25.1.16

siz de güncel sanatçı olabilirsiniz

hiç çekinmeyin. sanat dünyası, hele ki küreselleşmiş sanat dünyası, demokratik ortamların en güzeli, suyun en ılık olduğu yer. hiç korkmadan atlayın. bilmeniz gereken iki şey var:

1.ironi yapmak,
2.ironi yapamamak.

gerçekten de güncel sanat üretiminin çok büyük bir oranı, bu iki strateji üzerinden gerçekleşiyor. biraz açalım.

ironi yapmak

boyutla oynayarak ironi yapmak
normalde çok küçük olan bir şeyi çok büyük yapın, ya da çok büyük olan bir şeyi çok küçük gösterin.





malzemeyle ironi yapmak
sert bir şeyi yumuşak bir malzemeden yapın, ağır bir şeyi hafifletin.





biçimini bozarak ironi yapmak
düzse yuvarlık, uzunsa kısa yapın.




yan yana getirerek ironi yapmak
normalde bir arada düşünülmeyecek şeyleri bir arada düşünün.




işlevini değiştirerek ironi yapmak
beklenmedik nesnelere beklenmedik işlevler yükleyin.




yerini değiştirerek ironi yapmak
beklenmedik nesneler beklenmedik yerlerde karşımıza çıksın.



kelime oyunuyla (sözel) ironi yapmak
kelime oyunu yaparak yazı yazın, ama kalemle değil fırçayla, ya da kağıda değil duvara, ya da farklı nesnelerle (ampul, kaplumbağa kabuğu, prezervatif vs)



bunların bir kombinasyonuyla ironi yapmak
ne kastedildiği açık sanırım. mesela buradaki örnekte hem boyut, hem malzeme, hem yer ironisi var (kraliçenin vajinası, saray bahçesinde, dev, demirden)



üç boyutlu karikatür yapmak
aklınıza gelen karikatür fikrini cisimleştirin.



bunların dışında bir de ironi yapamamak var. 

ironi yapamamak

aklınıza gelen fikrin, konseptin mümkünse üç boyutlu ilüstrasyonunu yapın, görselleştirin.







aslında gördüğünüz gibi, güncel sanatçı ironi yapmadan zor durur; en ironisiz işte bile bir ironi bulmak mümkündür.

herhalde anlaşıldı. öyleyse biraz da alıştırma yapalım, ısınalım mevzuya. 


alıştırmalar:

alıştırma 1
yukarıdaki örneklerde birden fazla kategoriye giren işleri belirleyiniz, hangi kategorilere girdiklerini belirtiniz.

alıştırma 2
aşağıdaki iki görselleştirmeyi kullanarak bir ironik, bir de ironik olamayan güncel sanat yapıtı üretiniz. (ipucu: 1.boş bakkal ne tartar? 2. evde bomba nasıl yapılır?) işinize bir başlık koyunuz.









18.1.16

diktatörler




Norman Lock’a. 


Emekli olduktan sonra kıyıdan uzakta, zeytincilikle geçinen bir kasabaya yerleşen diktatörün biri, birkaç yıl içinde toplumsal bellekten silindi, eski şaşalı günlerini kimse hatırlamaz, okeyde taş aşırmasına müsamaha göstermez oldu. Yüzü çok hatırda kalır bir yüz değildi; sesinde ya da konuşmasında belirgin bir özellik yoktu; sıradan bir diktatör olarak görevini yapmış, sıradan bir ihtiyar olarak günlerinin tükenmesini bekliyordu şimdi. Yolu kasabadan geçen ve onun tuhafiyeci dükkanına bir düğme, bir parça lastik ya da ufak bir şişe kolonya almak için gelen yabancılarla bazen yarenlik yapacağı tutar, ama eskiden diktatör olduğuna kimseyi gerçekten inandıramazdı. Böyle günlerin akşamlarında, evine döner dönmez gardırobunun diplerinden, düğmeleri kafatası kemiğinden yapılmış tören üniformasını çıkarıp giyer, ayna karşısına geçer, herkesin çoktan unuttuğu sönük konuşmalarından birini yapardı. Ne yazık ki bu hayal kırıklığı ölümünde de sürdü; vasiyetine rağmen, diktatör bu üniformasıyla gömülmedi.

***

Diktatörün biri, çıktığı yurt gezilerinden birinde memleketine de gitti; kendisini karşılamaya gelen kalabalığın arasında, ona tanıdık gelen bir yüz gördü. Hemen değilse de bir süre sonra, bu yüzün kime ait olduğunu çıkardı: ilkokul arkadaşıydı bu kız. O zamanlar hepsinden iri, bütün oğlanlardan en az bir kafa uzundu, eli çok ağırdı ve her istediğini yaptırırdı onlara. Sınıfın zorbasıydı, diye gülerek adamlarına anlattı diktatör, eski sınıf arkadaşının yanına doğru yürümeye başlarken. Arkadaşı artık iri yarı bir kadındı, yüzü şişmiş, burnu ve elleri büyümüş, dişleri biraz eksilmişti, ama o eski asabi sırıtışı hiç değişmemişti. Diktatör sevinçle sarılmak için bir hamle yapınca, eski arkadaşı hafifçe kendini çekerek onu durdurdu, böyle şeylerden hiç hoşlanmadığını söyledi. Diktatörü oldukça mutsuz ve sağlıksız gördüğünü, belli ki kendisine iyi bakmadığını, sarayındaki dalkavukların onu yavaş yavaş öldürmesine izin verdiğini, giysilerinin çok demode olduğunu ve onu yaşlı gösterdiğini, kel kalmanın da ona hiç yakışmadığını bir nefeste ekleyiverdi. Diktatör bir anda ilkokul yıllarına döndü bu sözlerle – arkadaşının aslında fiziksel gücüyle değil, psikolojik yıpratma yöntemleriyle hepsinin üstünde baskı kurduğunu hatırladı. Bu kısa karşılaşma, diktatörün sonraki yıllarında yönetim tarzında köklü bir değişim yaratacaktı.

***

Diktatörün biri, ülkesinde yaşayan en iyi insandı; nüfusun geri kalanı içten pazarlıklı, kinci, sevgisiz, acımasız, hoyrat, hırsız, katil, tacizci insanlardan oluşuyordu. Diktatöre katlanamıyordu hiçbiri; onu yok etmek, mümkünse sinsi bir planla ve kendi elleriyle öldürmek için can atıyorlardı. Gizli ve yaygın bir yeraltı örgütlenmesinin ortaya çıkması da uzun sürmemişti, ama ordudan korkuyorlardı eni konu. Diktatör kadar olmasa bile, yine de oldukça iyi insanlar vardı orduda, en azından yüksek komutada – aşağıdakiler herkes kadar kötüydü, ne daha az, ne daha fazla. İnsanlar zıvanadan çıkıp sokağa döküldüğünde, ortalığı yakıp yıkmaya başladığında diktatör giderek daha sevecen davranışlar sergiler oldu; bir fırsatını bulup herkesi bağışlamaya, hapishaneleri boşaltmaya, yıkılanları ve bozulanları onartmak için büyük harcamaları göze almaya başladı. Bunları olabildiğince gizli yapıyordu elbette, basındaki yandaşları da onun aslında ne kadar kötü bir insan olduğunu yazıp duruyordu; halkın çoğu buna kanmıyordu ama, kanmış gibi görünse de. Diktatörün sonu bir gün ansızın, önemsiz gibi görünen bir olayın bir anda büyümesiyle geldi: komutanlarından biri, onun idari bölgesinde yaşayan, kızı tarafından metro treninin altına itilen ve nasıl olduysa kurtulan bir kadını hastane odasında ziyaret etmiş, çiçek götürmüştü. Galeyana gelen yöre halkının hastane binasını ateşe verişini televizyondan izleyen diktatör, artık herşey için çok geç olduğunu anladı. Bu insanlara iyilik yaramıyordu, ama onun da elinden başka birşey gelmiyordu. Yılların yorgunluğu birkaç saat içinde onu tümüyle yıldırdı, bir an önce sarayının basılmasını ve hızlı bir şekilde öldürülmeyi beklemeye başladı. Fazla beklemesi gerekmeyecekti.

 ***

Diktatörün biri yalnızca beş yaşındaydı, ama yetmiş beşlik diktatörleri cebinden çıkarırdı. Annesine, babasına, ablasına öyle azap çektiriyor, çevredekilere o kadar dehşet saçıyordu ki büyüdüğünde dünyanın en önemli diktatörlerinden biri olacağından herkes emindi. Yine de bazen, özellikle uykuya yeni daldığında, inanılmaz bir tatlılık çöküyordu üzerine, dudaklarının kenarına ufacık bir gülümseme yerleşiveriyordu. Neyse ki böyle durumlarda annesi onu biraz sertçe sarsarak uyandırıyor, küçük diktatör normale dönüyordu. İleriki yaşlarında, gerçek bir diktatör olduğunda, uykuya dalabilmesi için hep birisi tarafından sarsılması gerekecekti.

 ***

Diktatörün biri, işin zorluklarına dayanamayıp aklını yitirmişti; bir dağın yamacında, orman içinde bir klinikte yaşıyordu artık, tedavisinin imkansız olduğu kabul edilmişti. Kendisinden sonra gelen diktatör, eski diktatörün tüm masraflarını bir vefa örneği olarak kendi cebinden karşılayacağını duyurmuştu. Aklını yitiren eski diktatör, diğer bazı hastalarla devlet işlerine dair toplantılar yaparak ve sekreter kılığına girmiş bir hemşireye mektuplar, gazete makaleleri ve konuşma metinleri yazdırarak geçiriyordu günlerini. Hastane hekimleri diktatörün ailesini kaçınılmaz sona hazırlamaya çalışmış, birkaç yıl içinde bu kadarını bile dikte edemeyeceğini anlatmışlardı, sonrasında perişan aileyi hiçbiri teskin edememişti.

***

On binlerin üzerine gözünü kırpmadan bombalar yağdırmış, sokaktaki masum insanları kurşun yağmuruna tutturmuş, siyasal rakiplerini işkenceyle öldürtmüş (bir-ikisini bizzat öldürdüğü anlatılırdı), halkının büyük bir kısmı yoksulluk çekerken kişisel servetini milyarlarca dolara çıkarmış, cebinden beş kuruş ödemeden, şirket patronlarına yaptırdığı sarayında şatafat içinde yaşayan bir diktatör bu, ama bakın: ülkenin en ünlü bestecisinin ablasını boğulmaktan son anda kurtardıktan, deniz kenarındaki muhteşem villasına kucağında taşıdıktan sonra, kendi elleriyle hazırladığı sıcak ıhlamuru yudum yudum içiriyor, müzik ve estetik konusunda yaşlı kadıncağızla sohbet ediyor şimdi. *** Gerçekte pek az diktatörün başına gelen, ama korkusu istisnasız bütün diktatörlerin yüreğine çöreklenmiş bir hastalıktan mustaripti diktatörün biri: geçmişte yaptıklarından pişmanlık duymaya başlamıştı. Yakın çevresini oluşturan devlet üst yönetiminde büyük panik vardı – ülke halkına ve dünyaya hiçbir şey belli etmemek için hepsi elinden geleni yapıyordu, ama her an, geri dönüşsüz büyük bir skandal patlak verebilirdi. Kendinden kurtulmaktan başka hiçbir şey istemeyen diktatörse, bu cezanın ne zaman biteceğini; en güvendiği insanlar tarafından kendi bedenine, olabilecek en korkunç hücreye hapsedilmiş olmanın kahrıyla daha ne kadar yaşaması gerektiğini sorarak uyanıyordu her sabah. Gerçekten de ancak cezasının tamamını çektikten sonra ölebilecekti.

***

Diktatörün ortadan kayboluşunun beşinci gününde ülkede yaşam durma noktasına geldi. İnsanlar bulvarlarda ruh gibi yürüyor, caddelerde sebepsiz yere birbirlerine sarılıyor, arka sokaklarda yere yığılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Hayatın bu gerçeğini bir gün öğrenmek zorunda kalacakları, hiçbirinin aklına gelmemişti belli ki: bir diktatör tarafından yönetilen bir ülkede yaşamak zordu, ama asıl korkuncu, bir diktatör tarafından kaderine terk edilen bir ülkede yaşamak zorunda kalmaktı.

***

Bütün ülke bir diktatör tarafından yönetildiğini sanıyordu; haklıydılar aslında, onları yöneten diktatörün kimliği hakkında yanılıyorlardı yalnızca. Onlara her gün televizyonlardan, radyolardan, gazetelerden bağıran, nasıl yaşayacaklarını ve daha önemlisi nasıl yaşamayacaklarını söyleyen, dilediğinin canına okuyan, dilediğinin çanına ot tıkayan, korkunç suratıyla çocuklara kabuslar gördüren adam, bir seks kölesiydi yalnızca. Her dediğini yapmak zorunda olduğu bir dominatrisi vardı; kadın onu ödüllendirebilirdi de, cezalandırabilirdi de. Ödülleri cennet meyvesi gibi olurdu, cezalarıysa cehennem yalımlarını aratırdı. Diktatörlük sarayı kampüsünün dışına neredeyse hiç çıkmazdı bu kadın, çıktığında siyah deri bir pardösü, siyah gözlükler, siyah deri eldivenler ve siyah bir başörtüsünün ardına saklanırdı. Saray koridorlarını çınlatan çığlıkları, sarayın yüksek tavanlı salonlarında ve penceresiz odalarında yaptığı ve diktatöre yaptırdığı şeyler, yalnızca bir avuç seçkin ve bir avuç zavallı tarafından bilinirdi. Hepsi de, bu konuda en ufak bir şey fısıldayacak olursa başlarına neler geleceğini çok iyi biliyordu. Diktatör, dominatrisin emriyle seks yapmaya o kadar bağımlıydı ki, onun emriyle ülke yönetmek konusunda hiçbir ikirciği yoktu. Bu ilişki ancak çok uzun yıllar sonra, en yetenekli siyasal gözlemciler ülkenin tuhaf bir seks fantezisi haline geldiğini söyler olunca ortaya çıkacaktı.

 ***

Ülke bir diktatörlük olmaktan çıkalı neredeyse on yıl oluyordu; herkes biliyordu bunu, diktatörün kendisi dışında herkes. Bir tek diktatör, ülkenin hala bir diktatörlük olduğunu, herkesin ondan ölesiye korktuğunu ve iliklerine kadar nefret ettiğini sanıyordu. On yıl kadar önce, kötü bir rüyadan uyanır gibi, artık bir diktatörlükte yaşamak istemediklerine karar vermişti insanlar, sessizce, hep birlikte, önceden anlaşmışçasına. Ne var ki bunu diktatöre söylediklerinde kalbinin kırılacağından herkes emindi; o yüzden, yine sessizce, kimsenin tek sözcük söylemesine gerek kalmadan, diktatörü idare etmeye, pışpışlamaya karar vermişlerdi. Zaten sağlığı bozuktu diktatörün, en fazla birkaç yıl daha yaşayabileceğini fısıldıyordu hekimler; son günlerini mutlu geçirmesini sağlamakta ne gibi bir sakınca olabilirdi? Ne var ki diktatör beklenenden daha dirençli çıkmıştı, onun haberi bile olmadan kendisine biçilen süreyi aşmış, dinç bir diktatör olarak yaşamını sürdürmüştü. Halkı bu durumu da sorun etmemiş, kendi bildikleri gibi yaşamış, iktidarı olmayan diktatörlerine sert erkek muamelesi yaparak gönlünü hoş tutmuşlardı. Zaten yalandan kim ölmüştü ki?

***

Diktatörün biri bir gün pabucun pahalı olduğunu anladı; halkın dayanma sınırına gelmişti, eğer düzene bir yenilik getirmezse kendini her an bir lağım çukurunda, kafası kesilmiş ve üzerine işenmiş bir halde bulabilirdi. Neyse ki akıllı bir kadındı bu diktatör; büyük bir sistem değişikliğine gideceğinin haberini yaydı önce, aradan bir hafta geçtikten ve beklentileri iyice yükselttikten sonra bir akşam televizyona çıktı. “Yarından tezi yok, bütün önemli devlet kararları için halk oylaması yapacağız. Bundan sonra bu ülke radikal demokrasiyle yönetilecek. Kimse kimsenin vekili olmayacak, herkesin bir oyu olacak ve çoğunluk ne derse o yapılacak,” dedi. Diktatörün konuşması daha bitmeden, ülke halkı sarhoşluğa varan bir sevinçle sokakları, meydanları doldurdu. Kutlamalar üç hafta sürdü; diktatörün o konuşmayı yaptığı gün, daha sonra Halk Diktası Bayramı olarak kutlanacaktı. Yalnızca tırışkadan konuların halkoyuna sunulduğunu, önemli bütün kararların yine diktatörün kendisi tarafından verildiğini gözlemleme cesareti gösterenlerse kendilerini bir lağım çukurunda, kafaları kesilmiş ve üzerlerine işenmiş bir halde bulacaktı elbette.

***

Amazonlarda yaşayan ve daha önce uygar dünyayla hiçbir temasta bulunmamış olan bir kabilenin keşfedildiği haberi başkente ulaştığında diktatör çok heyecanlandı, en parlak adamlarını yanına alıp helikopterine atladı ve kabilenin “misafir edildiği” kampa gitti. Karşılaştığı manzara korkunçtu: bu tür kabilelerin üyelerinin çıplak dolaşması alışıldık bir durumdu kuşkusuz, bu kabile de sarmaşıklardan örülmüş ufak örtüler dışında anadan doğma geziyordu, ama asıl inanılmaz olan, hiçbir yönetim kavramını bilmiyor ve kullanmıyor olmalarıydı. Bırakın diktatörü, bir başkanları ya da liderleri bile yoktu. Diktatör bu durumu gördüğünde ülkenin bütün medya kuruluşlarını bizzat arayarak ekip yollamalarını istedi – bu kabileyi ilkellikten kurtaracak, uygarlığa adım attıracaktı, bütün halkının da bu sürece tanıklık etmesini istiyordu. Tam bir yönetim yokluğu halinden, son model diktatörlük yönetimine geçişi ekranlarından büyük bir merakla izleyen halk, insanlık adına bu kadar çalışan, bu kadar vizyon ve vicdan sahibi bir diktatörleri olduğu için yatıp kalkıp şükrettiler. 

***

Diktatörün biri aslında oldukça açık fikirli, ülkesinin ve halkının iyiliğini düşünen, yaşam kalitesini yükseltmeye çalışan, adil bir diktatördü. Dünyadaki gelişmeleri takip ediyor, aklına yatanları hemen kendi ülkesine getirtip uygulamaya koyuyordu. Dayanamadığı tek şey vardı bu diktatörün, o da heyecanının paylaşılmamasıydı – yeni fikirleri hemen ve şevkle benimsenmediğinde büyük bir öfkeye kapılıyor, bütün güvenlik güçlerini halkın üstüne salıyor, intikam alıyordu. Birkaç katliamdan sonra halk, kendi iyiliklerini düşünen diktatörlerinin iyi fikirlerini nasıl karşılamaları gerektiğini öğrendi, böylece sonraki yıllarda ilişkilerinde ciddi bir sorun çıkmadı.

***

Diktatörün biri bir sabah uyandığında bir tuhaflık olduğunu sezdi, ama ne olduğunu hemen anlayamadı. Kimse onu uyandırmamış, banyosunu ve kahvaltısını hazırlamamış, her sabah gelen oral seks hizmetçisi o sabah gelmemişti. Diktatör, sarayda hiç kimsenin olmadığını fark etti çok geçmeden; bahçeye çıktı, uzun bir yürüyüş yaptı, ama yine kimseyle karşılaşmadı. Bunun üzerine garaja gidip en sevdiği ciplerinden birine bindi, başkenti dolaştı: ne bir çocuk, ne bir ihtiyar, hiç kimse yoktu sokaklarda; evlerin ve binaların hepsi boş görünüyor, koca şehirde çıt çıkmıyordu. Diktatör arabadaki televizyonu açtı, kanaldan kanala geçti, ama hiçbirinde yayın yoktu. Bütün günü dolaşarak geçirdikten sonra yorgun bir biçimde sarayına dönen diktatör, gerçeği kabullenmesi gerektiğine karar verdi: o uyurken bütün halkı onu terk etmişti. Olgun ve kendisiyle barışık bir kadındı diktatör: ömrünün kalan kısmını, saray bahçesinde sebze ve meyve yetiştirerek, istifini bozmadan, tek başına yaşadı ve geceleri hep iyi uyudu.

***

Diktatörün biri, iyi bir diktatör olduğunu, halkının diktatörlük beklentilerini dolu dolu karşıladığını düşünmüştü hep, ta ki diktatörleriyle ünlü bir ülkenin diktatörünü resmi konuğu olarak başkentte ağırlayana kadar. Meslektaşının anlattıklarına önce inanmadı diktatör; abarttığını, attığını düşündü, ama istettiği raporlar ertesi gün masasına geldiğinde, duyduklarının abartılı değil, bilakis eksik olduğunu anladı. Birinci lig şampiyonuyla maç yapan üçüncü lig takımı gibi hissetti kendini: diktatörlük denen şey, bu adamın yaptığı gibi birşeyse, kendisinin yaptığı şeye ne ad verilmeliydi? Bunca yıldır halkının ihtiyaçlarını ancak çok mütevazı ölçülerde karşılayabilmiş olduğunu öğrenmenin yarattığı vicdan azabı ve moral bozukluğu, diktatörü günlerce rahat bırakmadı. Sonunda bir gece geç saatte, kimseye haber vermeden, sessizce ortadan kaybolmaya, kendilerine layık bir diktatör bulabilmeleri için halkını serbest bırakmaya karar verdi. Belki de gideceği yerde, kendisi gibi bir diktatör aramaya çıkmış bir halkla karşılaşırdı, kim bilir.

***

Diktatörün biri bir sabah, tanımlayamadığı bir rahatsızlık hissiyle uyandı; günün ilerleyen saatlerinde bu his katlanarak arttı. Akşamüstüne doğru diktatör, meselenin ne olduğunu anladı: can sıkıntısını giderecek yeni bir diktatörlük uygulaması gelmiyordu aklına. Koca bir hafta böyle geçti; diktatör önce bütün danışmanlarını kovdu, hızını alamayıp aşçılarını ve metreslerini de kapının önüne koydu, ama yalnız başına daha da çaresiz kaldığını anlamakta gecikmedi. Bir gece, sarayın koridorlarında tek başına dolaşırken, resmi ziyaretler dışında hiç girmediği kütüphaneye düştü yolu; kitap raflarının önünde oyalandı, bir-iki kitabı yerinden çıkarıp üstünkörü baktı ve hemen yerine koydu. Hayıflandı: gençken edebiyat ve sanatla ilgilenmiş olsaydı, şimdi belki de çok daha yaratıcı fikirleri olacaktı diktatörlük hakkında. Ama artık çok geçti; diktatör ertesi gün kütüphaneyi boşalttırdı ve yerine son model bir gay bar kurulması emrini verdi. Başka bir şey deneyecekti.

***

Diktatörün biri, her dediğinin ikiletmeden yapılmasından bıkmıştı. Önce saçma sapan şeyler istemeyi denedi, belki aklı başında biri çıkar da itiraz eder diye ummuştu, ama bu hiçbir şeyi değiştirmeyince büyük bir depresyona girdi. Depresyonu uzun sürdü; sonra bir akşam, sarayının dev bahçesinin üzerinden uçan leylekleri seyrederken aklına gelen fikir, onu gülümsetti: kimliğini gizleyerek komşu diktatörlüğe iltica edecek, sıradan bir insan olarak yaşayacak, terzilik yaparak geçinecek ve kendini başka bir diktatörün kaprislerine tamamen teslim edecekti. Üzerinden bir anda büyük bir yük kalkan diktatör, bu fikrini gerçekten de uyguladı ve yüzündeki gülümseme, ömrünün sonuna dek silinmedi.

***

Mükemmeliyetçiliği, diktatörün sonunu hazırladı: önce emir verdiği insanların yaptıklarını giderek daha az beğenmeye başladı, sonunda da herşeyi kendi yapmaya kalkıştı. Böylece diktatörlüğün demir yasasını çiğnemiş oldu: yapan insan değil, başka herkesin ne yapacağına karar veren insandı diktatör. Kendi işini kendi yapmaya çalışan bir diktatörse, yalnızca kendi kendinin diktatörü olabilirdi. Bu da herkesin takdir edeceği gibi çok saçma bir durum ve trajikomik bir figürdü.

 ***

Diktatörler arasında bir meslek kuruluşu, daha doğrusu seçkin diktatörlerin üye olacağı bir diktatörlük kulübü kurulmasının büyük bir ihtiyaç olduğuna karar veren diktatör, hemen bu yönde adımlar atmaya başladı. Böyle bir kulübün gerçekten de büyük bir eksiklik olduğu kısa sürede anlaşıldı, kulüp de çok geçmeden dünyanın en prestijli kurumlarından biri haline geldi. Çalışmalarını, getirdikleri yenilikleri, karşılaştıkları zorlukları birbirleriyle paylaşan ve başka kimseden alamayacakları desteği birbirlerine veren diktatörlerin, yılda en az dört kez gerçekleştirmeye özen gösterdikleri kulüp buluşmalarında hep ciddi olduklarını söylemek yanlış olur: koca koca halkları başarıyla yöneten bu insanlar, yeri geldiğinde çocuklar gibi oynamayı, ergenler gibi küsüp barışmayı, içip içip sarhoş olmayı ve hepsinden önemlisi, gönüllerince eğlenmeyi de çok iyi biliyordu. Ne var ki diktatörler kulübü biraz fazla hızlı büyüdü, üye alım politikaları sıkı tutulmadığı için olur olmaz diktatörler kulübe girip havayı bozdu, bu da eski ve nezih üyelerin yavaş yavaş el etek çekmesine yol açtı. Sonuna kötü paranın iyi parayı kovması gibi, diktatörler kulübü de çapsız diktatörlerin elinde yozlaştı ve itibarını yitirdi; onuncu yılında yeni yönetimin kulüple ilgili bir belgesel yaptırıp bir de kitap yazdırması, ama kuruculardan şöyle bir bahsedilip yeni dönemin ballandıra ballandıra anlatılması, eski diktatörlerin çok gücüne gitti. Yine de kapalı kapılar ardında söylenmekten ve kendi aralarındaki ikili-üçlü toplantılarda eski günleri yad etmekten başka pek birşey yapamadılar. Yeni nesil diktatörlerle uğraşmaya tenezzül etmediklerini söyleseler de, fazla yaşlı olduklarını ve buna güçlerinin yetmeyeceğini için için biliyorlardı.

***

Diktatörün biri bir gün halkı tarafından devrildi. Onyıllar süren baskı rejiminden kurtulmanın coşkusuyla insanlar büyük kutlamalara girişti, ancak bu çok uzun sürmedi, çünkü çok temel bir konuda ciddi bir görüş ayrılığı yaşanıyordu: diktatörü ne yapacaklarına karar veremiyorlardı. Bir grup, diktatörün hemen, zaman yitirmeden asılmasını istiyordu; karşıt görüştekilerse yaşatılmasını ve yaptıkları için pişman edilmesini istiyordu. Görüş ayrılığı kısa sürede çatışmaya, ardından iç savaşa dönüştü; ülke ciddi olarak parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya geldi. Sonunda iki tarafın liderleri bir uzlaşma komisyonu kurdu; komisyon gece-gündüz çalıştı, ama birinci ay dolmadan havlu attı: tarafların uzlaşması imkansız görünüyordu. Tüm ülkede kan gövdeyi götürürken, komisyonun son oturumunda son bir çabayla aldığı karar, neyse ki ülkenin büyük çoğunluğu tarafından bir sağduyu hamlesi olarak desteklendi: diktatörün akıbeti, diktatörün kendisine sorulacaktı, böyle konuları çok iyi bilirdi.


(daha fazla diktatör öyküsü için: güçoburlar )



15.1.16

Düşünce ve Tartışma Özgürlüğü Üstüne - John Stuart Mill



“Basın özgürlüğü”nün, ahlaksal olarak çökmüş ya da baskıcı bir yönetime karşı bir güvence olarak savunulmasını gerektirecek günlerin geride kaldığını umuyoruz. Çıkarlar konusunda halkıyla uyuşmamış bir yasama ya da yürütme organının, o halkın neler düşünmesi gerektiğini, hangi öğretileri ya da savunuları duymasına izin verilebileceğini belirlemesine fırsat tanımamak konusunda artık herhangi bir savunuya gerek kalmamıştır herhalde. Konunun bu yönü zaten bizden önceki yazarlar tarafından o kadar sık ve o kadar başarılı bir şekilde ortaya konmuştur ki, burada özellikle üstünde durulmasına gerek yoktur. Her ne kadar İngiltere hukuku basın konusunda, hala Tudor’lar dönemindeki kadar ürkekse de, bakan ve hakimlerin ayaklanma korkusuyla her zamanki sakinliklerini kaybettiği geçici bir panik dışında, bu yasaların siyasal tartışmaya karşı uygulamaya konması gibi bir tehlike pek küçüktür;* ayrıca genelde anayasal düzene bağlı ülkelerde devletin, halka karşı tümüyle sorumlu olsun ya da olmasın, düşüncelerin dile getirilmesini sık sık denetlemeye kalkışmasından korkulmaz, yeter ki kamunun genel tahammülsüzlüğüne bu yoldan aracılık ediyor olmasın. O yüzden devletin halkla tümüyle uyuştuğunu ve halkın sesi olduğunu düşündüğü şeyle uyum içinde olduğu durumlar dışında zor kullanmayı asla aklına getirmediğini varsayalım. Ancak ben halkın, kendi başına ya da devlet aracılığıyla böyle bir zor kullanımına başvurma hakkını yoksuyorum. Bu gücün kendisi gayrı meşrudur. En iyi devletin bunu kullanma hakkı, en kötü devletinkinden fazla değildir. Kamuoyunun isteği doğrultusunda kullanılması, ona rağmen kullanılması kadar, hatta daha da tehlikelidir. Bir kişi hariç bütün insanlık aynı görüşte olsa, tek bir kişi karşı görüşte olsa, insanlığın o kişiyi susturma hakkı, o kişinin gücü yetse insanlığı susturma hakkından fazla değildir. Bir düşünce, yalnızca sahibi için değer taşıyan kişisel bir mal olsa, bunun tadını çıkarmaktan alıkonma nedeniyle görülen zarar da yalnızca kişisel olsa, bu zararın az ya da çok sayıda insana verilmiş olması arasında bir fark olurdu. Ama bir düşüncenin dile getirilmesinin engellenmesine özel olan kötülük, bunun tüm insan ırkını yoksun bırakıyor olmasıdır; hem bu kuşağı, hem de sonraki kuşakları; hem bu görüşe karşı çıkanları, hem de bu görüşü benimseyenleri, özellikle de onları. Eğer bu doğru bir görüşse, yanlışın yerine doğruyu koyma fırsatından yoksun bırakılmışlar demektir; eğer yanlışsa, o zaman da doğru görüşün yanlış olanla çarpışmasından doğacak daha açık algıdan ve bunun bırakacağı canlı izden olacaklardır, bu da neredeyse bir o kadar büyük bir yarardır.

Bu iki hipotezin her birinin kendine ait belli bir savunusu vardır, o yüzden de ayrı ayrı ele alınmaları gerekir. Susturmaya çalıştığımız görüşün yanlış bir görüş olduğundan hiçbir zaman emin olamayız; olsaydık bile, onu susturmak yine de kötülük olurdu.

Öncelikle: yetkenin bastırmaya çalıştığı görüş doğru olabilir. Onu bastırmaya çalışanlar doğruluğunu yoksayacaktır elbette; ama hata yapıyor olabilirler. Bu konuda tüm insanlık adına karar verecek, tüm diğer insanları karar alma araçlarından dışlayacak yetkeleri yoktur. Yanlışlığından kesin olarak emin oldukları bir görüşü duymayı reddetmek, onların kesinliğinin mutlak kesinlikle aynı şey olduğunu varsaymaktır. Tartışmayı susturma yönündeki her girişim, hata yapmazlık varsayımına dayanır. Bunun lanetlenmesine dayanak olarak bu alışıldık savunu gösterilebilir, alışıldık olması da geçerliliğini azaltmaz.

Ne yazık ki onların hata yapabilirliği teoride her zaman kabul edilmesine karşın, pratikte verdikleri kararların ağırlığını taşıyacak durumda değildir; çünkü her ne kadar herkes kendisinin hata yapabileceğini bilse de, pek az insan buna karşı önlem almanın gerekli olduğunu düşünür ya da çok emin oldukları bir görüşe sahip olmanın, düşebileceklerini bildikleri türden bir hatanın örneklerinden biri olduğunu itiraf edebilir. Mutlak hükümdarlar, ya da sınırsız bir boyun eğmeye alışmış başkaları, kendi görüşleri hakkında bu tür bir tam güveni neredeyse bütün konularda duyar. Daha mutlu bir konumda olan, görüşlerinin bazen sorgulandığını gören, hata yaptıklarında düzeltilmeye de tümüyle yabancı olmayan kişilerse, bu sınırsız güveni yalnızca çevrelerindeki herkes tarafından paylaşılan görüşleri için ya da sözünü dinledikleri insanlara duyar: kendi tekil muhakemesine güven duyma isteğiyle doğru orantılı olarak, genelde “dünya”nın yanılmayacağına bir tür içrik güvenle inanır. Dünya da her birey için onun temasta bulunduğu bölümüdür; partisi, mezhebi, dini, toplumdaki sınıfıdır: dünya dendiğinde kendi ülkesi ya da çağı gibi kapsamlı bir şeyi anlayan kişi, neredeyse liberal ve açık görüşlüdür. Başka çağların, ülkelerin, mezheplerin, dinlerin, sınıfların ve partilerin, tam tersi görüşlere sahip olmuş olduğunu, hatta şu anda da sahip olduğunu bilmek, onun bu kolektif yetkeye olan inancını sarsmaz. Kendi dünyasına, diğer insanların itirazcı dünyalarına karşı haklı konumda olma sorumluluğu yükler; bu çok sayıdaki dünyadan hangisinin onun güveninin nesnesi olacağının rastlantıyla belirlenmiş olması onu hiç düşündürmez, Londra’da bir Kilise müdavimi olmasına yol açan nedenlerin onu Pekin’de bir Budist ya da Konfüçyüsçü yapacağını aklına getirmez. Oysa çağların insanlardan daha yanılmaz olmadığı kendi içinde gün gibi açıktır, savunu gerektirmez; her çağ, daha sonraki çağlarda yalnızca yanlış değil aynı zamanda saçma olarak değerlendirilen pek çok görüşe sahip olmuştur; şimdi yaygın olan pek çok görüş de gelecekteki çağlar tarafından reddedilecektir, tıpkı bir zamanlar yaygın olanların bugün reddedildiği gibi.

Bu savunuya yapılabilecek itiraz büyük olasılıkla şöyle olurdu. Kamusal yetkenin kendi muhakemesiyle ve sorumluluğuyla yaptığı başka herhangi bir şeyin yanlış olamayacağı varsayımı, hatanın yaygınlaşmasını engellemenin yanlış olamayacağı varsayımlarının en büyüğüdür. Muhakeme, insanlara kullansınlar diye verilmiştir. Hatalı bir şekilde kullanılabileceği için insanlara muhakemelerini hiç kullanmamaları mı söylenmeli? Son derece zararlı olduğunu düşündükleri şeyleri yasaklamak, hata yapmazlık iddiası değil, onlara düşen görevi yerine getirmek, hataya düşme olasılığına rağmen kendi vicdanlarının sesine göre hareket etmektir. Hatalı olabilecekleri düşüncesiyle görüşlerimize uygun hareketlerde bulunmayacaksak, bütün çıkarlarımızı boşlayacağız, hiçbir görevimizi yerine getirmeyeceğiz demektir. Tüm davranışlar için geçerli olan bir itiraz, tekil herhangi bir itiraz için geçerli olamaz. Devletlerin ve bireylerin görevi, olabildiğince doğru görüşler oluşturmaktır; bunları dikkatle oluşturmak, doğruluğundan iyice emin olmadan başkalarına dayatmamaktır. Ama emin olduklarında (diyebilir böyle akıl yürütenler), görüşleri doğrultusunda hareket etmekten kaçınmak, insanlığın refahı için içtenlikle tehlikeli olduğunu düşündükleri öğretilerin bu yaşamda ya da bir başkasında tüm dünyaya yayılmasına izin vermek, bunu da daha az aydınlanmış çağlarda başka bazı insanlar, bugün artık doğruluğuna inanılan bazı görüşleri cezalandırdı diye yapmak vicdanlılık değil korkaklıktır. Şimdi aynı hatayı yapmamaya özen gösterelim denebilir: ama devletler ve uluslar başka konularda hata yaptı, bunlar da yetke kullanımına uygun bulunmayan konular değildi: kötü vergiler getirdiler, haksız savaşlar açtılar. Bu yüzden artık hiç vergi koymamalı ve ne kadar kışkırtılırsa kışkırtılsın, hiçbir savaşa girmemeli miyiz? İnsanlar ve hükümetler, ellerinden geleni yapmakla yükümlüdür. Mutlak kesinlik diye bir şey yok, ama insan yaşamı söz konusu olduğunda yeterli güvence diye bir şey var. Kendi davranışlarımızı yönlendirmek için görüşümüzün doğru olduğunu varsayabiliriz, saymalıyız da: kötü insanların bizim yanlış ve tehlikeli bulduğumuz görüşlerle toplumu bozmasına engel olduğumuzda da bundan fazlasını varsaymış olmuyoruz.

Buna yanıtım, çok daha fazlasını varsayacak olduğumuzdur. Her türlü sorgulama fırsatına rağmen yanlış olduğu gösterilemeyen bir görüşün doğu olduğunu varsaymak ile, yanlışlığının kanıtlanmasını engellemek için doğru olduğunu varsaymak arasında dünyalar kadar fark vardır. Görüşümüze karşı çıkma ve onun yanlışlığını kanıtlama konusunda tam özgürlük, bu görüşün eylemlerimiz için doğruluğunun varsayılmasını haklı gösterebilecek koşulun ta kendisidir; insan yetilerine sahip bir varlık da başka hiçbir koşulda, doğru olduğu konusunda makul bir güvence duyamaz.

Düşünce tarihini ya da sıradan insan yaşamını ele aldığımızda, bunların şu anki hallerinden daha kötü durumda olmamalarını neye bağlamalıyız? Herhalde insan kavrayışındaki güce değil; çünkü bariz olmayan her konuda, doğru muhakeme yapabilecek bir kişinin karşısına, yapamayacak doksan dokuz kişi çıkar; bu yüzüncü kişinin yeterliliği de ancak görecelidir; çünkü bütün geçmiş kuşaklardaki ileri gelen insanların çoğu, artık yanlış olduğu bilinen pek çok görüşe sahipti, bugün kimsenin haklı gösteremeyeceği pek çok şeyi ya bizzat yaptılar ya da onayladılar. Öyleyse, insanlar arasında genelde akılcı görüşlerin ve akılcı davranışın ağır basıyor olmasının nedeni nedir? Eğer gerçekten böyle bir ağır basma durumu varsa –ki olmalı, eğer insanlığın durumu şu anda ve tüm tarih boyunca çaresizliğe gömülmemişse- bu, ister bir entelektüel ister bir ahlaki varlık olarak insanın saygıdeğer bütün yönlerinin kaynağı olan insan zihninin bir özelliği sayesindedir, bu da, insani hataların düzeltilebilir olmasıdır. İnsan hatalarını tartışma ve deneyim yoluyla düzeltebilir. Yalnızca deneyimle değil. Tartışma da olmak zorundadır ki deneyimin nasıl yorumlanacağı gösterilebilsin. Yanlış görüşler ve uygulamalar zaman içinde yerlerini olgulara ve savunulara bırakır: ancak olgular ve savunuların insan zihni üzerinde herhangi bir etkisi olabilmesi için, onun karşısına çıkarılması gerekir. Pek az olgu, anlamlarını ortaya koyacak yorumlar olmaksızın kendi hikayesini anlatabilir. Dolayısıyla insan muhakemesinin tüm gücü ve değeri tek bir özelliğe dayanır, yanlışa düştüğünde doğruya yöneltilebilme özelliği; ancak bu doğruya yöneltme araçları her zaman el altında bulundurulursa insan muhakemesine güven duyulabilir. Muhakemesi gerçekten güven duyulmayı hak eden bir kişiyi ele alalım, bu duruma nasıl gelmiştir? Çünkü söz konusu kişi, görüşleri ve davranışlarıyla ilgili eleştirilere zihnini açık tutmuştur. Çünkü ona karşı söylenebilecek her şeyi dinleme alışkanlığı vardır; eleştiriden haklı olduğu ölçüde yararlanma ve hatanın hata olduğunu hem kendine, hem de bazı durumlarda başkalarına açıkça anlatma alışkanlığı vardır. Çünkü bir insanın bir konunun tamamını bilmeye yaklaşmasının tek yolunun, her türlü farklı görüşe sahip insanları dinlemek, her türden zihnin bu konuya bakış biçimlerinin tümünü incelemek olduğunu hissetmiştir. Hiçbir bilge, bunun dışında bir biçimde elde etmemiştir bilgeliğini; insan aklının başka bir şekilde bilgelik kazanması da doğasına aykırıdır. Kendi görüşünü başkalarınınkiyle düzenli bir şekilde karşılaştırma alışkanlığı, bu görüşün uygulamaya geçirilmesinde kuşku ve duraksama yaratmayacağı gibi, tam tersine ona haklı şekilde güven duyulmasının sarsılmaz tek temelidir: ona karşı en azından bariz bir şekilde söylenebilecek her şeyden haberdar olduğu, ona karşı çıkanların nezdinde kendi konumunu belirlemiş olduğu –itiraz ve zorlukları görmezden gelmek yerini onları aradığını, nereden gelirse gelsin konuyu aydınlatabilecek hiçbir ışığı söndürmediğini bildiği- için, benzer bir süreçten geçmemiş her bir kişi ya da topluluktan daha sağlam bir muhakemeye sahip olduğunu düşünmeye hakkı vardır. İnsanlığın en bilge olanlarının, kendi muhakemesine güvenmeyi en çok hak edenlerin, bu güveni haklı gösterdiğini düşündükleri şeyleri, halk denilen o birkaç bilge ve pek çok şaşkın insandan oluşan karışık topluluğun incelemesine sunmasını istemek aşırı olmaz. En hoşgörüsüz kilise olan Roma Katolik Kilisesi, dine hizmet etmiş bir kişinin aziz mertebesine çıkarılması sırasında bile bir “şeytanın avukatı”nı çağırır ve sabırla dinler. Öyle anlaşılıyor ki en kutsal insan bile, ölümünden sonra şeytanın ona karşı söyleyebileceği her şey bilinip tartılmadan onurlandırılamıyor. Newton felsefesi bile eğer sorgulanamasaydı, insanoğlu onun doğruluğundan, şimdi olduğu kadar emin olamazdı. En sağlam inançlarımızın tek dayanağı, onların yanlışlığını kanıtlama konusunda tüm dünyaya yapılmış ve daima geçerli olan bir davettir. Bu meydan okuma kabul edilmezse, ya da edilir ve girişim başarısızlıkla sonuçlanırsa, kesinlikten yine de çok uzakta oluruz; ama insan aklının şu anki durumunda yapabileceğinin en iyisini yapmış oluruz; gerçeğin bize ulaşması için bir fırsat olabilecek hiçbir şeyi gözardı etmemiş oluruz: listeler açık tutulduğu sürece, daha iyi bir gerçek varsa, insan zihni onu algılayabilecek hale geldiğinde bu gerçeğin bulunacağına dair bir umut besleyebiliriz; bu arada da kendi zamanımızda bu gerçeğe olabildiğince yaklaşmış olduğumuza güven duyabiliriz. Hata yapabilir bir varlığın ulaşabileceği kesinlik derecesi budur, ona ulaşmanın tek yolu da budur.

İnsanların açık tartışma sırasında savunuların geçerliliğini kabul etmeleri ama “uç noktalara taşınması”na itiraz etmeleri gariptir; uç bir örnekte geçerli olmayan nedenlerin, hiçbir örnekte geçerli olmayacağını görmezler. Kuşku duyulabilecek her konuda açık tartışma olması gerektiğini kabul ettikleri halde, çok kesin olan, daha doğrusu onların kesin olduğundan kesinlikle emin olduğu belirli bir ilke ya da öğretinin sorgulanmasının yasak olması gerektiğini düşünürler, bunu yaparken kendilerini “yanılmaz” görmediklerini sanmaları de gariptir. İzin verilse herhangi bir önermenin kesinliğini yadsıyacak -ama izin verilmeyen- tek bir kişi bile varsa bu önermeye kesin gözüyle bakmak, bizim ve bizim gibi düşünenlerin kesinlik konusunda tek karar mercii olduğumuzu, üstelik karşı tarafı dinlemeyen bir karar mercii olduğumuzu varsaymaktır.

İçinde bulunduğumuz çağda -ki “inançtan yoksun ama kuşkuculuktan ödü kopan” bir çağ olarak tanımlanmıştır ve insanlar görüşlerinin doğruluğundan değil, onlar olmaksızın ne yapacaklarını bilmeyeceklerinden emindir- bir görüşün açık saldırılardan korunması gerektiği iddiaları, bu görüşün doğruluğuna değil, onun toplum için olan önemine dayandırılır. Söylendiğine göre, insanların iyiliği için olmazsa olmaz ve çok yararlı öyle bazı inançlar vardır ki, devletlerin görevi, toplumun diğer çıkarlarını korumak olduğu kadar bu inançları da yaşatmaktır. Böyle bir gereklilik durumunda ve tümüyle görev tanımları dahilinde olarak hükümetler, insanlığın genel görüşüyle desteklenmiş bir şekilde kendi görüşlerini, kesinlik aramaksızın uygulayabilir, hatta bunu yapmaya da zorunludurlar. Sık sık iddia edilen ve çok daha yaygın bir şekilde düşünülen bir başka şey de, yalnızca kötü insanların bu saygıdeğer inançları zayıflatmak isteyeceğidir; kötü insanları dizginlemekte, yalnız onların yapmak isteyeceği şeyleri yasaklamakta hiçbir kötülük olmadığı da düşünülmektedir. Bu düşünce biçimi, tartışmaya getirilen sınırlandırmayı öğretilerin doğruluğuna dayanarak değil, onların yararlılığına bakarak gerekçelendirir; bu yolla da görüşler konusunda hata yapmaz bir yargıç olma iddiasının sorumluluğundan kurtulduğunu zanneder. Ama kendilerini bu yolla tatmin edenler, hata yapmama varsayımının yalnızca bir noktadan bir başka noktaya taşınmış olduğunu algılamamaktadır. Bir görüşün yararlılığı da kendi başına bir görüştür; görüşün kendisi kadar tartışmalı, tartışmaya açık ve tartışma gerektiren bir şeydir. Bir görüşün zararlı olduğuna karar verebilmek için, onun yanlışlığına karar verirken gerekli olan hata yapmayan yargıca aynı şekilde gerek vardır, eğer suçlanan görüş kendini savunmak için her türlü fırsata sahip değilse. Ayrıca kafirlik eden kişinin, kendi görüşünün doğruluğunu savunması yasak olsa da yararlı ya da en azından zararsız olduğunu savunmasına izin verilebileceğini söylemek de yeterli olmayacaktır. Bir görüşün doğruluğu, onun yararının bir parçasıdır. Bir önermeye inanılmasının istenir olup olmadığını bilmek istiyorsak, onun doğru olup olmadığı sorusu dışlanabilir mi? Kötü insanların değil, insanların en iyilerinin görüşüne göre, gerçeğe aykırı olan hiçbir görüş gerçekten yararlı olamaz: yararlı olduğu söylenen ama yanlış olduğuna inandıkları bir öğretiyi reddettikleri için suçlandıklarında, bu tür insanların bu çağrıyı yapmalarını engelleyebilir misiniz? Genelgeçer görüşlerin savunucuları, bu çağrıdan olabildiğince çok yararlanmaktan asla geri durmaz; yararlılık konusunu doğruluktan tamamen ayrı bir şeymiş gibi ele aldıklarını göremezsiniz: tam tersine, kendi öğretileri her şeyden önce “doğru” olduğu için onu bilmek ya da ona inanmak o kadar gereklidir. Böylesine yaşamsal bir savunu bir tarafta kullanılıp öbür tarafta kullanılamazsa, yararlılık konusunda adil bir tartışma yapılamaz. Zaten kanunlar ya da kamu vicdanı bir görüşün tartışılmasına izin vermediğinde, onun yararlılığının reddedilmesi konusunda bir o kadar hoşgörüsüzdürler. En fazla, o görüşün mutlak gerekliliğinin ya da onu reddetmenin pozitif suçluluğunun hafifletilmesine razı olurlar.

Biz kendi muhakememizde lanetledik diye bazı görüşlerin dile getirilmesini engellemenin kötülüğünü daha iyi örnekleyebilmek için, tartışmayı somut bir duruma bağlamak iyi olacak; ben de kendim için en az istenir bulduğum durumları seçiyorum – hem doğruluk, hem de yararlılık açılarından düşünce özgürlüğüne karşı yapılan savununun en güçlü olduğu durumlar bunlar. Saldırılan görüşler, bir Tanrıya ve ahrete inanç olsun, ya da genelgeçer ahlak öğretilerinden herhangi biri. Böyle bir zeminde savaşmak, haksızlık yapan saldırgana büyük bir avantaj verir; çünkü neredeyse kesin olarak diyecektir ki, Yasalarca korunacak kadar kesin olmadığını düşündüğünüz öğretiler bunlar mı? (haksızlık etmek istemeyen pek çok insan da bunu içinden söyleyecektir). Bir Tanrıya duyulan inanç, ondan emin olabilmek için kişinin hata yapmazlığı varsayımını gerekli kılan görüşlerden biri mi? Ancak burada, hata yapmazlık varsayımı dediğim şeyin, bir öğretiden (bu her ne olursa olsun) emin olma duygusu olmadığını belirtmem gerek. Benim sözünü ettiğim şey, bu konuyu başkaları adına, karşı taraf için söylenebilecekleri duymalarına izin vermeden karara bağlama girişimidir. Bu kendini bilmezliği, en derin inançlarım adına kullanılsa da reddediyor ve lanetliyorum. Bir görüşün yalnızca yanlışlığı değil, sonuçları açısından zararlılığı -yalnızca sonuçlarının zararlılığı da değil, görüşün kendisinin (benim tümüyle nefret ettiğim sözcükleri kullanmak gerekirse) ahlaksızlığı ve dine saygısızlığı- konusunda herhangi birinin inancı ne kadar sağlam olursa olsun; ülkesinin halkının ya da çağdaşlarının ortak yargısını da arkasına alsa, onu destekleyecek görüşün dile getirilmesini engelliyorsa, hata yapmaz olduğunu varsayıyor demektir. Görüşün ahlaksız ya da dine saygısız olduğu söylendiği için bu varsayımın daha az karşı çıkılır ya da daha az tehlikeli olması şöyle dursun, en ölümcül olduğu durumdur bu. Bir kuşağın insanlarının, sonraki kuşakları şaşkınlığa ve dehşete düşüren o korkunç hatalar, tam da böyle durumlarda ortaya çıkar. Kanunların gücünün, en iyi insanları ve en onurlu öğretileri yok etmekte kullanıldığı unutulmaz tarihsel anlar bunların arasından çıkar; insanlar söz konusu olduğunda kanun gücü iğrenç bir başarıyla kullanılmıştır kullanılmasına, ama bu öğretilerden bazılarına, onlardan ya da onların genelgeçer yorumlarından ayrılan insanlara karşı benzer davranışları savunmak için (alay edercesine) başvurulduğu da olmuştur.

Bir zamanlar Sokrates adında bir adamın yaşadığı, insanlığa ne kadar anımsatılsa azdır; zamanında kendisiyle yasal yetkililer ve kamuoyu arasında kaydadeğer bir çatışma olmuştu. Büyük insanların bol olduğu bir çağ ve ülkede doğmuş olan bu adam, hem onu hem de o çağı en iyi bilenler tarafından, dönemin en erdemli kişisi olarak aktarılmıştır bize; biz ise onu, kendisinden sonra gelen bütün erdem öğretmenlerinin başı ve ilk örneği olarak, hem Platon’un yüksek ilhamının hem de Aristoteles’in dengeli yararcılığının kaynağı olarak tanıyoruz., “i maestri di color che sanno” diyebileceğimiz, etik ve tüm diğer felsefe kollarının iki hayat pınarıdır bu düşünürler. Ondan bu yana yaşamış olan bütün önde gelen düşünürlerin bu saygı duyulan ustası –aradan iki bin yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen ünü hala büyüyor, doğduğu şehre şan katan tüm diğer isimlerin toplamından daha ağır basıyor- kendi ülkesinin insanları tarafından, mahkeme önünde dine saygısızlık ve ahlaksızlık yapmaktan suçlu bulunarak öldürüldü. Dine saygısızlığı, devletin tanıdığı tanrıları reddetmekti; gerçekten de onu suçlayan kişi, hiçbir tanrıya inanmadığını öne sürdü (bkz. “Apologia”). Ahlaksızlığıysa, öğretileri ve yönlendirmeleriyle “gençliği kötü yola sevk etmek”teydi. Mahkeme onu bu eylemlerden suçlu buldu, bunu dürüstçe yaptığına inanmamız için de her türlü gerekçe var; herhalde o zamana kadar doğmuş olanlar arasında, insanlığın elinde en iyi muameleyi görmeyi hak etmiş bu insan, mahkeme tarafından, bir suçlu olarak öldürülmeye mahkum edildi. Sokrates’in mahkumiyetinden sonra, ani bir düşüş duygusu yaratmayacak tek yargısal haksızlık örneğine geçelim: bin sekiz yüz yıldan fazla bir zaman önce, Golgotha’da gerçekleşen olaydan söz ediyorum. Yaşamına ve konuşmalarına tanık olanların belleklerinde, ahlaki yüceliğine dair öyle bir iz bırakmıştır ki bu adam, ondan sonraki on sekiz yüzyıl boyunca ona Tanrı’nın kişileşmiş hali olarak saygı duyulmuştur; ama öldürüldüğünde neyle suçlanıyordu? Kafirlikle. İnsanlar kurtarıcılarını tanımamakla kalmadı, olduğu şeyin tam tersi sandılar onu, dine saygısızlığın önderi olarak davrandılar ona; şimdiyse onlar, ona yaptıklarından dolayı böyle görülüyor. İnsanoğlunun bugün bu üzücü olayları, özellikle de ikincisini, ele alırkenki duygusu, bu iki mutsuz aktörü yargılamalarında son derece büyük bir haksızlık yaptıklarını ortaya koyuyor. Bunlar, nereden bakılırsa bakılsın kötü insanlar değildi – insanların genelde olduğundan daha kötü değillerdi, tam tersine; kendi dönemlerinin ve insanlarının sahip olduğu dini, ahlaki ve vatani duyguların hepsine, hatta biraz fazlasına sahip adamlardı ikisi de: bizimkisi de dahil olmak üzere hangi çağda olursa olsun, hayatlarını suçlanmadan ve saygı görerek geçirme olasılığı büyük olan insanlardı. Ülkesindeki bütün görüşlere göre en kara suçu oluşturan o sözcükler söylendiğinde cüppesini yırtan başrahip, büyük olasılıkla düştüğü dehşet ve hakarete uğramışlık duygusunda içtendi, tıpkı bugün saygıdeğer ve dindar insanların, sahip oldukları dini ve ahlaki duygular konusunda olduğu gibi; oysa bugün başrahibin davranışları karşısında dehşete düşenlerin çoğu, onun devrinde yaşasaydı ve Yahudi olsalardı, aynen onun yaptıklarını yapardı. İlk din şehitlerini taşlayanların kendilerinden daha kötü insanlar olduğunu düşünen Ortodoks Hıristiyanlar, taş atanlardan birinin Aziz Pavlus olduğunu anımsamalı.

Bir hatanın etkileyiciliği, o hataya düşen kişinin bilgeliği ve ahlaklılığıyla ölçülüyorsa, en çarpıcı örneği verelim. Çağdaşları arasında en iyisi ve en aydını olduğunu düşünebilecek, güç sahibi bir kişi var ise, o da İmparator Marcus Aurelius’tur. Tüm uygar dünyanın tek hakimi olan imparator, en lekesiz adaletin yanı sıra, geçirildiği Stoacı eğitimden beklenmeyecek derecede yumuşak kalbini de ömrü boyunca korudu. Ona atfedilen bütün zayıflıklar, fazla hoşgörüden kaynaklanıyordu: eski uygarlığın en yüksek ahlaka sahip ürünü olan yazılarıysa, İsa’nın en temel öğretilerinden hemen hiç farklı değildi. Ondan bu yana yönetime gelmiş görünüşte Hıristiyan hükümdarların neredeyse hepsinden daha iyi bir Hıristiyan olan bu adam, Hıristiyanları öldürttü. İnsanlığın daha önceki tüm kazanımlarının zirvesinde, açık ve zincirsiz bir akılla, onu yazılarında Hıristiyanlık idealini kendiliğinden benimseyemeye yönelten bir kişilik yapısıyla bu imparator, içine işlemiş görevleri yüzünden, Hıristiyanlığın dünya için kötü değil iyi bir şey olacağını yine de göremedi. Varolan toplumun berbat bir durumda olduğunun farkındaydı. Ama her şeye rağmen toplumun daha kötüye gitmemesinin, bir bütün olarak tutulabilmesinin tek nedeninin, atadan kalma tanrılara inanç ve saygı olduğunu görüyor, ya da gördüğünü sanıyordu. İnsanlığın önderi olarak, toplumun parçalanmasına izin vermemeyi görevi olarak görüyordu; ama varolan bağlar ortadan kaldırıldığında, toplumu yeniden örecek yeni bağların kurulabileceğini göremiyordu. Ortaya çıkan yeni din, bu bağları çözmeyi hedefliyordu açıkça: o yüzden, eğer görevi bu dini benimsemek değilse, o zaman onu yok etmek olmalıydı. Dolayısıyla Hıristiyanlık teolojisi ona doğru ya da Tanrı kaynaklı gelmediği ölçüde; çarmıha gerilmiş bir Tanrı’nın garip tarihçesi ona inanılır gelmediği ölçüde, ona tümüyle akıldışı gelen bir temele dayanan bir sistemin, bir yığın kesintiden sonra da olsa anlaşıldığı gibi, bir yenilenme aracı olacağını öngöremedi; düşünürlerin ve hükümdarların en yumuşak kalplisi, en sevgi dolu olanı, görev bilinci nedeniyle, Hıristiyanlığın ortadan kaldırılması emrini verdi. Bana göre bu, tarihin en trajik olgularından biridir. Marcus Aurelius’un gözetiminde, imparatorluğun dini olarak Constantine’in inancı değil de Hıristiyanlık inancı benimsenmiş olsaydı, dünya Hıristiyanlığının ne kadar farklı bir şey olacağı düşüncesi, acı bir düşüncedir. Ancak, Marcus Aurelius’un elinde, Hıristiyanlığın yayılmasını o şekilde cezalandırması için, Hıristiyan-karşıtı öğretiyi cezalandırmada öne sürülebilecek iddiaların eksiksiz olarak bulunmadığını inkar etmek de ona bir o kadar haksızlık yapmak ve gerçeğe aykırı düşmek olur. Hiçbir Hıristiyan, Ateizmin yanlış olduğuna ve toplumu çözünmeye götüreceğine, Marcus Aurelius’un aynı şeyleri Hıristiyanlığın yapacağına inandığı kesinlikte inanmaz; ki o, o sırada yaşayan insanlar içinde, bunu en iyi anlayabileceği düşünülebilecek insandı. Görüşlerin yayılmasını cezalandırmayı onaylayan biri, kendini Marcus Aurelius’tan daha bilge ve daha iyi görmüyorsa –zamanının bilgeliğine ondan daha hakim, aklıyla bu bilgeliğin üstüne ondan daha fazla yükselmiş, gerçeği arayışında daha içten, gerçeği bulduğunda ona bağlılık göstermede daha kararlı değilse- kendisinin ve kitlenin hata yapmazlığını varsaymaktan kaçınsa iyi olur, Antonius böyle bir varsayım yapmış ve çok talihsiz sonuçlarla karşılaşmıştı.

Dine karşı gelen görüşlerin cezalandırılmasını savunmanın, Marcus Antonius’u haklı çıkarmayacak bir savunuyla yapılmasının imkansızlığının farkında olan dinsel özgürlük düşmanları, zorda kalınca bu sonuca kimi zaman razı olur ve Dr. Johnson gibi, Hıristiyanlığı bastıranların haklı olduğunu söyler; gerçeğin bu tür bir bastırma sınavından geçmesi gerektiğini, bu sınavı her zaman başarıyla vereceğini, çünkü yasal cezaların sonuçta gerçekler karşısında çaresiz kalacağını, ama bazen kötü niyetli hatalara karşı yararlı bir şekilde etkili olduklarını ileri sürerler. Dinsel hoşgörüsüzlük adına yapılan, incelenmeden geçilmeyecek kadar ilginç bir savunu biçimidir bu.

Gerçeğin bastırılmasının ona zarar veremeyeceğini, dolayısıyla bastırılmaya çalışılmasının haklı gösterilebileceğini ileri süren bir teori, yeni gerçeklerin kabul edilmesine düşmanca yaklaşmakla suçlanamaz; ama insanlığın borçlu olduğu kişilere karşı olan tutumunda, yüce gönüllü davrandığını da söyleyemeyiz. Dünyaya daha önce farkında olmadığı bir şeyi göstermek; dünyevi ya da ruhani açıdan çok önemli bir konuda yanılmış olduğunu kanıtlamak, bir insanın insan kardeşlerine yapabileceği hizmetlerin en büyüklerinden biridir ve Dr. Johnson gibi düşünenler bazı durumlarda bunun, ilk Hıristiyanlar ve Reformcular örneğinde olduğu gibi, insanlığa verilmiş en değerli armağan olduğuna inanırlar. Böylesine harika yararlılıklar gösterenlerin şehit edilmesi; en adi suçlular gibi cezalandırılıyor olmaları bu teoriye göre insanlığın karalar bağlayıp yas tutmasını gerektirecek vahim bir hata ve talihsizlik değil, normal ve haklı gösterilebilir bir durumdur. Bu öğretiye göre yeni bir gerçeği ortaya koyan kişinin boynuna, Lokriyen yasamada olduğu üzere yeni bir yasa önerenler gibi, bir ip bağlanmalı ve halk meclisi, gerekçelerini dinledikten sonra hemen oracıkta bu önergeyi kabul etmezse ip derhal sıkıştırılmalıdır. Yararlı olmaya çalışanlara böyle davranılmasını savunan insanların, bu yarara fazla değer verdiği söylenemez; konuyla ilgili bu bakışın daha çok, yeni gerçeklerin bir zamanlar istenir olduğunu, ama artık yeterince yeni gerçeğimiz bulunduğunu düşünen insanlara özgü olduğuna inanıyorum.

Ne var ki gerçeğin her zaman bastırmaya üstün geldiği savı, insanların yineleye yineleye genelgeçer bir bilgi haline getirdiği, ama bütün deneyimlerin de yalanladığı tatlı yalanlardan biridir. Tarih, baskı altında tutulmuş gerçeklerle doludur. Tamamen bastırılamadığında, yüzyıllarca ertelenmesi mümkündür. Yalnızca dinsel görüşlerden söz etmek gerekirse: Reformasyon Luther’den önce en az yirmi kez patlak verdi ve bastırıldı. Brescia’lı Arnold bastırıldı. Fra Dolcino bastırıldı. Savonarola bastırıldı. Albi’liler bastırıldı. Vaud’lular bastırıldı. Lollard’lar bastırıldı. Hussitler bastırıldı. Luther döneminden sonra bile, ısrarla uygulandığı her yerde baskı başarılı oldu. İspanya, İtalya, Flanders ve Avusturya İmparatorluğu’nda Protestanlığın kökü kazındı; Kraliçe Mary yaşasaydı ya da Kraliçe Elizabeth ölseydi aynı şey İngiltere’de de olacaktı. Heretiklerin başarılı bir şekilde bastırılamayacak kadar güçlü bir grup olmadığı her yerde baskı başarıya ulaşmıştır. Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nda sona erdirilebileceğinden aklı başında hiç kimse kuşku duyamaz. Yayılıp hakim inanç haline geldiyse bu, bastırma eylemlerinin seyrek ve kısa süreli olmasından, neredeyse kesintisiz uzun propaganda dönemleriyle bölünmesindendir. Gerçeğin, yalnızca gerçek olduğu için, hatanın sahip olmadığı bir güce sahip olduğunu düşünmek ve zindanlara, kazıklara galebe çalacağını sanmak boş duygusallıktan başka bir şey değildir. İnsanların gerçek için gösterdikleri gözükaralık, hata için gösterdiklerinden daha fazla değildir genellikle, yasal ve hatta toplumsal cezaların yeterli derecede uygulamaya konması da, her ikisinin yayılmasını engellemeyi çoğu zaman başarır. Gerçeğin asıl avantajı şuradadır: bir görüş doğruysa, bir kez, iki kez, hatta pek çok kez susturulabilir, ama çağlar içinde onu yeniden keşfedecek insanlar genellikle çıkacaktır, ta ki baskıdan kurtulup bir daha susturulamayacak kadar ilerleyeceği olumlu koşulların ortaya çıkacağı bir döneme denk gelene kadar.

Denecektir ki, yeni görüşler ortaya koyanları artık öldürmüyoruz: peygamberleri katleden atalarımız gibi değiliz, onlara anıt mezarlar bile yapıyoruz. Dine karşı çıkanları öldürmediğimiz doğru; en aptalca görüşlere karşı bile modern duyarlılığın tahammül edeceği ceza miktarı, onları yok etmeye yetmez. Ama yasaların verdiği cezaların lekesinden bile kurtulduğumuzu sanma gafletine düşmeyelim. Düşüncelere, en azından ifade edilmelerine karşı hala cezalar var yasalarda; günümüzde bile bu cezaların uygulaması, bir gün yeniden ve tüm güçleriyle canlandırılmalarını inanılmaz kılacak kadar az rastlanır değil. 1857 yılında, Cornwall’daki yaz mahkemelerinde talihsiz bir adam (Thomas Pooley, Bodmin Mahkemeleri, 31 Temmuz 1857. Aralıkta Saray tarafından affedildi.), hayatında her yönüyle uyumlu davranışlar sergileyen bir insan, Hıristiyanlıkla ilgili şeyler söylediği ve bunları bir kapıya yazdığı için yirmi bir ay hapse mahkum edildi. Aynı sırada, bir aylık bir zaman içinde, Old Bailey’de iki ayrı insanın iki ayrı olayda (George Jacob Holyoake, 17 Ağustos 1857; Edward Truelove, Temmuz 1857.) jüri üyesi olması reddedildi, bunlardan birine hakim ve mahkeme heyeti üyelerinden biri ağır şekilde hakaret etti, nedeni de dini bir inançları olmadığını dürüst bir şekilde belirtmeleriydi; bir üçüncü kişiyse bir yabancıydı (Baron de Gleichen, Marlborough Sokağı Polis Mahkemesi, 4 Ağustos 1857) ve aynı nedenden ötürü bir hırsızın karşısında adalet arayamadı. Böylesi bir tutum hukuk öğretisinden kaynaklanır aslında, buna göre bir Tanrı’ya (herhangi bir tanrı yeterlidir) ve ahrete inanmayan birinin mahkemede kanıt sunmasına izin verilmemektedir; bu da, bu kişilerin kanun kaçağı olduğunu ve mahkemelerin koruması dışında tutulduğunu söylemekle birdir; etrafta yalnızca onlar ya da onar gibi düşünenler varsa onları soymak, onlara saldırmak serbest olduğu gibi, başka herhangi biri de, tek tanık onlarsa, serbestçe soyulabilir ya da saldırılabilir. Bunun temelindeki varsayım, ahrete inanmayan birinin yemininin değersiz olduğudur; bu iddia, tarihsel gerçeklerden bihaber olunduğunu gösterir (çünkü çağlar boyu ortaya çıkan inançsızların büyük bir bölümünün, sağlam kişilikli ve onurlu insanlar olduğu tarihsel bir gerçektir); sahip oldukları erdemler ve elde ettikleri başarılar açısından dünyada en çok tanınan kişilerden ne kadar büyük bir kısmının inançsız olduğunun (en azından yakınları tarafından) bilindiği hakkında en ufak bir fikri olan hiç kimse tarafından da öne sürülebilecek bir iddia değildir. Dahası bu kural intihar etmekte, kendi bindiği dalı kesmektedir. Ateistlerin yalancı olması gerektiği varsayımıyla, yalan söyleyen ateistlerin tanıklığına izin vermekte, yalan söylemektense nefret edilen bir inanca sahip olduğunu açıkça söyleme cesareti gösterenleri reddetmektedir yalnızca. Görünürdeki amacı açısından kendini saçmalığa böyle mahkum etmiş bir kural, ancak bir nefret işareti, bir zulüm anısı olarak yaşatılabilir; bu zulmün ilginç yanıysa, ancak bunu hak etmediği açıkça kanıtlanmış olanlara uygulanmasıdır. Bu kural ve onun altında yatan teori, inançsızlara olduğu kadar inananlara da bir hakarettir. Ahrete inanmayan bir kişinin yalancı olması zorunluysa bu, inananların yalan söylemesini engelleyen tek şey cehennem korkusu demektir, eğer engelliyorsa. Bu kuralın yazarlarına ve onu uygulayanlara, Hıristiyan erdemini bu biçime sokarken kendi vicdanlarının sesini dinlediklerini varsaymak gibi bir hakarette bulunmayacağız.

Bunlar gerçekten de zulmün kalıntılarıdır, yeniden zulmetme isteğinin bir işareti olmaktan çok, İngilizleri, kötü bir ilkeyi artık uygulayacak kadar kötü olmadıkları halde yine de ilke olarak tutmaktan anlamsız bir zevk almaya yönelten ve çok sık rastlanan bir zihin yapısı zayıflığına örnektir. Ne yazık ki kamusal aklın içinde bulunduğu durumda, aşağı yukarı bir kuşaktır uygulanmayan daha kötü yasal zulüm biçimlerinin yeniden uygulanmayacağı garanti edilemez. Bu devirde, alışılageldik düzen sık sık, yeni yararlar sağlamak için olduğu kadar, eski kötülükleri yeniden canlandırmak için de bozuluyor. Dinin canlandırılması olarak bugünlerde öne sürülen şey, dar ve eğitilmemiş kafalarda her zaman yobazlığın da bir o kadar canlandırılması anlamına gelmiştir; bir halkta, bu ülkede her zaman orta sınıflarda görülen hoşgörüsüzlüğün güçlü ve daimi mayası varsa, zulüm görmeyi hak ettiğini hep düşündükleri insanlara etkin olarak zulmetmeye başlamaları için çok ufak bir kışkırtma yeterli olur. Bu ülkeyi, zihinsel özgürlüklerin yeri olmaktan alıkoyan şey budur, insanların, onların önemli bulduğu görüşleri reddedenler hakkındaki görüşleri ve besledikleri duygulardır. Uzun bir süreden beri, yasal cezaların başlıca kötülüğü, toplumsal damgayı güçlendirmesidir. Gerçekten etkili olan bu damgadır ve öyle etkilidir ki, İngiltere’de toplumun yasalarına uygun görüşlerin dile getirilmesi, başka pek çok ülkede yargı tarafından cezalandırılma riski taşıyan görüşlerin ortaya atılmasından daha az rastlanır bir durumdur. Maddi açıdan diğer insanların iyi niyetine muhtaç olmayacak kadar iyi durumda olanlar dışında herkes için başkalarının görüşü, yasalar kadar etkilidir; insanlar ekmeklerini kazanamamaktansa hapse girmeyi yeğler. Ekmeği güvencede olan ve iktidar sahiplerinden ya da insan topluluklarından ya da halktan iyilik beklemeyenlerinse, herhangi bir görüşü açıkça savunmakta korkacakları hiçbir şey yoktur, kendileri hakkında kötü şeyler düşünülmesi ve kötü konuşulmasına katlanmaları için de çok cesur bir yapıları olması gerekmez. Bu insanlar için ad misericordiam herhangi bir şekilde temyize yer yoktur. Ama bugün, bizden farklı düşünenlere eskiden adet olduğu ölçüde kötü davranmıyorsak da, yine de onlara davranış biçimimizle kendimize en az her zamanki kadar kötülük ediyor olabiliriz. Sokrates öldürülmüştü, ama Sokratik felsefe gökyüzündeki güneş gibi yükseldi ve bütün entelektüel dünyayı ışınlarıyla aydınlattı. Hıristiyanlar aslanlara atılmıştı, ama Hıristiyan kilisesi görkemli ve dal budak veren bir ağaç gibi büyüdü, daha eski ve daha cansız bitkileri bastırdı, gölgesiyle onların büyümesini durdurdu. Yalnızca toplumsal düzeydeki hoşgörüsüzlüğümüz kimseyi öldürmüyor, hiçbir görüşü ortadan kaldırmıyor, ama insanları bu görüşleri gizlemeye, ya da yayılmalarını etkin bir şekilde sağlamaktan kaçınmaya yöneltiyor. Bizim durumumuzda heretik görüşler, onyıllar ya da kuşaklar değiştikçe gözle görülür şeyler kazanmıyor ya da kaybetmiyor; uzaklara ışık saçmıyorlar, ama kimlerin arasından çıktılarsa o çalışkan insanların ve dar düşünce dairelerinin içinde usul usul yanmayı sürdürüyorlar, hiçbir zaman gerçek ya da sahte bir ışıkla insanlığın genel meselelerini aydınlatmıyorlar. Böylece bazı kafalara göre çok tatminkar bir durum yaratılmış oluyor, çünkü kimseye ceza kesmek ya da kimseyi hapse atmak gibi tatsız bir süreç olmayınca, genelgeçer görüşler açıkça rahatsız edilmemiş oluyor, düşünce hastalığına kapılmış muhaliflerin akıl yürütme eylemlerini de mutlak olarak engellemiyor. Entelektüel dünyada huzur sağlamak ve orada olup biten her şeyin şimdiki gibi sürmesini sağlamak için uygun bir plan. Ancak bu tür bir entelektüel sakinleştirme rejiminin bedeli, insan aklının tüm ahlaki cesaretinin gözden çıkarılmasıdır. En etkin ve sorgulayıcı entelektüellerin büyük bir bölümünün, kendi inançlarının gerçek ilkelerini ve temellerini saklı tutmayı daha akıllıca bulduğu ve kamuya seslendikleri yapıtlarında, içten içe reddettikleri temellere dair çıkarımlarını olabildiğince çok kullanmaya çalıştıkları bir ortam, bir zamanlar düşünce dünyasını dolduran açık ve korkusuz karakterleri, mantıklı ve tutarlı entelektüelleri yaratamaz. Böyle bir ortamda ancak, genelgeçere bağlı kalan, bütün büyük konularda yalnızca dinleyenlere yönelik, kendilerini ikna etmemiş savunular yapan adamlar bulunur. Bu seçenekten uzak duranlar, bunu düşüncelerini ve ilgilerini, ilkelerin alanına girmeden konuşulabilecek şeylerle kısıtlayarak başarır, küçük, pratik konulardır bunlar, insanoğlunun zihni güçlendirilebilse ve büyütülebilse kendiliğinden düzelecek, o gün gelene kadar da asla düzelmeyecek şeylerdir: ama insanoğlunun zihnini güçlendirip büyütecek olan, en üst düzeydeki konularda özgür ve cesur akıl yürütme işine boş verilir.

Heretiklerin bu suskunluğunu kötü bir şey olarak görmeyenler, öncelikle bunun sonucunda heretik görüşlerin hiçbir zaman dürüstçe ve kapsamlı bir şekilde tartışılmadığını göz önünde bulundurmalıdır; böyle bir tartışmaya dayanamayacak bu gibi görüşler de, her ne kadar yayılmıyorsa da, ortadan kalkmadığı da açıktır. Ama ortodoks sonuçlara ulaşmayan bütün araştırmaların yasaklanmasından en çok zarar gören, heretiklerin kafaları değildir. En büyük zarar heretik olmayanlara verilir, çünkü heretiklik korkusuyla zihinsel gelişimleri engellenir ve mantıkları siner. Umut vaat eden bir yığın beynin ürkek karakterlerle birleşmesinden dolayı dünyanın neler kaybettiğini kim hesaplayabilir? Cesur, güçlü, bağımsız bir düşünceyi sonuna kadar götürmeye cesaret edemez bunlar, çünkü kendilerini dinsiz ya da ahlaksız bir duruma düşürmesinden çekinirler. Bunların arasında bazen derin bir vicdanı, hassas ve incelmiş bir kavrayışı olan, susturamadığı aklıyla ömrünü yanıltmacalar üretmekle geçiren, dehanın kaynaklarını vicdanının ve mantığının çağrısıyla ortodoks görüşleri uzlaştırmaya çalışarak tüketen ve sonunda bunu belki de başaramayan bir insana rastlayabiliriz. Bir düşünür olarak ilk görevinin, aklının gittiği yere gitmek olduğunu kavrayamayan hiç kimse büyük bir düşünür olamaz. Gerekli ön çalışmayı ve hazırlığı gerçekleştirip kendi adına düşünen birinin hataları bile gerçeğe, düşünmeye zahmet etmedikleri için belirli görüşlere tutunanların doğru görüşlerinden daha çok şey katar. Düşünme özgürlüğünün gerekli olmasının tek ya da başlıca nedeni, büyük düşünürler yaratmak değildir elbette. Tam tersine, ortalama insanların ulaşabilecekleri zihinsel düzeye ulaşmalarını sağlamak en az o kadar, belki de daha çok gereklidir. Genel bir zihinsel kölelik ortamında büyük bireysel düşünürlerin çıktığı olmuştur ve bundan sonra da çıkabilir. Ama böyle bir ortamda bütün bir halkın zihinsel olarak etkin olduğu görülmemiştir, görülemez de. Tarihte bir halkın böyle bir karaktere yakınlaşması, heterodoks akıl yürütme korkusunun bir süreliğine askıya alınmış olmasındandır. İlkelerin tartışılmayacağına dair sessiz bir uzlaşmanın olduğu yerde; insanlığın zihnini meşgul edebilecek en büyük sorulara dair tartışmanın kapanmış olduğunun varsayıldığı bir yerde, tarihin bazı dönemlerini o denli çarpıcı kılan, zihinsel etkinlik alanındaki o genel yüksek düzeyi bulmayı umamayız. Tartışmalar, şevk yaratacak kadar büyük ve önemli konulardan uzak durduğunda, bir halkın zihni temellerinden sarsılmaz ve en sıradan akla sahip bireyleri bile düşünen canlılarınkine yakın bir onur düzeyine taşıyacak dürtü ortaya asla çıkmaz. Bunun bir örneğini Reformasyon’un hemen ardından gelen dönemde Avrupa’da gördük; bir diğeri, her ne kadar Kıta Avrupasıyla ve daha kültürlü bir sınıfla sınırlı olsa da, onsekizinci yüzyılın ikinci yarısındaki spekülatif harekette; bir üçüncüsü de daha da kısa bir süre için Almanya’da, Goethe ve Fichte dönemindeki entelektüel verimlilikte karşımıza çıktı. Bu dönemler, geliştirdikleri görüşlerde birbirlerinden çok farklıydı; ama üçünde de otoritenin baskısının kırılmış olması açısından birbirlerine benziyorlardı. Her birinde, eskimiş bir zihinsel despotizm atılmış, yerine yenisi gelmemişti. Bu üç dönemde ortaya konan iti, Avrupa’yı Avrupa yapan şey olmuştur. İnsan zihni ya da kurumlarda gerçekleştirilmiş ilerlemelerin her biri bu üç dönemden biriyle doğrudan bağlantılandırılabilir. Bir süredir görünen o ki bu üç iti neredeyse tükenme noktasına gelmiştir; zihinsel özgürlüğümüzü yeniden yürürlüğe koymadığımız sürece de yeni bir başlangıç yapmamız mümkün olmayacaktır.

Şimdi savunun ikinci bölümüne geçelim ve genelgeçer görüşlerden herhangi birinin yanlış olabileceği varsayımını bir kenara bırakıp, bunların doğru olduğunu kabul edelim; doğrulukları özgürce ve açıkça sergilenmediğinde, bunların büyük olasılıkla ele alınacakları biçimin değerini inceleyelim. Güçlü bir görüşe sahip olan bir kişi, bunun yanlış olabileceğini kabullenmekte ne kadar zorlanırsa zorlansın, görüşü tam anlamıyla, sık sık ve korkusuzca tartışılmazsa yaşayan bir gerçek değil, yalnızca ölü bir dogma olacağı düşüncesiyle hareket etmelidir.

Bir kişinin hiç kuşku duymadan onların doğru bildiklerini kabul etmesini yeterli bulan, bu görüşün temelleri hakkında hiçbir bilgisi olmamasını, en basit itirazlara bile kabul edilebilir yanıtlar verememesini önemsemeyen bir sınıf insan vardır (neyse ki eskiden olduğu kadar kabarık değil sayıları). Bu tür insanlar, inançlarını bir otoritenin öğretmesini sağlayabilirlerse, bu inancın sorgulanmasının hiçbir yararı olmayacağını, hatta zararı olabileceğini düşünürler doğal olarak. Dediklerini yaptırabilirlerse, genelgeçer görüşün bilerek ve düşünülerek reddedilmesini neredeyse imkansız kılarlar, ama bu görüş yine de hoyratça ve cahilce reddedilebilir; çünkü tartışmayı tümden safdışı bırakmak pek ender mümkün olur ve tartışma bir kez başladı mı, ikna edilmeye dayanmayan inançlar en basit bir savunu karşısında çöker. Bu olasılığı bir kenara bırakacak olursak –gerçek görüşün akılda yer aldığını ama savunudan bağımsız ve ondan etkilenmeyen bir önyargı olarak bulunduğunu varsayarsak- rasyonel bir varlığın gerçeği bilme biçimi bu olmamalıdır. Bu, gerçeğin ne olduğunu bilmemektir. Böyle bilinen gerçek, batıl inancın bir başka türüdür, bir gerçeği dile getiren sözcüklere kazara yapışmıştır.

Protestanların en azından inkar etmedikleri gibi, insanlığın aklı ve muhakemesi geliştirilmeliyse, insanların bu melekelerini geliştirmesi için, bir görüş benimsemek zorunda hissedecek kadar önemsedikleri konulardan daha iyi bir araç bulunabilir mi? Kavrayış bir şeye diğerlerinden daha fazla bağlıysa, bu bir şey herhalde, insanın kendi görüşlerinin temellerini anlamasıdır. Doğru şeye inanmanın birincil önemde olduğu konularda insanlar neye inanırlarsa inansınlar, bu inancı en azından yaygın itirazlara karşı savunabilmelidirler. Ama bazıları diyebilir ki, “Onlara görüşlerinin temelleri öğretilsin. Görüşlere karşı çıkıldığının duyulmaması, onların papağan gibi tekrarlanması gerektiği anlamına gelmez. Geometri öğrenenler yalnızca teoremleri ezberlemez, kanıtlamaları da anlar ve öğrenir; kimsenin geometrik doğruları inkar ettiğini ya da aksini kanıtlamaya çalıştığını duymadıkları için de bu doğruların temelleri konusunda cahil olduklarını söylemek saçma olur.” Kuşkusuz: böyle bir öğretim, matematik gibi bir konuda yeterli olur, çünkü burada sorunun yanlış tarafı için söylenebilecek bir şey yoktur. Matematiksel doğruların kanıtlarının özelliği, bütün savununun tek tarafta toplanmış olmasıdır. İtiraz yoktur, itirazlara yanıt da yoktur. Ama görüş ayrılığının mümkün olduğu her konuda gerçek, iki karşıt gerekçe kümesi arasında bulunacak dengeye bağlıdır. Doğal felsefede bile, aynı olguları farklı bir şekilde açıklamak her zaman mümkündür; güneş merkezli bir teori yerine dünya merkezli bir teori, oksijen yerine phlogiston teorisi; diğer teorinin de neden doğru olamayacağının gösterilmesi gerekir: bu gösterilene kadar ve biz bunun nasıl gösterildiğini anlayana kadar, görüşümüzün temelini anlamış olmayız. Ancak sonsuz ölçüde daha karmaşık konulara geldiğimizde –ahlak, din, politika, toplumsal ilişkiler, hayat işleri- tartışılan her görüş lehine olan savunuların dörtte üçü, ondan farklı başka bir görüşü destekleyen görünürdeki kanıtların yanlışını ortaya çıkarmakla uğraşır. Antik dünya hatiplerinin biri hariç en büyüğü, hasmının savunusunu en az kendi savunusu kadar, hatta daha da büyük bir yoğunlukla çalıştığını kayda geçirmiştir. Cicero’nun mahkeme önünde başarı kazanmanın yolu olarak kullandığı yöntemi, gerçeğe ulaşmak için herhangi bir konuyu inceleyen herkesin taklit etmesi gerekir. Davanın yalnızca kendi tarafını bilen, davayı pek az biliyor demektir. Gerekçeleri iyi olabilir, kimse de onların yanlışlığını gösterememiş olabilir. Ama eğer o da karşı tarafın gerekçelerinin yanlışlığını aynı şekilde gösteremiyorsa; hatta onların ne olduğunu bile bilmiyorsa, iki görüşten herhangi birini seçmesi için yeterli nedeni yoktur. Kendi öğretmenlerinden karşı tarafın savunularını, onarın sunduğu biçimiyle ve onların sunduğu çürütmeler eşliğinde dinlemesi de yetmez. Savunulara adil şekilde yaklaşmanın ya da kendi aklıyla gerçekten ele almanın yolu bu değildir. O savunulara gerçekten inanan insanlardan dinlemesi gerekir bunları; onları içtenlikle savunan ve onlar için ellerinden gelen her şeyi yapan insanlardan. O savunuları en akla yakın ve inandırıcı biçimiyle duyabilmelidir; konuyla ilgili doğru bakışın karşılaşmak ve ortadan kaldırmak zorunda olduğu zorluğun tüm gücünü hissetmelidir; yoksa bu zorluğu karşılayan ve onu ortadan kaldıran doğruluk parçasına hiçbir zaman gerçekten sahip olamaz. Eğitimli denen insanların yüzde doksan dokuzu bu durumdadır; kendi görüşlerini akıcı bir şekilde savunabilenler dahil. Vardıkları sonuçlar doğru olabilir, ama yanlış da olabilir, bilemezler: onlardan farklı düşünenlerin zihinsel konumuna kendilerini sokmamışlar, o insanların neler diyebileceklerini düşünmemişlerdir; dolayısıyla da benimsedikleri öğretiyi sözcüğün gerçek anlamıyla bilmezler. Geri kalanı açıklayan ve haklı gösteren bölümlerin hangisi olduğunu bilmezler; başka bir olguyla çelişiyor gibi gözüken bir olgunun aslında onunla uyumlu olduğunu, ya da görünüşte her biri güçlü olan iki gerekçeden biri değil de öbürünün yeğlenmesi gerektiğini gösteren görüşleri bilmezler. Dengeleri tamamen değiştiren ve tam anlamıyla bilgili bir zihnin kararını belirleyen o doğru parçasından habersizdirler; her iki tarafı da eşit ve tarafsız bir şekilde dinlemiş, her ikisinin de gerekçelerini en kuvvetli ışıkta görmeye çalışmış olanlar dışında kimse bunu tam olarak bilemez. Ahlaki ve beşeri konuları gerçekten anlamakta bu disiplin öylesine önemlidir ki, önemli gerçeklerden hiçbirinin karşıtı olmasa, onları hayal etmek ve en yetenekli şeytan avukatlarının bulup bulabileceği en güçlü savunularla donatmak gerekirdi.

Bu düşüncelerin gücünü hafifletmek için, özgür tartışma düşmanı biri diyebilir ki, filozofların ve dinbilimcilerin, insanların görüşleri lehinde ya da aleyhinde demiş olabileceği her şeyi bilmek ya da anlamak, insanlığın geneli için şart değildir. Sıradan insanların, çok zeki bir rakibin tüm yanlışlarını ve mantığa aykırılıklarını sergilemesi gerekli değildir. Bunlara yanıt verecek birinin her zaman bulunması ve eğitimsiz insanları yanlış yola saptırabilecek hiçbir şeyin düzeltilmeden kalmaması yeterlidir. Basit kafalar, onlara benimsetilen doğruların en bariz temellerini öğrendikten sonra, geri kalanı için otoritelere güvenebilir, ortaya atılabilecek her zorluğu çözecek bilgi ve beceriden yoksun olduklarını bilir ve konunun uzmanlarının, yapılmış ve yapılabilecek bütün itirazları yanıtlamış olduğunun güveniyle rahat edebilirler. Bir doğruya duyulan inancın yanında bulunması gereken kavrayış miktarı konusunda en kolay tatmin olanlara, konuyla ilgili bu bakış açısı için isteyebilecekleri hakkın en fazlasını verelim; yine de, özgür tartışma savunusu hiçbir şekilde zayıflamaz. Çünkü bu öğreti bile insanlığın, tüm itirazların tatmin edici bir şekilde yanıtlandığı yönünde akla dayanan bir teminat istemesi gerektiğini kabul eder; yanıtlanması gereken şey dile getirilemeyecekse nasıl yanıtlanacaklar peki? Eğer halk değilse bile, en azından zorlukları çözecek olan filozoflar ve dinbilimcileri bu zorlukların en karmaşık haliyle tanışmış olmalıdır; bu da eğer bu zorluklar özgürce dile getirilmemişse ve kendileri açısında en lehte olacak şekilde ortaya konmamışlarsa olacak şey değildir. Katolik Kilisesi, bu utanç verici sorunla kendine özgü bir şekilde başa çıkmaya çalışıyor. Öğretilerini ikna olma yoluyla kabul etmesine izin verebilecekleriyle, bu öğretileri güvenerek kabul etmek zorunda olanlar arasında genel bir ayırım yapıyor. İkisinin de aslında neyi kabul edecekleri konusunda seçim hakkı yok; ama din adamları, en azından açık açık konuşulabilecek olanlar, yanıt verebilmek amacıyla, karşıt görüşlülerin savunularını öğrenebilir, heretik kitaplar da okuyabilirler, bu hem izin verilen, hem de takdir edilen bir şeydir; din adamları ise, ancak zor alınan özel izinler dışında, böyle şeyler yapamaz. Bu disiplin, düşmanın görüşlerini bilmenin öğretmenler için yararlı olduğunu kabul eder, ama buna uygun olarak, dünyanın geri kalanını bundan mahrum etmenin yolunu bulur: böylece de elitlere, zihinsel özgürlük değilse bile, kitlelere verdiğinden daha fazla zihinsel kültür verir. Bu yolla, amaçlarının gerektirdiği türden bir zihinsel üstünlüğü elde etmeyi başarır; çünkü her ne kadar özgürlük olmadan kültür, kendi başına geniş görüşlü ve liberal bir zihin yaratamazsa da, bir amacı savunacak zeki bir nisi prius taraftar yaratabilir. Anca Protestan ülkelerde, bu kaynak kullanılamaz; çünkü Protestanlar, en azından teoride, din seçimi sorumluluğunun her bir birey tarafından taşınması gerektiğini, öğretmenlere yüklenemeyeceğini savunur. Ayrıca, dünyanın şu anki durumunda, eğitimlilerin okuduğu yazıların eğitimsizlerden uzak tutulması neredeyse imkansızdır. Eğer insanlığın öğretmenleri, bilmeleri gereken her şeyi bilecekse, her şey özgürce yazılmalı ve kısıtlama olmaksızın yayımlanmalıdır.

Ancak, özgür tartışmanın olmaması durumunun kötü sonucu, insanları bu görüşlerin temellerini bilmekten yoksun bırakmakla sınırlı olsaydı, söz konusu olan kişi bir entelektüelse, bunun ahlaki bir kötülük olmadığı; görüşlerin, karakter üzerindeki etkisiyle ölçülen değerini etkilemediği düşünülebilirdi. Oysa gerçekte, tartışma olmadığında yalnızca o görüşün temelleri değil, bizzat görüşün anlamı da unutuluyor. Onu aktaran sözcükler artık bir fikir uyandırmıyor insanda, ya da yalnızca ilk başta iletmeleri istenen anlamın çok küçük bir bölümünü uyandırıyorlar. Canlı bir kavrayış ve yaşayan bir inanç yerine, ezberlenmiş birkaç söz kalır geriye; anlamdan geriye herhangi bir şey kalırsa, bu yalnızca kabuğudur, özü kaybolur. Bu gerçeğin insanlık tarihinde kapladığı ve doldurduğu bölümü ne kadar ciddiye alarak inceleseniz ve üzerinde düşünseniz azdır.

Bunun örneklerine neredeyse bütün ahlaki öğretilerin ve dini inançların deneyiminde rastlanır. Onları ilk ortaya atanlar ve onların doğrudan öğrencisi olanlar için anlam ve yaşam doludurlar. Bu öğretileri ya da inançları diğer inançlardan üstün kılma çabası sürdüğü sürece de anlamları, gücünden bir şey yitirmeden hissedilir, hatta daha bilinçli olarak algılanmaya başlar. Sonunda ya kazanır ve yaygın görüş haline gelir, ya da gelişimi sona erer; kazanımlarını korur, ama daha fazla genişleyemez. Bu iki sonuçtan biri ortaya çıkınca, konu hakkındaki tartışma tavsar ve yavaş yavaş ölüp gider. Öğreti, genelgeçer bir görüş olarak değilse bile, görüşün kabul edilmiş bölümlerinden ya da parçalarından biri olarak yerini almıştır artık: bu öğreti, onu benimseyenlere genelde miras kalmıştır, düşünülerek benimsenmemiştir; bu öğretilerin birini bırakıp diğerini kabul etmek, az rastlanır bir olgu haline gelmiştir ve öğreti sahiplerinin aklını pek de meşgul etmez. İlk başta olduğu gibi kendilerini dünyaya karşı savunmak ya da dünyayı kendi yanlarına çekmek için sürekli tetikte olmak yerine, bir tür kabullenişe bırakmışlardır kendilerini, inançlarına karşı yapılan savunuları mümkünse dinlemezler, ondan ayrılanları da (böyleleri varsa) öğretinin lehinde savunularla yormazlar. Öğretinin gerilemesini bu andan itibaren başlatmak mümkündür genellikle. Tüm inançların öğretmenlerinin, inananların kafasında ismen bağlı oldukları doğrunun canlı bir kavrayışını ayakta tutmanın zorluğundan yakındığını sık sık duyarız, böyle bir kavrayış hislere de nüfuz edecek, davranışları gerçek anlamda yönlendirecektir. İnanç henüz var olma savaşı verirken böyle bir zorluktan yakınılmaz: daha zayıf savaşçılar bile ne için savaştıklarını, o öğretiyle diğerlerinin arasındaki farkı bilir ve hisseder; her inancın varoluşunda görülen bu dönemde, inancın temel ilkelerini her düşünüş biçiminde anlamış, önemli sonuçları açısından tartmış ve ele almış, bu inançla içli dışlı olan her zihinde ortaya çıkacak etkilerini, inancın kişilik üzerindeki tüm etkilerini yaşamış azımsanmayacak sayıda insan olur. Ama kuşaktan kuşağa aktarılan bir inanç haline geldiğinde, etkin değil edilgen bir şekilde edinildiğinde – zihin ilk başta olduğu gibi, inancın ona sunduğu sorular karşısında yaşamsal güçlerini kullanmaz olduğunda, formüller dışında o inanca dair her şeyi unutma, başkasının sözüne güvenerek kabul etmek bilinçli bir anlayışı ya da kişisel deneyimle sınamayı gereksiz kılıyormuş gibi onu donuk ve soğuk bir şekilde kabullenme eğilimi gittikçe artar; sonunda inanç, kişinin iç yaşamıyla neredeyse hiçbir bağlantı kuramaz hale gelir. Bir de bugün, dünyanın bu döneminde fazlasıyla sık rastlandığı için neredeyse çoğunluğu oluşturan durumlar vardır: burada inanç, zihnin dışında kalıyor gibidir, yapımızın daha üst bölümlerine yönelen tüm diğer etkilere karşı zihni sertleştirir, kabuklaştırır; taze ve inandırıcı hiçbir düşüncenin içeri girmemesini sağlayarak gücünü gösterir, ama zihne ve kalbe, onları boş tutmak amacıyla bekçilik yapmak dışında hiçbir yararı olmaz.

Hıristiyanların çoğunun, Hıristiyanlığın öğretilerine inanma biçimi, insan zihninde en derin etkiyi yapmaya uygun doktrinlerin burada ölü inançlar olarak, imgelemde, hislerde ya da kavrayışta hiçbir şekilde gerçekleşmeden ne kadar kalabileceğinin en iyi örneğidir. Burada Hıristiyanlıktan kastım tüm kiliselerin ve mezheplerin Hıristiyanlık olarak kabul ettiği, Yeni Ahit’teki ilke ve kurallardır. Tüm inanan Hıristiyanlar tarafından bunlar kutsal kabul edilir ve kanun hükmünde sayılır. Yine de bin Hıristiyandan birinin bile bireysel davranışlarını bu kanunlara göre yönlendirmediğini ya da sınamadığını söylemek, kesinlikle abartılı olmaz. Onun başvurduğu standart, ulusunun, sınıfının ya da mezhebinin gelenekleridir. Böylece bir yanda kendisini yönlendirmek için hata yapmaz bir bilgelik aracılıyla iletildiğine inandığı bir ahlak kuralları bütünü vardır; öte yandaysa, gündelik yargılar ve uygulamalar derlemesi vardır, bunların bazıları sözü edilen ilkelerden bazılarıyla belirli ölçüde uyumludur, bazısı pek de uyumlu değildir, bazısı bu ilkelerle düpedüz çatışır ve toplam itibariyle Hıristiyanlık inancıyla dünyevi yaşamın çıkarları ve tercihleri arasında bir uzlaşmayı temsil ederler. Hıristiyan olduğunu söyleyen kişi bu standartların ilkine saygı gösterir; gerçek bağlılığı ikincisinedir. Bütün Hıristiyanlar, fakir ve ezilmiş olanların, dünyanın kötü davrandığı insanların kutsanmış olduğuna inanır; bir devenin hendek atlamasının, zengin bir adamın cennete girmesinden daha kolay olduğuna; yargılanmak istemiyorlarsa yargılamamaları gerektiğine; kendilerini sevdikleri gibi komşularını da sevmeleri gerektiğine; paltolarını alana ceketlerini de vermeleri gerektiğine; gelecek kaygısı taşımamaları gerektiğine; mükemmel olmak istiyorlarsa ellerindeki her şeyi satıp fakirlere vermeleri gerektiğine inanır. Bunlara inandıklarını söylerken içtenliksiz değildirler. Gerçekten de inanırlar, her zaman yüceltilmiş ve asla tartışılmamış şeylere inanan kişiler olarak. Ama davranışı düzenleyen canlı bir inanç anlamında bu öğretilere, onlara göre hareket etme noktasına kadar inanırlar. Düşmanlarına saldırmak için kullanabilecekleri bir şeydir bu öğretiler bütünü; insanların, iyi bir şey yaptıklarını düşündüklerinde gerekçe olarak göstereceği bir şeydir. Ama bu ilkelerin, yapmayı akıllarından bile geçirmeyecekleri sonsuz sayıda şey gerektirdiğini birileri onlara anımsatırsa, kendini diğerlerinden üstün gören çok sevimsiz insanlar sınıfına sokulmaktan başka bir şey elde edemez. Bu öğretilerin, sıradan insanlar üzerinde hiçbir etkisi yoktur – onların zihinlerinde birer güç değillerdir. Onlara sözde kalan bir saygı duyarlar, ama sözcüklerden taşıp adlandırılan nesnelere yayılan ve zihni bunları algılamaya zorlayan, formüle uymaya zorlayan duygudan habersizdirler. Davranışlar söz konusu olduğunda, İsa’nın sözünü nereye kadar dinleyeceklerini onlara söyleyecek Bay A ve B’yi arasın gözleriniz.

İlk Hıristiyanlar için durumun böyle değil, çok daha farklı olduğundan emin olabiliriz. Böyle olsaydı Hıristiyanlık hiçbir zaman, nefret edilen İbranilerin ufak bir mezhebi olmaktan çıkıp Roma İmparatorluğunun dini haline gelemezdi. Düşmanları, “Bakın şu Hıristiyanlar birbirini nasıl seviyor,” dediğinde (bugün kimse böyle bir şey söylemez herhalde) inançlarının anlamı ile ilgili olarak o zamandan bu yana sahip olduklarından çok daha canlı bir duyguya sahip oldukları kesindir. Hıristiyanlığın bugün topraklarını genişletmekte bu kadar az ilerleme kaydetmesi ve on sekiz yüzyıldan sonra hala Avrupalılarla ve onların torunlarıyla sınırlı olmasının temel nedeni de büyük olasılıkla budur. Öğretileri konusunda çok daha ciddi olan ve çoğu insana oranla bunlara daha fazla anlam atfeden dindarlar için bile, kafalarında göreceli olarak daha etkin durumda bulunan bölüm, Calvin ya da Knox gibi onlara kişilik olarak daha yakın olan insanların ortaya koyduğu bölümlerdir. İsa’nın deyişleri kafalarında bunların yanında edilgen bir şekilde yer alır, fazlasıyla renksiz ve suya sabuna dokunmayan sözcükleri dinlemekle yetinmenin yaratacağı etkinin ötesinde pek bir etkisi olmaz. Kuşkusuz, tek bir mezhebin bayrağı olan öğretilerin, bütün tanınmış mezheplerin paylaştığı öğretilerden daha canlı olmasının ve bunların anlamının canlı tutulması için öğretmenlerin daha fazla uğraşmasının pek çok nedeni vardır; ama bunlardan biri kesinlikle, değişik olan öğretilerin daha sık olarak sorgulanması ve açıkça saldıranlara karşı daha sık savunulmalarının gerekmesidir. Savaş alanında düşman kalmadığında, öğretmenler ve öğrenenler derhal nöbette uyumaya başlar.

Genel anlamıyla bu, tüm geleneksel öğretiler için geçerlidir – ahlak ve din öğretileri için olduğu kadar, sağduyu ve yaşam bilgisi öğretileri için de. Tüm diller ve edebiyatlar, yaşamla ilgili, hem onun ne olduğuyla, hem de insanın yaşamda nasıl davranması gerektiğiyle ilgili genel gözlemlerle doludur; bunlar herkesin bildiği, herkesin yinelediği ya da onaylayarak dinlediği, doğruluğu kendinden menkul savlar olarak algılanan ama insanların gerçek anlamını genellikle ancak acı bir deneyim sonunda kavradığı gözlemlerdir. İnsan beklenmedik bir talihsizliğe ya da hayal kırıklığına uğradığında, tüm yaşamı boyunca bilmiş olduğu bir atasözünü ya da deyimi anımsar ve anlamını daha önce şu anda hissettiği gibi hissetmiş olsaydı bu felaketin başına hiç gelmemiş olacağını düşünür. Tartışmanın olmaması dışında da nedenleri vardır bunun elbette: kişisel deneyim sonucu öğrenilmeden bir türlü tam olarak öğrenilemeyecek pek çok doğru vardır. Ama kişi, bu doğruları anlayan insanların lehte ve aleyhte konuşmasını dinlemeye alışık olsaydı, bunların bile anlamının çok daha büyük bir kısmını anlayabilir, anladıkları da çok daha kalıcı bir şekilde aklında yer edebilirdi. İnsanların yaptığı hataların yarısının nedeni, bir şey artık kuşkulu değilse onun hakkında düşünmeyi bırakmalarıdır. Çağdaş yazarlardan biri, “karar verilmiş görüşün derin uykusu” derken çok doğru söylüyor.

Ama nedir! (diye sorulabilir) Oydaşma olmaması, gerçek bilginin vazgeçilmez koşulu mudur? Başkaları bir doğruyu hayata geçirebilsin diye, insanlığın bir kısmının hatada direnmesi gerekli midir? Bir inanç genel kabul görünce gerçek ve canlı olmaktan çıkar mı – hakkında biraz kuşku kalmazsa bir önerme asla tam olarak anlaşılamaz mı? İnsanlık bir doğruyu oydaşmayla kabul ettiğinde, o doğru içlerinde ölür mü? Bugüne dek, gelişmiş aklın en yüksek amacının ve en iyi sonucunun, bütün önemli doğruları kabul etme konusunda insanlığı birleştirmek olduğu düşünülmüştür: öyleyse bu akıl, ancak amacına ulaşamadığı sürece mi varlığını sürdürür? Zaferin tam olması, fethin meyelerini öldürür mü?

Böyle bir şey iddia etmiyorum. İnsanlık geliştikçe, tartışılan ya da kuşku duyulan öğretilerin sayısı sürekli olarak azalacaktır: insanlığın refahı da, tartışılmama noktasına ulaşmış doğruların sayısı ve ağırlığıyla ölçülebilir neredeyse. Birbiri ardına sorular hakkında ciddi tartışmanın sona ermesi, görüş birliğine ulaşmanın gerekli sonuçlarından biridir; doğru görüşler söz konusu olduğunda kutlanması gereken bir birliktir bu, hatalı görüşler söz konusu olduğundaysa tehlikeli ve zararlıdır. Ancak görüş çeşitliliğinin aşamalı olarak daralması kelimenin iki anlamıyla da gerekliyse, yani hem kaçınılmaz hem de onsuz olmazsa, bu onun bütün sonuçlarının yararlı olacağı anlamına gelmez. Bir doğruyu, onun karşıtlarına açıklama ya da bu doğruyu onlar nezdinde savunma zorunluluğunun, söz konusu doğrunun akıllı ve canlı bir kavrayışı için sağlayacağı çok önemli katkının yitirilmesi, onun evrensel olarak kabul edilmesinin yararlarını sıfırlamaz, ama yine de küçümsenecek bir kayıp değildir. Bu avantajdan yararlanılamayacak durumlara, insanlığın öğretmenlerinin bunun yerine bir şey koyduklarını görmek isteyeceğimi itiraf ederim; öğrenen kişinin vicdanına yönelik olarak, konuyla ilgili, onun fikrini değiştirmek isteyen karşıt görüşlü birinin çıkaracağı zorluklara benzer zorluklar çıkarılmasını sağlayacak bir düzenek bulunmalı. Ama bu amaca yönelik düzenekler aramak yerine, sahip olduklarını da yitirmiş durumdalar. Platon’un diyaloglarında muhteşem bir şekilde ortaya konan Sokratik diyalektik, bu tanıma uygun bir düzenekti. Bunlar temelde felsefe ve yaşamın büyük sorularının negatif birer tartışmasıydı, genelgeçer görüşlerin bilindik savlarını benimsemekle yetinmiş kişiye, konuyu anlamadığını -savunduğu öğretilere şu haliyle hiçbir kesin anlam yüklememiş olduğunu- göstermek için büyük bir beceriyle yönlendirilmiş tartışmalardı bunlar; cehaletinin farkına vardırılarak, öğretilerin hem anlamını, hem de kanıtlarını açıkça kavramaya dayanan, istikrarlı bir inanca ulaşma yoluna sokulabilirdi böylece. Orta çağlardaki okul tartışmalarının da benzer bir amacı vardı. Öğrencinin kendi görüşünü ve (bunun mantıksal bir sonucu olarak) karşıt görüşü iyice anlamasını, birinin temellerini güçlendirirken diğerinin temellerinin yanlışlarını ortaya koyabilmesini sağlamayı hedefliyorlardı. Bu sonuncu yarışmaların tedavi edilemez zayıflığı, başvurulan gücün akıl değil otorite olmasıydı; “Socratici viri”nin zihinsel oluşumunda rol oynayan o güçlü diyalektiğin her bakımdan altındaydılar: ama modern zihin yapısı, her ikisine de itiraf etmeyi istediğinden çok daha fazlasını borçludur, günümüzdeki eğitim biçimleriyse bunlardan biri ya da öbürünün en ufak bir şekilde yerini ta,utabilecek hiçbir şey içermemektedir. Bütün eğitimini öğretmenlerden ya da kitaplardan edinen bir kişi, kafasını ezberle doldurmanın çekiciliğinden kaçınabilse bile, her iki tarafın da söyleyeceklerini dinlemek gibi bir yükümlülük altında değildir; dolayısıyla, düşünürler arasında bile her iki tarafı da biliyor olmak hiç de sık rastlanır bir başarı değildir; her insanın kendi görüşünü savunurken söylediklerinin en zayıf kısmı, karşıtlarına yanıt olarak söyledikleridir. Günümüzün modalarından biri, negatif mantığı küçümsemektir – oysa bu, pozitif doğruları saptamasa da, teorideki zayıflıklara ya da uygulamadaki hatalara işaret eder. Böylesi bir negatif eleştiri nihai sonuç olarak elbette yeterince zayıf olurdu; ama adını hak edecek pozitif bir bilgiye ya da kanaate ulaşmanın yolu olarak paha biçilemez bir değeri vardır; ve insanlar bu alanda sistematik bir şekilde yeniden eğitilmedikçe çok az sayıda büyük düşünür çıkacak, genel akıl düzeyi matematik ve fizik gibi düşünce disiplinleri dışında düşük kalacaktır. Başka hiçbir alanda hiç kimsenin görüşü, eğer karşıtlarıyla aktif bir tartışma yürütmek için gerekli olacak zihinsel süreci kendi kendine ya da başkalarının empoze etmesiyle yaşamamışsa, bilgi denmeyi hak etmez. Yokluğunda onsuz yapılamayan ama yaratması bir o kadar da zor olan bir şeyi, kendiliğinden ortaya çıktığında gözden çıkarıvermek, saçmadan da beter değil mi! Genelgeçer bir görüşü sorgulayan ya da yasalar ve çoğunluğun görüşü izin verse sorgulayacak olan tüm insanlara teşekkür etmeli, kafalarımızı açıp onları dinlemeli, kanaatlerimizin kesinliğine ya da canlılığına birazcık saygımız olsa kendi başımıza, üstelik çok daha güçlü bir şekilde yapmamız gerekecek bir işi bizim adımıza yaptıkları için mutlu olmalıyız.

Bunları söyledikten sonra, görüş ayrılıklarını yararlı kılan ve insanlık için şu anda ölçülemez bir uzaklıkta gibi gözüken bir entellektüel ilerleme düzeyine ulaşılana kadar da yararlı kalacak olan ana etmenlerden birinden söz etmek gerekiyor. Buraya kadar yalnızca iki olasılık üzerinde durduk: genelgeçer görüşün yanlış olması ve dolayısıyla başka bir görüşün doğru olması; ya da, genelgeçer görüşün doğru olması ve onun tersi olan hatayla çatışmaya girmenin, sözü geçen görüşün doğruluğunun açıkça görülmesi ve derinden hissedilmesi için gerekli olması. Ama bunlardan daha yaygın olan bir durum vardır; birbirine karşıt olan öğretilerden birinin doğru, diğerinin de yanlış olmadığı, doğruyu aralarında bölüştükleri durumdur bu; genelgeçer olmayan görüş, doğrunun eksik kalan kısmını tamamlamak için gereklidir, çünkü genelgeçer görüş bu doğrunun yalnızca bir kısmını taşır. Duyularla saptanması mümkün olmayan konularda popüler görüşler genellikle doğrudur, ama pek ender olarak doğrunun tamamını barındırırlar. Doğrunun bir parçasıdırlar - bazen daha büyük, bazen daha küçük bir parçası; ama abartılmış, çarpıtılmış, onlara eşlik etmesi ve sınırlaması gereken doğrulardan koparılmış bir haldedirler. Öte yandan heretik görüşler genellikle bu bastırılmış ve gözardı edilmiş doğrular arasından çıkar, onları bağlayan zincirleri koparır ve ya ortak görüşün barındırdığı doğruyla uzlaşmaya çalışır, ya da onunla bir düşman olarak yüzleşip, benzer bir dışlama tutkusuyla, kendilerini bütün doğru olarak sunarlar.

Bunlardan sonuncusu, bugüne kadar en sık görülen durumdur, çünkü insan zihninde çok yönlülük her zaman bir istisna olmuştur, tek yönlülükse kural. Dolayısıyla, görüşlerin devrim geçirdiği dönemlerde bile, doğrunun bir kısmı yükselirken bir kısmı batar. İlerleme bile, daha öncekilerin üstünde yükselmesi gerekirken, çoğu zaman yalnızca bir kısmi doğruyu atıp yerine bir başkasını koyar; gelişme çoğu zaman bundan ibarettir, yeni doğru parçasının, bir öncekinden daha istenir, günün gereklerine daha uygun olmasıdır. Genelgeçer görüşlerin, doğru bir temele oturduklarında bile böyle kısmi olması nedeniyle; ortak görüşün dışta bıraktığı doğru parçasının birazını içeren her görüş çok değerli sayılmalıdır, bu doğru, hatalar ve kafa karışıklığıyla ne denli bozulmuş olursa olsun. İnsan işlerinden anlayan aklı başında hiçbir insan bundan gocunmamalıdır, çünkü normalde gözardı edeceğimiz doğruları gözümüze sokanlar, bizim gördüğümüz bazı doğruları gözardı ediyor. Tam tersine bu insan, popüler doğrunun tek yönlülüğü devam ettiği sürece, popüler olmayan doğruların da tek yönlü savunucularının olmasını yeğleyecektir; en enerjik olanlar, doğrunun tamamıymış gibi sundukları doğru parçasına gönülsüz dikkatleri en çok çekebilecekler bunların arasından çıkar.

Durum böyle olunca, onsekizinci yüzyılda, neredeyse bütün eğitim görmüşler ve onların önderlik ettiği bütün eğitimsizler, uygarlık denen şeye, modern bilimin harikalarına, edebiyata, felsefeye hayran hayran bakarken, modern çağ insanıyla eski çağlardaki insan arasındaki benzemezliği büyük oranda abartıp bu farklılığın tamamen kendi lehlerine olduğu inancını beslerken; Rousseau’nun paradoksları tam ortalarına nasıl da bomba gibi düştü, tek yönlü görüşlerin sıkıştırılmış cüssesini yerinden oynattı ve parçalarına ayırıp, yeni unsurlarla yeniden birleşmeye zorladı. Bunun nedeni, o sıralar kabul gören görüşlerin, Rousseau’nun görüşlerine oranla doğrudan daha uzak olması değildi; tam tersine, daha yakındılar; daha çok pozitif doğru ve daha az hata içeriyorlardı. Yine de Rousseau’nun öğretisinde, popüler görüşün tam da eksikliğini hissettiği doğrulardan kaydadeğer miktarda vardı ve bunlar, o öğretinin akıntısıyla birlikte, genel görüşlere katıldı; sular çekildiğinde de geriye kalan bunlar oldu. Basit yaşamın üstünlüğü, yapay toplumun numaraları ve ikiyüzlülüklerinin yorucu ve moral bozucu etkisi, Rousseau’nun yazdığı dönemden bu yana, eğitimli kafaların bir köşesinde mutlaka bulunan fikirler oldu; her ne kadar bugün her zamankinden çok ortaya konmaları, sözcükler güçlerini neredeyse tamamen yitirdiği için eylemlerle ortaya konmaları gerekiyorsa da, yeterli zaman geçtiğinde bunlar da kendi etkilerini yaratacaktır.

Yine siyasette, düzen ve istikrar partisi ile ilerleme ve reform partisinin ikisinin de, sağlıklı bir siyasal yaşam için gerekli unsurlar olduğunu neredeyse herkes bilir; bunlardan birisi, eşit derecede hem düzen hem de ilerleme partisi olacak kadar, neyin korunmaya değer, neyinse süpürülüp atılması gerektiğini bilip ayrıştırabilecek kadar zihinsel kavrayışını geliştirene değin, bu böyle olacaktır. Bu düşünce biçimlerinin her birinin yararlılığı, diğerinin eksiklerinden kaynaklanır; ama her ikisini de mantığın ve aklın sınırları içinde tutan şey, bir diğerinin ortaya koyduğu muhalefettir büyük ölçüde. Demokrasiyi ve aristokrasiyi, özel mülkü ve eşitliği, işbirliğini ve rekabeti, lüksü ve perhizi, toplumsallığı ve bireyselliği, özgürlüğü ve disiplini, günlük yaşamın tüm diğer karşıtlıkları savunan görüşler eşit derecede özgürce dile getirilmediği sürece, eşit beceri ve enerjiyle uygulanıp savunulmadığı sürece, iki unsurun da hak ettiğini bulması mümkün değildir; kantarın topuzu mutlaka bir yana kayacaktır. Yaşamın büyük ve gündelik meseleleri açısından doğru, karşıtların uzlaştırılmasına ve birleştirilmesine o kadar bağlıdır ki, pek az insanın zihni, bu ayarlamayı hakkıyla yapacak kadar geniş ve tarafsızdır, o yüzden de düşman bayrakları taşıyan savaşçılar tarafından, kaba bir mücadele süreciyle yapılmasıyla gerekir. Yukarıda sayılan büyük ve sonuçlandırılmamış sorulardan herhangi birinde, iki görüşten biri diğerine oranla daha tahammül edilebilir, daha cesaretlendirilebilir ve desteklenebilir özellikler gösteriyorsa, bu, o yer ve zamanda azınlık konumunda olan görüştür. Gereken ilgiyi görmeyen çıkarları, insan refahının, payına düşeni alamama tehlikesiyle karşı karşıya olan tarafını simgeleyen görüş odur. Bu ülkede, bu konuların çoğu için, görüş ayrılığına karşı bir tahammülsüzlük olmadığının farkındayım. İnsan aklının şu anki durumunda, doğrunun tüm yönlerine karşı adil bir açıklığın ancak görüş çeşitliliği sayesinde mümkün olacağı gerçeğinin evrenselliğini, kabul edilmiş ve çoğaltılmış örneklerle göstermek için sayıldı bu konular. Herhangi bir konuda, dünyanın görünüşteki oydaşmasına istisna oluşturan insanlar çıktığında, dünya haklı olsa bile, karşıt görüşte olanların dinlemeye değer bir şeyler söylemesi ve doğrunun da, onların sessiz kalması sonucunda bir şeyler yitirmesi her zaman mümkündür.

Burada şöyle bir itiraz gelebilir, “Ama bazı genelgeçer ilkeler, özellikle de en yüksek ve en yaşamsal konularda olanları, yarı-doğrulardan daha fazla bir şeydir. Örneğin Hıristiyan ahlakı, bu konudaki doğrunun tamamıdır ve bundan farklı bir ahlakı öğreten kişi tamamen hatalı olur.” Pratikte en önemli olan durum budur, o yüzden genel ilkeyi sınamak için daha uygun bir durum bulunamaz. Ama Hıristiyan ahlakının ne olup olmadığı hakkında yargılara varmadan önce, Hıristiyan ahlakı derken neyin kastedildiğine karar vermekte yarar vardır. Yeni Ahit’teki ahlaktan söz ediliyorsa, bununla ilgili tüm bilgisini yalnızca bu kitaptan edinen bir kişi, bu kitabın tamamlanmış bir ahlaki öğreti bütünü olarak sunulduğunu ya da bunun amaçlanmış olduğunu düşünebilir mi, merak ediyorum. İncil her zaman daha önceden var olan bir ahlaka gönderme yapar, o ahlakın daha genel ve yüksek bir ahlakla düzeltilmesi ya da ikame edilmesi gereken özel durumlara ilişkin ilkelerle sınırlar kendini; dahası olabildiğince genel, sözcük anlamıyla yorumlanamayacak, yasaların keskinliğinden çok şiirin ve güzel söz sanatının etkileyiciliğine sahip ifadeler kullanır. İncil’den bir etik öğreti bütünü çıkarmak, Eski Ahit’e, yani gerçekten de girift, ama pek çok yönden barbarca ve zaten barbar bir halk için kurulmuş bir sisteme başvurmadan yapılabilecek bir şey olmamıştır hiçbir zaman. Öğretinin böyle Yahudiliğe göre yorumlanmasına açık açık karşı çıkan Aziz Pavlus, benzer şekilde daha önceki bir ahlakı, Yunan-Roma ahlakını varsayar; Hıristiyanlara verdiği öğütler de büyük oranda buna yer verecek bir sistemdir; köleliği görünüşte onaylayacak kadar da ileri gider. Hıristiyan ahlakı denen ama aslında teolojik ahlak denmesi gereken şey, İsa’nın ya da Havarilerinin eseri değildir, çok daha sonraki bir dönemde ortaya çıkmıştır, ilk beş yüzyılın Katolik kilisesi tarafından aşama aşama kurulmuştur ve her ne kadar çağdaşlar ve Protestanlar tarafından örtük bir şekilde kabul edilmiyorsa da, onlar tarafından bekleneceğinden az bir oranda değiştirilmiştir. Orta çağlarda yapılan eklemeleri kesmekle yetinmişlerdir, her mezhep bunun yerine kendine ve eğilimlerine uygun yeni eklemeler yapmıştır. İnsanlığın bu ahlaka ve onun ilk öğretmenlerine büyük bir borcu olduğunu inkar edecek son insan benim; ama pek çok yönden eksik ve tek yanlı olduğunu, onun onaylamadığı görüş ve duygular Avrupalı yaşam biçimini ve Avrupalılık karakterini şekillendirmeye katkıda bulunmasaydı, insanlığın durumunun bugünkünden çok daha kötü olacağını söylemekten de çekinmem. Hıristiyan ahlakı (denen şey) her yönüyle bir tepkidir; büyük oranda da Paganizme bir tepkidir. İdeali pozitif değil negatiftir; etkin değil edilgendir; Soyluluk değil Masumluktur; İyinin enerjik bir şekilde kovalanmasından çok Kötülükten kaçınmadır: temel ilkelerinde (başkalarının da ifade ettiği gibi) “yapacaksın” değil, “yapmayacaksın” gereksiz yere ağır basar. Tensellikten o kadar korkar ki, asetisizmi göklere çıkarır, bu da zaman içinde keskinliğini yitirerek yasallık sınırlarına çekilmiştir. Erdemli bir yaşamın tayin edilmiş ve uygun yönlendiricileri olarak cennet umudunu ve cehennem korkusunu ileri sürer: böyle yaparak antik çağın en iyi öğretilerinin çok gerisine düşer, insan ahlakına temelinde bencil bir karakter kazandırır, çünkü her bir insanın görev duygusunu, diğer insanların iyiliğini düşünmesinde bencilce bir çıkarı olmadığı durumlarda, onların iyiliğinden koparır. Temelinde edilgen bir itaat öğretisidir; yerleşik otoritelerin hepsine boyun eğmeyi öğretir; dinin yasakladığı bir şeyi emrederlerse onlara aktif olarak itaat edilmez, ama karşı da konmaz, hele isyan etmek tümüyle yasaktır, bize yapılan kötülük ya da haksızlık ne kadar büyük olursa olsun. Pagan ulusların en iyilerinde devlete karşı görevler konusu gereğinden büyük bir yer tutar ve hatta bireyin hakkı olan özgürlüğü kısıtlar; ama saf Hıristiyan etiğinde bu büyük görev konusuna neredeyse hiç değinilmez, ondan söz edilmez. “Topraklarında yaşayanlar arasında bir görev için daha uygun biri varken başkasını o göreve atayan hükümdar, Tanrı’ya ve Devlete karşı günah işler,” ilkesi Yeni Ahit’te değil, Kuran’dadır. Çağdaş ahlakta halka karşı görev fikrinin az da olsa tanınması, Hıristiyan kaynaklarından değil, Yunan ve Roma kaynaklarından gelir; özel yaşam ahlakında bile yüce gönüllülük, ilkelilik, kişisel onur, hatta şeref duygusu eğitimimizin dinsel değil tümüyle insani kısmından doğar ve inancın onayladığı tek değerin itaat olduğu bir etik standarttan da asla doğamazdı.

Bu zaafların, nasıl tanımlanırsa tanımlansın Hıristiyan etiğine içrik olduğunu, bütünlüklü bir ahlaki öğretinin Hıristiyanlıkta bulunmayan çok sayıdaki koşulunun onu böyle bir öğretiyle uyumsuz kıldığını iddia edecek en son insanım. İsa’nın kendisinin öğretileri ve ilkeleri içinse böyle bir şeyi ima etmek bile istemem. İsa’nın sözleri, amaçlanan neyse odur benim görebildiğim kadarıyla; kapsamlı bir ahlakın gerektirdiği hiçbir şeyle uyumsuz değildir; etikte mükemmel olan her şey bu sözlerin içine sokulabilir, bu sözlerden davranış biçimlerine yönelik pratik bir sistem çıkarmaya çalışan herkesin verdiğinden daha az zarar verir böyle bir şey. Ancak bu sözlerin içinde doğrunun yalnızca bir bölümünün olduğuna, amacın da bu olduğuna inanmak, bununla çelişmez; Hıristiyanlığın Kurucusunun kayıtlı konuşmalarında, en üst düzey ahlakın pek çok yaşamsal unsurunun bulunmadığını, bulunmasının da düşünülmediğini, Hıristiyan Kilisesinin bu konuşmaları temel alarak kurduğu etik sisteminde bu unsurların tümüyle kenara atıldığını söylemek bir çelişki değildir. Durum böyleyken, Hıristiyan öğretisinde, yaratıcısının ortaya koymak ve uygulatmak istediği ama ancak kısmen sağladığı, bizi yönlendirecek bir kurallar bütününü bulmaya çalışmakta ısrar etmek, büyük bir hata olur bence. Bunun yanısıra, bu dar teorinin ciddi bir pratik tehlike haline gelmekte olduğunu, pek çok iyi niyetli insanın şu anda büyük çaba harcayarak kabul ettirmeye çalıştığı ahlaki eğitim ve öğretimin değerini önemli ölçüde azalttığını da düşünüyorum. Zihni ve duyguları tümüyle dinsel bir modele göre şekillendirmeye çalışmanın ve bu zamana kadar Hıristiyan etiğiyle yanyana var olmuş ve onu bütünlemiş, onun ruhunun bir kısmını alıp karşılığında biraz kendi ruhundan vermiş seküler standartları (daha iyi bir ad bulamadığım için böyle diyorum) gözardı etmenin, alçak, sefil, köle ruhlu bir insan tipine yol açacağından, hatta şu anda da açmakta olduğundan korkuyorum, bu insan tipi, Yüce İrade dediği şeye kendini istediği kadar teslim etsin, Yüce İyiliğe erişmekten ya da onu kavramaktan acizdir. İnsanlığın ahlaki anlamda yenilenmesi için, yalnızca Hıristiyan kaynaklarından çıkarılabilecekler dışında kalan etik kuralların, Hıristiyan etiğiyle yanyana var olması gerektiğine inanıyorum; Hıristiyan sisteminin, insan zihninin şu anki kusursuzluktan uzak durumunda, doğruyu bulmak için görüş çeşitliliğinin gerekli olduğu kuralına bir istisna oluşturmadığına da inanıyorum. İnsanların, Hıristiyanlığın içermediği ahlaki doğruları gözardı etmeyi bırakmaları, içerilen doğruları gözardı etmeye başlamalarını gerektirmez. Böyle bir önyargı ya da ihmal,eğer gerçekleşirse, kesinlikle kötü bir şeydir; ama bundan her zaman uzak durabilmeyi umamayız, bunu, paha biçilmez bir faydanın ödenmesi geren bedeli olarak görmeliyiz. Kısmi bir doğrunun tam bir doğru olarak kendini sunmasına karşı çıkılmalıdır, bu kez karşı çıkanlar tepkisel davranıp haksızlıklar yaparsa bu tek yanlılık için üzüntü duyulmalı ama yine de hoş görülmelidir. Eğer Hıristiyanlar, inançsızlara Hıristiyanlığa karşı adil davranmayı öğretmek istiyorsa, onlar da inançsızlığa karşı adil olmalıdır. Edebiyat tarihiyle en sıradan ilişkisi olanların bile bildiği gibi, en soylu ve en değerli ahlaki öğreti, Hıristiyan inancını bilmeyenlerden değil, bilip de reddedenlerden gelmiştir, bu gerçeğin unutulmasının doğruya hiçbir yararı olmaz.

Olası bütün görüşlerin dile getirilmesi özgürlüğünün en sınırsız şekilde kullanılmasının dinsel ya da felsefi hiziplerin sonunu getireceğini iddia ediyor değilim. Kapasitesi düşük insanların ciddi bir şekilde inandığı her doğru, dünyada başka bir doğru yokmuş gibi, ya da en azından başka hiçbir doğru bu ilk doğruyu sınırlayamaz ya da koşullara bağlayamazmış gibi öne sürülecek, öğretilecek, hatta pek çok eylemin temelini oluşturacaktır. Bütün görüşlerin sonunda hizipçiliğe kapılma eğiliminin, en özgür tartışmayla bile tedavi edilemeyeceğini, tam tersine bu eğilimin çoğu zaman arttığını ve şiddetlendiğini biliyorum; görülmüş olması gereken ama görülmeyen doğrunun, rakip olarak tanımlanan insanlar tarafından öne sürüldüğü için daha da sert bir şekilde reddedildiğini biliyorum. Ama bu görüş çatışmasının olumlu etkisi, kızışmış partizan üstünde değil, konuya taraf olmayan izleyici üstünde gerçekleşir. Doğrunun parçaları arasındaki şiddetli çatışma değil, doğrunun yarısının sessizce bastırılmasıdır asıl korkunç kötülük: insanlar her iki tarafı da dinlemek zorunda bırakılıyorsa her zaman umut vardır; yalnızca bir tarafı dinlerlerse hatalar katılaşıp önyargıya dönüşür, doğru da artık doğruluk etkisi yaratmaz olur, çünkü abartılarak yanlış haline getirilmiştir. Yalnızca tek bir tarafı savunulan bir konunun iki tarafını akıllı bir şekilde değerlendirecek muhakeme gücü kadar ender bulunan zihinsel bir meleke daha olmadığı için de, doğrunun şansı, her bir parçasının şansı kadardır, doğrunun bir parçasını içeren her görüş yalnızca savunucu bulmakla kalmaz, dinlenmek için savunulur.

İnsanlığın (geri kalan sağlığının bağlı olduğu) zihinsel sağlığı için düşünce özgürlüğünün ve düşüncelerin dile getirilmesi özgürlüğünün dört ayrı nedenden ötürü gerekli olduğunu görmüş bulunuyoruz; bunları şimdi kısaca özetleyeceğiz. Birincisi, herhangi bir görüş susturulmuşsa, o görüş bilebildiğimiz kadarıyla doğru olabilir. Bunu inkar etmek, kendimizi hata yapmaz görmek demektir.

İkincisi, susturulan görüş yanlış bile olsa, içinde bir doğru parçası barındırabilir ve çoğu zaman barındırır da; herhangi bir konu hakkındaki yaygın görüş pek ender olarak tüm doğruyu içerdiği için, geri kalan doğrunun ortaya çıkarılma şansının olması ancak görüşlerin çarpışması yoluyla olabilir.

Üçüncüsü, genelgeçer görüş yalnızca doğru değil, doğrunun tamamı olsa bile; sıkı ve ciddi bir şekilde sorgulanmasına izin verilmedikçe ve bu şekilde sorgulanmadıkça, onunla karşılaşan insanların çoğu tarafından, akılcı temelleri anlaşılmadan ya da hissedilmeden, bir önyargı gibi kabul edilecektir. Bu kadar da değil; dördüncüsü, öğretinin kendisinin anlamı yitirilme ya da güçsüzleştirilme tehlikesiyle, karakter ve davranış üzerindeki yaşamsal etkisinden yoksun kalma tehlikesiyle karşılaşacaktır: dogma, kağıt üstünde bir inanca dönüşecek, hiçbir işe yaramayacak, ama toprak yüzeyini işgal edip, mantıktan ya da kişisel deneyimden gerçek ve kalpten gelen herhangi bir inancın yeşermesini engelleyecektir.

Düşünce özgürlüğü konusunu kapamadan önce, tüm görüşlerin özgürce dile getirilmesine, ılımlı olmaları ve adil tartışma sınırlarını aşmamaları koşuluyla izin verilmesi gerektiğini söyleyenlere bakmakta yarar var. Bu varsayımsal sınırların nereden geçtiğini saptamanın olanaksızlığı üzerine çok şey söylenebilir; çünkü eğer görüşlerine saldırılanların incinip incinmediğine bakılacaksa, sanırım deneyimlerimiz bize şunu gösteriyor: saldırı bazı şeyleri açığa çıkarıyorsa ve güçlüyse böyle bir incinme her seferinde söz konusu olur; onları zorlayan, kolayca yanıtlanamayan her rakip, konuyla ilgili güçlü duygular sergiliyorsa, onlara tartımsız bir rakip gibi gelecektir. Ancak bu, her ne kadar pratik yönden bakıldığında önemli bir meseleyse de, daha temel bir itirazdan kaynaklanır. Bir görüşü ileri sürme biçimi, görüş doğru bile olsa, çok sevimsiz olabilir ve ağır bir şekilde sansür edilmeyi hak edebilir. Ama bu türden temel suçları kesin olarak saptamak, kendini kazara ele vermediği sürece, çoğu zaman imkansızdır. Bunların en kötüsü sofist savunular yapmak, olguları ya da savunuları gizlemek, meselenin unsurlarını değiştirerek ortaya koymak ya da karşıt görüşü çarpıtmaktır. Ama bütün bunlar, en aşırı hallerinde bile, tamamen iyi niyetle, cahil ya da beceriksiz olduğu düşünülmeyen ve başka pek çok açıdan bakıldığında böyle olduklarının düşünülmesini hak etmeyebilecek kişilerce yapılır, o yüzden de bu yanlış yansıtma edimine, ahlaki açıdan hatalı damgasını rahat bir vicdanla ve geçerli gerekçelere dayanarak vurmak ender olarak mümkün olur; böylesine tartışmalı bir kötü davranışa yasaların müdahale etmesi daha da imkansızdır. Genellikle ılımlı olmayan tartışmadan kasıt, nefret dolu, alaycı, kişisel vs. sözlerdir, bu silahların yasaklanması, eğer her iki tarafa da uygulanacaksa daha haklı bulunabilir; ama bunların yalnızca hakim olan görüşe karşı kullanılmasının engellenmesi istenmektedir: hakim olmayan görüşlere karşı yalnız genel bir kınamayla karşılaşmadan kullanılmakla kalmaz, onları kullanan kişiye de içten bir inançla hareket ettiği ve hakarete uğramaktan kaynaklanan haklı bir tepki gösterdiği için övgüler düzülür. Yine de, kullanımlarından ortaya çıkacak bütün kötülükler arasında en büyüğü, göreceli olarak savunmasız olanlara karşı kullanıldıklarında gerçekleşir; herhangi bir görüşü öne sürerken bu yolun izlenmesinin sağlayacağı haksız avantajlar, neredeyse her zaman genelgeçer görüşlerin hanesine yazılır. Bir polemiğin bu türden işleyebileceği en kötü suç, karşıt görüşü savunanların kötü ve ahlaksız insanlar olarak damgalanmasıdır. Popüler olmayan herhangi bir görüşü savunanlar, bu tür bir iftiraya uğramaya özellikle açıktır, çünkü genelde sayıları az ve etkisizdirler, kendileri dışında pek az insan onlara adil davranılmasıyla ilgilenir; ama genelgeçer bir görüşe saldıranlar, durumun doğası gereği, bu silahtan mahrum bırakılır: bu silah onlar tarafından ne güven içinde kullanılabilir, ne de, kullanılsa bile, geri tepmekten başka bir işe yarar. Genel kabul görmüş görüşlere karşı çıkan görüşler, ancak dillerine dikkat eder ve gereksiz saldırganlıktan büyük bir özenle kaçınırlarsa seslerini duyurabilir, bundan biraz uzaklaştıklarında cezasını hemen çekerler: öte yandan, genelgeçer görüş adına kullanılan nefret dolu söylem, insanları karşıt görüşlere inanmaktan ve bunlara inanları dinlemekten gerçekten de alıkoyar. Dolayısıyla doğru ve adalet adına, nefret dolu bir konuşma biçiminin bu şekildeki kullanımını engellemek, diğerini engellemekten çok daha önemlidir; ve eğer seçmek gerekseydi, inançsızlığa saldırıları engellemek, dine saldırıları engellemekten çok daha gerekli olurdu. Yine de kanunların ve yetkililerin, ikisini de engellemekle uğraşmaması ve her halükarda kararın, tekil durumların koşullarına bakılarak verilmesi gerektiği açıktır; tartışmanın hangi tarafında olursa olsun, davranışlarında dürüstlük eksikliği, kötü niyet, önyargı ya da tahammülsüzlük görülen herkes kınanmalıdır; ama bu suçlara, kişinin hangi tarafı tuttuğuna bakılarak karar verilmemelidir, bizim tuttuğumuz tarafta olmasa bile: rakiplerinin ve görüşlerinin ne olduğunu görecek sakinliğe ve bunları dile getirecek dürüstlüğe sahip olan, onların aleyhine hiçbir şeyi abartmayan, onların lehine olan ya da olabilecek hiçbir şeyi gizlemeyen herkes, onurlandırılmayı hak etmiştir. Açık tartışmanın gerçek ahlakı budur; sık sık ihlal ediliyorsa da, bu ahlaka büyük ölçüde uyan çok sayıda tartışmacı olduğunu, buna ulaşmaya çalışanların sayısının daha da çok olduğunu düşünmek beni mutlu ediyor.

Çeviren: Cem Akaş