın değil. Bir yandan da sahicilikten söz ediyoruz: Beckett’in Hemingway öyküsü yazmasını istemek, hakaretten öte, adamdan kendisi olmamasını istemek değil mi? Hemingway’i elli milyon kişi okuyor diye, neden norm haline gelsin? Yazarın okura karşı sorumluluğu, evet vardır, ama sonuncu sorumluluğudur (bkz. “kunduracı olarak yazar”).

c)Ben çoksatar yazamam. Yani çoksatar olsun diye başlayacağım şeyi yüzüme gözüme bulaştırırım (kazara çoksatar olursa başka, ama çok düşük olasılık). Stockhausen’dan, çağdaş müziğin en iyi bestecilerinden biri olduğunu kanıtlaması için Madonna tarzında liste başı bir pop şarkısı yapmasını istemenin mantığı yok; ayrıca beceremeyebilir de. O başka o başka.

Bir yazar nasıl beslenmelidir?

Dengeli. “Feedback” çok önemli, ama tehlikeleri de yok değil (bkz. vitamin zehirlenmesi). Aslında sanıldığı gibi işlemiyor olay; kendimden örnek verecek olursam, yazmış olduğum herhangi bir şey hakkında “establishment”tan, yani yazar-çizer-eleştirmen-edebiyatçı tayfasından aldığım “feedback” çok sınırlı. Eşimden dostumdan ve anonim okurdan çok daha fazla dönüş oluyor. Çok şükür ki İngilizce biliyorum, Anglosakson edebiyatını birinci elden, dünya edebiyatını da ikinci elden takip edebiliyorum. Dolayısıyla kendimi ölçmekte kullandığım referans noktaları da bunlar; “yalancı elit”le alışverişim çok sınırlı, beni zaten görmüyorlar.

Bu, “kimin üzerinde etkin var?” sorusunun da yanıtı tabii – yukarıda sözü geçen “elit”in üzerinde değil elbette. 3-5 bin kişilik bir grup olduğunu düşünüyorum okurumun; ortalığa dökülüp herkes beni okusun diye çırpınan yazarlardan tiksinen, kendisini yaptığı işe verip boşluğa salan sakin insanlara saygı duyan, o boşlukta yapıtlarına rastlamaktan, ele geçirmekten haz alan, oldukça kendine özgü bir edebiyat zevki olan bir grup bu. Benden nefret edenler de aynı gruptan çıkıyor – beni fazla kasıntı, sahte vs. buluyorlar, gözüktüğüm gibi olmadığımı, bu görüntüyü imal ettiğimi, bunu da bir pazarlama taktiği olarak yaptığımı düşünüyorlar. Bunların içinde yazan, yazmaya hazırlanan küçümsenemeyecek bir grup olduğunu da görüyorum. İngilizce yayımlanıyor olsaydım, okur grubum herhalde daha büyük olurdu. Şimdi olmaması, daha sonra olmayacağı anlamına gelmez. Sonradan “keşfedilen” o kadar çok yazar var ki. bunu aceleye getirtemezsin, olacağı zaman, eğer olacaksa, olur.

Sonuç itibariyle: Hesap vermekten bahsediyorsak, bir yazarın hesabı, yazdığı kitaptır, başka bir şey değil. Her şey oraya girsin diyedir ve her şey de oradadır.

22.12.23

Seksek (Daha Önce Yayımlanmamış Bir Bölüm) – Julio Cortazar

 Belleğin tuzaklarını, kapanlarını gayet iyi biliyorum, ama bu “bastırılmış bölüm”ün (no 126) hikayesi yaklaşık olarak şöyle:

Seksek bu sayfalardan doğdu; bir roman olarak, bir roman niyetiyle doğdu, çünkü (daha sonra 8. ve 132. bölümler haline gelen) kısa birkaç metin o sırada zaten vardı, bir hikaye etrafında toplaşmaya çalışan metinlerdi bunlar. Bu bölümü bir oturuşta yazdığımı biliyorum, hemen ardından, sonradan “fayans bölümü” olarak adlandırılacak, eşit şiddette bir başka bölüm geldi (kitapta 41 numara). Böylece Oliveira, Talita ve Traveler’ın imgelerinin tanımlandığı, erken bir tür çekirdek ortaya çıktı; birden atılım sönüverdi, acı veren bir duraklama oldu, sonra yine şiddetli şekilde anladım ki hepsini öylece bırakmam, beklemem, hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğim bir olay örgüsünü geriye doğru katetmem ve sözü geçen kısa metinleri bir çıkış noktası olarak kullanıp, Paris bölümünün tamamını yazmam gerekiyor. 

“Öbür taraf”tan “bu taraf”a hiç çaba harcamadan atladım, çünkü Traveler ve Talita orada, sanki bekliyormuş gibi kalmışlardı, Oliveira da tıpkı kitapta anlatıldığı gibi oraya onlarla buluşmaya gidiyordu. Sonra bir gün yazmayı bitirdim. Dağ gibi kağıtları yeniden okudum, ikinci bir okumadan sonra eklenmesi gereken bir dolu unsuru ekledim, ardından da temize çekmeye başladım. Sanırım romanın kendisini harekete geçiren bu ilk bölümün fazla olduğunu da o sırada anladım.

Bunun nedeni basit, ama bir o kadar da gizemliydi. Romanı yazmaya başlayalı iki yıl olmuşken, Horacio’nun akıl hastanesindeki gecesinin, bu ilk bölümün “hayali” bir versiyonunda geçtiğini fark etmemiştim; orada da bir mobilyadan bir başkasına iplikler bağlayan biri vardı, Oliveira için olduğu kadar benim için de anlaşılmaz bir törendi bu. Birden, artık eskimiş bu ilk bölüm bir tekrar haline gelmişti, gerçekte tam tersi olsa da. Onu çıkarmam, tüm binanın köşetaşını çekip atmak gibi tatsız bir işi gerçekleştirmem gerektiğini anladım. Bu gerekli harekette suçluluğa benzer bir duygu vardı, bir tür nankörlük; bir çözüm bulmak mümkün olur mu diye aranmaya başlamam o yüzdendi, temize çekerken Talita ve Traveler’ın –bölümün baş karakterlerinin- adlarını çıkardım, böylece onları kuşatacak hafif bilinmezliğin, akıl hastanesi bölümüyle olan bariz koşutluğu sönükleştireceğini düşündüm. Dürüst bir yeniden okuma, bağlantıların bir santim bile oynamamış olduğunu, törenin benzeş ve mükerrer olduğunu göstermeye yetti, daha fazla düşünmeden köşetaşını çektim, bilebildiğim kadarıyla da bina yıkılmadı.

...Bu sayfalar, beni o sırada olduğum halimle, bir değişim, bir arayış dönemindeki, kuşların uçup gittiği bir dönemdeki halimle cisimleştiren bir kitaba hiçbir şey ekleyemez (ve umarım ondan hiçbir şey eksiltemez).

 

-Julio Cortazar

 

     kalktı çünkü kahvesinin son yudumunu içtikten sonra işareti yapmış ama     ona boş boş bakıp ölüm ilanlarını okumak için gazeteyi almaya gitmişti, kahve içtikten sonra yapılacak şey buydu.     bir an durakladı, sonra da biraz daha kahve yapacağını söyledi, çünkü hala gerçek kahve içmek istiyordu,     ‘nın mavi teneke kutuda çekilmiş kahve kalmamasını mazeret göstererek yaptığı o beyaz sıvıyı değil.     buna aynı beyazlıkta bir bakışla yanıt verdi,     yine o işareti yaptığındaysa gözleri kendilerinin yavaş yavaş indirilmesine izin verdi ve (bir sabah gazetesinde) şöyle birşey aramaya başladılar, Juan Roberto Figueredo (huzur içinde yatsın) 13 Ocak 195  ‘de huzurlu bir şekilde aramızdan ayrıldı, Kilise tarafından kutsandı ve son ayinler yerine getirildi. Eşi, vs. Isaac Feinsilber (huzur içinde yatsın), vs. Rosa Sanchez de Morando (huzur içinde yatsın). Tanıdığı kimse yoktu, bugün yoktu, tanıdığı birine benzeyen ve kuşkulanmaya, soy ağacı çıkarmaya izin verecek tek bir ad bile yoktu işte.     kahveyle döndü ve     ‘nın fincanına kaşık kaşık şeker doldurmaya başladı,     bakmıyordu çünkü gazeteye gömülmüş, Remigio Diaz (huzur içinde yatsın) hakkında yazılanları okuyordu.     sonra      ‘nın fincanını ağzına kadar kahveyle doldurdu, sonra da kendininkini, bir yandan da boştaki eliyle bir sigara paketi çıkarıp ısıracakmış gibi ağzına götürdü, ama bu, diğer sigaralara dokunmadan dudaklarıyla becerikli bir şekilde tek bir sigara çıkarmak içindi.

“Çok uykum var,” dedi    on dakika sonra.

“Öyle haberler okursan,” dedi     , bu sözleri bekliyordu ve ciddi şekilde endişelenmeye başlamıştı.

    narin bir şekilde esnedi.

“Yatak yapılı değil, git tadını çıkar,” dedi     . “Sonra uğraşmak zorunda kalmazsın.”     ona, o işaretleri yeniden yapmasını umarmış gibi baktı, ama     ıslık çalmaya başlamıştı, gözleri tavana sabitlenmişti, daha doğrusu bir örümcek ağına. Sonra     ,     ‘ın yaptığı işaretlere beklenen yanıtla (elini sol kulağının üzerinden, sevecenlik ve uyum işareti olacak şekilde geçirmek)  karşılık vermediği için     ‘ın kendisine bozulmuş olduğunu düşündü ve biraz uyumaya gitti, nefis bir güveç yemeğinden arta kalanları da masada bıraktı.

     üç dakika bekledi, pijamasının üstünü aldı ve yatak odasına girdi.     çoktan uyumuştu, sırtüstü. Sıcak olduğu için hem battaniyeyi, hem de yorganı atmıştı;     ‘ın istediği tam da buydu, bir de    ‘nın o sabah kalktığında üzerinde olan gecelikten başka birşey giymiyor olması. Mavi sabahlık yatağın ucundaydı, kadının ayaklarını örtüyordu,    terliğinin ucuyla sabahlığı tutup bir köşeye şutladı. Kötü nişanlamıştı, sabahlık neredeyse pencereden dışarı uçuyordu, bu da tatsız bir durum olurdu.

          pantalonunun sol cebinden bir tüp Secotine zamkı ve bir yumak siyah iplik çıkardı. İplik parlak ve oldukça kalındı, neredeyse paket ipi kadar.     dikkatli bir şekilde elini pantalonunun sağ cebine soktu ve oradan da bir parça tuvalet kağıdına sarılmış bir jilet çıkardı. Tuvalet kağıdı yırtılmıştı, jiletin kenarı görülebiliyordu. Yatağa oturan     , bir opera parçasını gürültülü bir şekilde ıslıkla çalarak çalışmaya başladı.         ‘nın uyanmayacağından emindi, çünkü çok kahve içtiğinde hep derin bir uykuya dalıyordu, ayrıca uyanması     ‘ı çok şaşırtırdı, çünkü kahvesine yüklü miktarda oxtaline katmıştı. Tersine,     ‘nın uykusu oldukça olağandışıydı; püfleyerek nefes alıyordu, o yüzden her beş saniyede bir üst dudağı bir perde gibi şişiyor, o sırada hava da gürültülü bir püflemeyle altından içeri giriyordu.     bunu, siyah iplikten ne kadar lazım olduğunu göz kararı belirleyip ipliği keserken ıslıkla çaldığı opera parçası için bir ritim olarak kullandı.

Secotine zamkının tüpü, ağzını hem kapamak, hem de açmak için kullanılan yuvarlak toplu bir iğnenin çekilmesiyle açılır, bu da yapımcısının yeteneği hakkında bir fikir verecektir. İğne bir kez çıktığında çoğu zaman tüpün ucunda bir damla belirir, oldukça iğrenç bir maddedir bu, çoktan ünlü olmuş bir kokusu ve belgelenmiş yapışkan özellikleri vardır.     büyük bir dikkatle ve Bella figlia dell’amore’den çeşitlemeler yaparak siyah ipliğin ucunu Secotine’le ıslattı ve     ‘nın üstüne eğilerek, ıslak ucu kadının alnının ortasına bastırdı, ipliğin parmağına yapışmadan alına yapışmasına yetecek kadar bir süre parmağını orada tuttu, yani aşağı yukarı beş saniye. Ardından (tüpü, iğneyi ve iplik yumağını şifoniyerin üstüne bıraktıktan sonra) bir sandalyeye çıkıp ipliğin öbür ucunu, yatağın üstünde asılı olan ve     ‘ın (artık geçmişte kalmış ve yinelenmemiş) yalvarmasına karşın      ‘nın pencereden dışarı atmayı reddettiği avizenin kristal prizmalarından birine yapıştırdı.

İpliğin yeterince gergin olduğuna kanaat getiren      (çünkü insan yapısı şeylerde sarkmalardan nefret ederdi), elinde jiletle yatağın sol tarafına yerleşti ve tek bir hamlede     ‘nın geceliğini koltukaltından başlayarak kesti. Ardından kolu iki yanından, kol ağzına kadar kesti, aynı şeyi öbür tarafta da yaptı. Kol ağızları yılan derisi gibi düşüverdi, ama            geceliğin önünü kaldırıp     ‘yı çırılçıplak bırakma aşamasına geldiğinde       belirli bir ciddiyete bürünerek devam etti.     ‘nın bedeninde onun bilmediği hiçbir şey olamazdı, ama yine de onun bedenini birden karşısında görmek     ‘ın başını her zaman döndürmüştü, her ne kadar Büyük Gelenek bunun etkisini azaltmayı her zaman başarmışsa da. Hiçbir şey, bir bakışta      ‘nın göbek deliği kadar başını döndüremezdi; şekerleme gibiydi, nakledilmiş ama tutmamış bir organ gibiydi, bir davulun içine atılmış bir ilaç kutusu gibiydi.      bu göbek deliğini yukarıdan her görüşünde ağzını çok beyaz ve çok tatlı tükürükle doldurup yavaşça deliğe tükürmek ve onu sıcak, dantelsi sıvıyla doldurmak için karşı konmaz bir arzu duyuyordu. Bunu birçok kere yapmıştı ayrıca, ama şimdi bunun sırası değildi, o yüzden iplik yumağını bulmak için döndü ve önce bazı uzaklıkları ölçüp, ipliği çeşitli uzunluklarda kesmeye başladı. İlk iplik parçasını (çünkü alından avizeye giden parça, hesaba katılamayacak eski bir yemin gibiydi)     ‘nın sol ayağının baş parmağına bağladı; bu parça baş parmaktan tuvalet kapısının tokmağına uzanıyordu. İkinci iplik parçasını ikinci parmağa ve yine kapı tokmağına bağladı; üçüncüsünü üçüncü parmağa ve kapı tokmağına; dördüncüsünü dördüncü parmağa ve meşe şifoniyerin üstündeki bolluk sembolü biçimindeki, üç parçaya ayrılmış oymaya bağladı; beşinci iplikse serçe parmağından, avizenin başka bir kristal prizmasına çekildi. Bütün bunlar yatağın sol tarafında oluyordu.

     , memnun bir halde bir başka iplik parçasını     ‘nın sol dizine yapıştırdı ve otel avlusuna bakan pencerenin çerçevesinin üst kısmına çekti. Tam o anda dev bir kurt sineği açık penceren içeri girip     ‘nın bedeni üzerinde vızıldamaya başladı.     sinekle hiç ilgilenmeden      ‘nın kasığına, sol bacağının üst kısmına ve oradan yine pencere çerçevesinin üst kısmına başka bir iplik yapıştırdı. Karar vermeden önce bir süre düşündü, sonra Secotine tüpünü alıp     ‘ın göbek deliğine, doldurana kadar sıktı. Hemen altı ipliği buraya yapıştırdı ve bunları avizeden sarkan beş kristal prizmaya ve pencere çerçevesine uzattı. Bu yeterli gelmeyince deliğe sekiz iplik daha yapıştırdı, bunları da yedi prizmaya ve pencere çerçevesine yapıştırdı. İki adım geri çekilen (yatak, pencere ve     ‘nın bedeninden pencere çerçevesine uzanan ipliklerin arasında biraz sıkışmış gibiydi)     , bitirdiği işe beğeni dolu bir ifadeyle baktı ve yeterince iyi buldu. Bir sigara daha çıkarıp dudaklarını yakmaya başlamış olan izmaritle yaktı. Birden bir yarım düzine iplik daha kesip bunlardan birini     ‘nın sol meme ucuna, bir tanesini sol koltukaltının kıllarına, bir tanesini kulak memesine, bir tanesini ağzının sol kenarına, bir tanesini de sol gözünün kenarına yapıştırdı. İlk üçünü avizenin kristal prizmalarına çekti, diğerleriniyse pencerenin çerçevesine, ama çok zorlandı çünkü hiç hareket edecek yer kalmamıştı neredeyse. Bunu yaptıktan sonra sol elin her bir parmağına ve aynı taraftaki dirseğe ve omuza iplikler yapıştırdı. Ardından Secotine’in ağzını, bu iş için yapılmış iğneyle kapattı, pantalonunun kıç cebinde büyük bir dikkatle taşıdığı tuvalet kağıdıyla jileti sardı ve her ikisini iplik yumağıyla birlikte, sözü edilen giysinin sol cebine koydu. Hayret verici derecede gergin gözüken ipliklere dokunmamak için büyük bir özen göstererek eğildi, yatağın altına girdi ve tamamen tüy ve tozla kaplı bir şekilde öbür taraftan çıktı. Sokağa bakan pencerenin önünde silkelendi, iş gereçlerini bir kez daha çıkardı, kestiği iplik parçalarını     ‘nın bedeninin sağ tarafında çeşitli yerlere yapıştırdı, genelde sol tarafla bakışımlı olmasına dikkat etti ama arada çeşitlemeler yaptı; örneğin sağ kulak memesine denk gelen iplik, kulak memesiyle tuvalet kapısının tokmağı arasına gerilmişti; sağ gözün kenarından gelen iplik, sokağa bakan pencerenin çerçevesine yapıştırılmıştı. Son olarak (bu işi bitirmek için hiçbir acelesi olmamasına karşın)     oldukça çok sayıda iplik parçası kesip bunlara epeyce bir Secotine sürdükten sonra çılgın bir doğaçlamaya girişti, bunları     ‘nın saçları ve kaşları arasında dağıtıp çoğunu avizenin kristal prizmalarına yapıştırdı, ama yine de bazılarını sokağa bakan pencerenin çerçevesi, tuvalet kapısının tokmağı ve oyulmuş bolluk sembolü için ayırdı.

Tüpü, jileti ve iplik yumağını cebine koyduktan sonra yatağın altına giren      , tuvaletin kapısına gelene kadar yerde süründü. Kapı tokmağına ulaşan ipliklere dokunmamak için çok yavaş bir şekilde ayağa kalkıp yapıtına memnuniyetle baktı. Pencerelerden sarımsı, oldukça pis bir ışık geliyordu, örneğin karşıdaki boyası dökülen duvarın yansıması gibi; suratında keyifli bir ifadeyle birşeyler emen bir bebek resminin kalıntıları duruyordu duvarda hala; ama boya şeritler halinde dökülmüştü ve bebeğin ağız yerine morumsu bir yarası vardı, alttaki oldukça kekeme harflerle övülen ürün için pek de iyi bir reklam sayılmazdı bu. Sokak korkunç dardı ve bir taraftaki pencereler öbür taraftan en fazla bir buçuk metre uzaktaydı. O sırada     ‘nınkisi dışında tek bir pencere açık değildi, ama     o saatte büyük olasılıkla orada olmazdı, ya da uyuyor olurdu. Sinek    ‘ı çok sinirlendirmeye başladı, sineği pencereden kışkışlamak isterdi, ama bunu yapabilmek için yatağın ayak ucuna ilerlemesi ve elini avizenin hizasında sallaması gerekecekti, bu da o yöne çekilmiş çok sayıdaki iplik yüzünden imkansızdı.

“Çok sıcak,” diye düşündü     , alnını elinin tersiyle silerek. “Gerçekten korkunç sıcak.”

Aslında panjurları indirmeyi isterdi, ama iplikler arasında ilerlemenin güçlüğünden tümüyle bağımsız olarak,      ‘nın bedenini tam bir netlikle görmesi için gerekli olan ışık gelmezdi o zaman.      ‘nın çıplaklığı, fondan keskin bir şekilde ayrılıyordu, sırtüstü yatakta yattığı için değil, siyah iplikler her yerden toplanıp onun üstüne düşüyormuş gibi gözüktüğü için. O kadar gergin olmasalar yaratacakları toplam etki tümüyle karman çorman olurdu, bu yüzden     kendini el becerisinden ötürü kutladı, her ne kadar doğal olarak zor beğenen ruh hali yüzünden, pencere çerçevesinden sağ gözün kenarına giden ipliğin biraz gevşek olduğunu fark etmek zorunda kaldıysa da. Bir an için     ‘nın hareket ettiğini, gerilimlerin genel dengesini değiştirdiğini düşündü, ama ipliklerin tümüne bakması, bu olasılığı reddetmesi için yeterli oldu. Ayrıca     ‘nın kahvesine koyduğu uyku ilacı miktarı,     ‘nın gözlerini kırpmasına bile izin vermezdi.      en gevşek ipliğin oraya kayarak gidip gerginleştirmeyi düşündü, ama büyük olasılıkla onunla pencere çerçevesinde birleşen ipliklerden bazılarını bozacaktı. Sonuç olarak işin iyi olduğuna ve biraz dinlenip bir sigara daha içebileceğine karar verdi.

Sekiz dakika sonra izmariti pencereden sokağa fırlatıp, olduğu yerden ayrılmadan giysilerini çıkardı. Uzun, ince bedeni bir gravürden çıkmış gibiydi (     bunu sık sık söylerdi). Her ne kadar     onu göremese de,     anlaşmış oldukları işareti yaptı ve bir otuz saniye boyunca yanıt bekledi. Sonra yatağa yanaşmaya başladı, yavaş yavaş, sonsuz bir özenle, tuvalet kapısının tokmağına giden ipliklere değmemeye çalışıyordu. Bunu yapabilmek için her gerektiğinde eğilip kalkıyordu, sonunda yatağın tam ayak ucuna geldi,     ‘nın iki ayağı ve kendi bedeninin oluşturduğu üçgeni kapattı.     gözlerini açıp ona bakmaya başlayana kadar bir süre bekledi.      ‘nın onu gördüğünden emin olunca (çünkü bazen bilinçsizlik durumu uyandıktan birkaç dakika sonrasına kadar devam ediyordu) bir parmağını kaldırdı ve ipliklerden birini işaret etti.      ‘nın gözleri iplikler boyunca gidip geldi, kaşlarından ve gözlerinin kenarlarından çıkanlardan başladılar ve tüm bedenini boylu boyunca taradılar. Avizenin kristal prizmalarına uzanıp çıkış noktalarına geri geldiler; yeniden başlayıp avluya bakan pencereye uzandılar, sonra dönüp bir dizde ya da meme ucunda duraladılar; sokağa bakan pencereye giden siyah yolu izleyip yeniden kasığa ya da ayak parmaklarına döndüler.     kollarını kavuşturmuş bekliyordu,     ‘nun mavi dönem resimlerinden çıkmış gibiydi tam.

    iplikleri gözden geçirmeyi bitirince, iç geçirmeye benzer birşey göğsünü şişirdi ve dudaklarını kabarttı. Dikkatli bir şekilde sağ kolunu oynattı, ama avizenin kristal prizmalarının şıngırdadığını duyunca durdu. Kurt sineği ağır ağır uçuyordu, ipliklerin arasından kayıyor,     ‘nın karnının etrafında dönüyordu, tam     ‘nın     kabartısına konacaktı ki tavana doğru yükseldi ve kartonpiyerlerden birine yapıştı.     ve     onun uçuşunu yorgun bir ilgiyle izledi; sineğin tavana tamamen orada kalmak niyetiyle konduğundan emin olana kadar da birbirlerine bakmadılar.

     bir dizini yatağğın kenarına koydu, başını eğdi ve onu kıpırdamadan izleyen     ‘ya doğru eğilmeye başladı. Öbür diz de yatağın kenarında belirdi, gövdeyse yatay bir şekilde ilerliyordu, ellerden biri, tam     ‘nın bacaklarının arasından döşeği kavramaya çalıştı. İpliklerle çevriliydi, ama hareketleri öyle ince hesaplanmıştı ki dizlerinden birini kaldırıp döşeğe koyduğunda tek bir tanesine dokunmadı bile: ardından ikinci diz, öbür elle birlikte geldi,      dizlerinin üstünde,      ‘nın bacakları arasında bir yay gibi gerilmiş duruyordu, hızlı hızlı nefes alıyordu çünkü manevrası yavaş ve zor olmuştu, baldırları ağrıyordu, hala yatağın kenarında duruyordu.

     başını kaldırıp     ‘ya baktı. İkisi de terliyordu, ama     saydam ter damlacıklarının oluşturduğu ince bir ağla sarılıyken,      ‘nın hem yüzü, hem de omuzları tere batmıştı, oysa göğüsleri ve karnı kuruydu.

“Birisi işareti yapıyor, ama öbürü bulutlarla oynuyor,” dedi     .

“Bulutlar da bir yanıttır,” dedi     .

“Başkasının lafı.”

“Tam sana layık.”

     bekledi.

“Sonunda becerdin,” dedi     . “Aylardır beni bunun için hazırlıyordun. Önce bana boktan şeyler ezberleyip okumayı, bir Tibet kadını gibi dans etmeyi, bir Eskimo gibi yemek yemeyi, bir köpek gibi sevişmeyi öğretme saplantınla. Sonra beni tırnaklarımı kesmeye zorladın, dolu yağdığı o gün beni sokağa attın, kızılötesi bir lambası olan tahta bir kutunun içine kilitledin, bir pul albümü aldın bana. Bunlar hiçbir şeydi.”

“Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun,” dedi     , o kadar alçak bir sesle söyledi ki bunu,      şaşırmışçasına gözlerini açtı. “Benim aşkım bu yumruğun içinde sıkı sıkı tutuluyor, paramparça ediliyor, kırılıp dökülüyor, vınlayan bir top haline gelene kadar, cebimden çıkarıp yakmak için, dövmelerle bezemek için bedeninin yanına koyabileceğim portatif bir yıldız haline gelene kadar. Sana işaret yaptığımda hiç yanıt vermiyorsun, yıldız bacaklarımı kızartıyor, kaburgalarımın üzerinden Sargasso Denizindeki bir fırtına gibi geçiyor, Kraken’in yüzdüğü, binlerce denizanasının gecenin içinde yavaşça döndüğü, fosfor ve plankton banyosunda çifleştiği o varolmayıştaki bir fırtına gibi.”

“Bütün bunlar da benim suçum, öyle mi?”

“İplikleri oynatacaksın,” dedi     . “Ağzını oynattığında iki ipliğin konumu değişiyor.”

“Nedir bu iplikler?” dedi     .

“Ne demek nedir bu iplikler?” dedi     . “Yarım saat uğraştım, her tarafım tüy, toz oldu. Yatağın altını hiç süpürmüyorsun. Daha da beteri, odayı süpürüp pisliği yatağın altına saklıyorsun. Şimdi keşfettim bunu. Benim aşkım da böyle, biraraya gelen, birleşen, kaynaşan, birbirine yapışan ufak tefek parçalar gibi. Ama ben terliyorum, pislik terlemiyor.”

“Sanki yüz yıl uyumuş gibiyim,” dedi     . “Ne kadar uyudum,     ?”

“Yüz yıl,” dedi     .

“Çokmuş, yüz yıl.”

“Uyanık kalan için, evet.”

“Korkunç sıkılmışsındır.”

“Kesinlikle,” dedi     . “Sen uyuduğunda dünyayı da yanında götürüyorsun, bense perspektif çizgilerinin kestiği bir tür hiçlikte kalıyorum. Bir süre sonra sıkıcı olmaya başlıyor.”

O yüzden böyle oyunlar oyu,nuyorsun,” dedi     , ipliklere bakarak.

“Bu oyun değil,” dedi     . “Çırılçıplak birbirine bakmak.”

“Yemin ediyorum,” dedi     . “Galiba işareti görmedim.”

“Tabii ki gördün.”

“Görseydim yanıt verirdim. Seninle uyanık olmayı tercih ederim.”

“Açıklamalar arıları emzirmeye hiçbir zaman yetmemiştir,” dedi     .

“Belki de gördüm ve karşılık vermedim, ama bunun nedeni havanın sıcaklığıydı, hem sonra yatmadan önce bulaşıkları yıkamam gerekecekti.”

“Önce bulaşıklar,” dedi      . “Mükemmel bir ilke. Kimbilir kaç bıçaklamanın altında hiçbir hakimin kabul etmeyeceği bu özür yatıyordur. Göğsümü yalamaktansa küçük ve çalışkan bir sümüklüböcek gibi bulaşıkları yalamayı yeğlersin. Dört ya da sekiz şeklinde bir iz bırakırsın. Hatta daha da iyisi, yedi şeklinde bir iz, kutsallıktan sarhoş olmuş bir sayıdır ya. Ama hayır, önce bulaşıkları yalayacağız, Kraliçe Victoria da öyle derdi, Önce bulaşıkları yalayacağız.”

Ama çok pisler,     ,” dedi      . “Mutfakta en son on beş gün önce birşey yıkadık. Kirli tabaklarda yemek yediğimizi fark ettin sen de, böyle devam edemeyiz.”

“İplikleri bozuyorsun,” dedi      .

“Şimdi bana işareti yapsan, şu anda bile...”

Bir ıslık duyuldu, S biçimindi. Sokağa bakan pencereden geliyordu.

     bu,” dedi     . “Beni çağırıyor.”

“Dışarı eğilmeden önce üstüne birşey giy,” dedi     . “Çıplak olduğunu hep unutuyorsun.”

“Ben hep çıplağım. Bunu unutan sensin.”

“İyi öyleyse,” dedi     . “Ama en azından pijamanın altını giy. Peki ben ne kadar böyle kalacağım?”

“Bilmiyorum,” dedi     . “Önce gidip bir      ‘e bakayım, ne istiyor diye.”

“Birşey almak içindir, eminim. Bir sigara, kibrit, öyle birşey.”

“Bağımlılığı var.”

“Ama sen de onu koruyorsun.”

“Eh, normal insanları koruyacaksan....”

“Doğru,” dedi     . “ne e olsa     iyi bir adam. Baksana nasıl ıslık çalıyor. Islık çalışı inanılmaz. Ben denesem ağzım paramparça olurdu.”

     simyacı,” dedi     . “Havayı bir cıva şeridine dönüştürüyor. Kahretsin, kafayı yemiş.”

“Baksana bir ne istiyormuş? Bu ipliklerle pek rahat değilim ben.”

     bir süre sessiz durup      ‘nın sözlerini düşündü.

“Biliyorum,” dedi. “Seni bırakayım da şu bulaşıkları yıka istiyorsun.”

“Vallahi istemiyorum. Burada seninle kalırım. İşareti yaparsan yemin ederim ki...”

“Orospu, orospu, seni orospu,” dedi     . “İşareti yaparsam, öyle mi? Şimdi gelmiş, işareti kullanarak barışmak istiyorsun. İşaretten baba ne, sen uyurken seni nasıl olsa becermişsem? Şimdi bile tek yapmam gereken şey bir yarım metre kaymak, bu nefis kara ağın içinden, bu kadırganın yelken ipleri arasından bir martı gibi geçmek ve bir hamlede içine girip sana çığlık attırmak, çünkü beklemediğin bir anda içine girdiğimde hep çığlık atıyorsun. Sen de istiyorsun, son beş dakikadır kokunu alıyorum ve fena halde istediğini biliyorum, kullanılmış bir eldivene elimi sokar gibi sokabilirim sana, çiftleşme konularında uzman olanlar tarafından önerilen mükemmel nemlik derecesindesin, seni azgın deniz salyangozu seni.”

“Ben uyurken yaptın mı gerçekten?” dedi      .

“En kusursuz şekilde hem de, ama bunu asla anlayamazsın sen,” dedi      , ipliklere derin bir beğeniyle bakarak. “İşaretin, pis mutfağının ve herşeyden çok da senin hayvani arzularının ötesinde. Ses çıkarma, ipleri oynatıyorsun.”

“Lütfen,” dedi     ,”gidip      ne istiyormuş bak, sonra panjurları indirip bana gel. Yemin ediyorum hareket etmeyeceğim, ama çabuk ol.”

     bir kez daha sessizce düşündü       ‘nın sözlerini.

“Belki,” dedi. “Hareket etme. Seni havluyla biraz sileyim mi? Kakım gibi terlemişsin.”

“Kakımlar terlemez,” dedi     .

“Su gibi terlerler hem de,” dedi     .

Barışırken hep kakımlardan söz ederlerdi.

“Şimdi sorun buradan nasıl çıkacağımda,” dedi      . “O kadar çok iplik var ki birine çarpabilirim, geri geri giderken de altıncı hissin ileri giderkenki kadar güçlü olmaz. İnsanın ileri gitmek için yaratılmış olması inanılmaz birşey. Arkadan birer hiçiz. Geri viteste giderken en acarı bile ilk vites değişiminde bir posta kutusuna geçirir. Bana yol göster. Önce şu bacağı çıkarıp şu dizi yatağın kenarına koyacağım.”

“Biraz daha ileriye, sağa doğru,” dedi      .

“Galiba ayağımla bir ipliğe dokunuyorum,” dedi     , arkasına bakıp hareketini düzelterek.

“Şöyle bir değdin, o kadar. Şimdi öbür dizini çıkar, ama yavaş yavaş. Çok güzel görünüyorsun, ter içinde. Pencereden gelen ışık da seni yeşile boyamış gibi. Küflenmiş birşeye benziyorsun, yemin ederim. Hiç bu kadar güzel görünmemiştin bana.”

“İltifat etmeyi kes de yönlendir,” dedi      , hiddetle. “Sence ayağımı yere mi koyayım, yoksa kayarak mı ineyim? Öyle yaparsam inciklerim soyulacak, bu yatağın kenarı çok keskin.”

“Önce sağ ayağını yere koy,” dedi     .”Mesele şu ki yeri göremiyorum; hareket bile edemezken seni nasıl yönlendireceğim?”

“Tamam,” dedi     . “Şimdi yavaşça eğilip geri geri gideceğim, santim santim, tıpkı      ‘ın romanlarındaki gibi.”

“O uğursuz kuşun adını anma,” dedi      .

Bir bataklık timsahı gibi sürünen      , pencere çerçevesine giden ipliklerin altından yavaş yavaş geçti. Bir daha      ‘ya bakmadı, şifoniyerdeki bolluk sembolünü incelemeye verdi kendini, bolluk sembolünden bir ayak parmağına ve      ‘nın saçına ve kaşlarına giden ipliklerin üstesinden gelme sorununa yoğunlaştı. Bu şekilde ipliklerin çoğunun altından geçti, ama sonuncusunun üstünden atladı. Ancak o zaman, eli tokmaktayken dönüp baktı      ‘ya, uyuyor gibiydi. Pencereye gitmek yerine kapının yanında durmakta olduğunu fark etti, buradan ipliklere dokunmadan yatağın başucuna ulaşmak kolaydı. Parmak uçlarında       ‘ya yaklaşıp saçına üflemeye başladı. İplikler titreşti, kristal prizmalar şıngırdadı.

“Buraya gel,” dedi      , çok alçak bir sesle.

“Yoo, olmaz,” dedi      , uzaklaşarak. “Sana işaret yaptım, yanıt vermedin.”

“Gel dedim, çabuk buraya gel.”

      kapıya doğru baktı.       güçlükle nefes alıyordu, siyah iplikler kanını emiyordu sanki. Son bir kristal prizmanın billur sesi duyuldu, sonra da öğlen uykusunun sessizliği. Karşı evden korkunç bir ıslık yükseldi, alt kattan da birinin gaz çıkarmasına benzer bir yanıt geldi.

“Şahane bir osuruk yolladılar bizimkine,” dedi      .”Gerçekten hak ediyordu ama.”

“Lütfen buraya gel,” diye yalvardı     . “Seni böyle beklemek çok acı veriyor, ölecek gibi oluyorum. Bu akşam sana kim et pişirecek sonra?”

       kollarını açtı, derin bir nefes aldı ve yatağa atladı, bir kol hareketiyle bütün iplikleri süpürdü. Kristal prizmaların çıkardığı gürültü,    ‘ın yatağın öbür tarafında yere atlamasının sesiyle ve iki eliyle karnını tutan      ‘nın çığlığıyla çakıştı.       ,        ‘ın üstüne düşüp onu ezdiğinde, tüm ağırlığıyla üstüne yüklendiğinde, onu ısırdığında ve –meye başladığında       hala acıyla çığlık atıyordu. “Göbek deliğim çok acıyor,” demeyi başardı     , ama      onu duymuyordu, sözcüklerden çok uzaktaydı. Odanın havası iyiden iyiye Secotine kokmaya başladı, kurt sineği de sallanan avizenin çevresinde uçmaya koyuldu. Siyah iplik parçaları her tarafta böcek bacakları gibi oynuyordu, yatağın kenarından aşağı düşüyor, birbirlerinin üstünden geçiyor ve kopuyorlardı.

İplik parçaları     ‘ın ağzına burnuna girmişti, bir tanesi ensesine dolanmıştı,     ise ellerini neredeyse bilinçsizce hareket ettiriyordu, okşamaları, her tarafından çıkan ipliklerden kurtulmak için umarsızca elini kolunu oynatmasına karışıyordu. Bütün bunlar neredeyse sonsuza kadar sürdü, bolluk sembolü yere düşmüş ve üç yerinden kırılmıştı, parçalardan biri daha büyüktü, diğer ikisi neredeyse aynı boydaydı, bu da altın orana uygundu.


İngilizceden çeviren: Cem Akaş