20.11.13

azınlık olmanın raconu


demokrasi="çoğunluk ne istiyorsa o olur" sananlar için, farklı olma hakkının önemini anlatan bir kutsal metin (kronk, "arkderm ile arvar efsanesi"):

eskiden bayağı eskiden daha kronk dini yaygınlaşmamışken yani yarın da olabilir büyük bir toprak parçası vardı bütün insanların yaşadığı iki geniş ırmak bir okyanus ile çok yüksek bir dağla çevriliydi uzun süren bir evrim sonunda artık bütün insanlar kaşığı sağ elleriyle tutuyordu bütün insanlar mı hayır büyük ormanla okyanusun arasında kalan tronl köyünün halkı kaşığı sol elle tutmakla diretiyordu kuşaklar boyu bu münafıklıklarını türlü baskılara boyun eğmeden sürdürdüler köy halkı diğer insanlar tarafından tümüyle dışlanmıştı ancak onlar garip bir inatla kaşığı sol elleriyle tutmaya devam ediyordu yine de bir gün kral bu işe bir son vermeyi kafasına koydu kendi atalarının yöntemleri bu köye daha önce sökmemiş olduğundan yeni bir yol bulması gerekiyordu yoksa hiçbir zaman hükümdarlığı tam olmayacaktı neler denemedi ki yalnızca tronl köyü halkının katılabileceği bir yarışma düzenledi sağ elle kaşığı en güzel kim tutacak yarışması ödül korkunç büyüktü ama tronllular katılmaya yanaşmadılar sonra bir yasa çıkardı sol elle kaşık tutmak yasaktır diye kral gibi ülkenin diğer insanları da bunu çok zekice buldular çünkü hepsi için yasalar her şeyden önemliydi ile onlara karşı çıkmak düşünülemezdi bile o yüzden yaptırımlara bile gerek duyulmamıştı ne var ki tronl halkı farklı bir gerçeklik düzleminde yaşıyordu ile bu yasa onları hiç etkilemedi hiç takmadılar bildikleri gibi yaşamayı sürdürdüler kral iyice kızmıştı prestiji sarsılıyordu alay konusu olmaya başlamıştı ataları gibi bu da sonun başlangıcı demekti bu nedenle daha önce hiçbir kralın cesaret edemediği bir işe kalkıştı tronlluları toptan öldürmek çok zor olmasa gerek hepsi bir arada yaşıyor zaten

bu aşamada diğer insanlar arasında görüş ayrılığı çıktı büyük çoğunluk herkesin kendileri gibi olmasını istiyordu gerçi ama tronlluları öldürmenin olayı biraz abartmak olduğuna inanan bir azınlık doğmuştu ne yazık ki yoğun bir “kaşık düşmanları”-karşıtı propaganda nedeniyle bu azınlık iyice küçüldü seslerini çıkartmayı sürdürmeye çalıştılarsa da herkesin o kadar gözü dönmüştü ki kralın emriyle bu azınlığın hapse tıkılmasına ses çıkarılmadı onaylandı alkışlandı geriye tek bir düşman kalıyordu

her şey bu tür hikayelerden beklenilenden çok daha kısa bir süre içinde olup bitti gönüllüler ordusu tronl köyünü bastı gönüllü askerler önlerine çıkan tronllulara önce bir kaşık uzatıyor tronllu kaşığı sol elle tutunca da bir tür acıma duygusuyla onu öldürüyorlardı hiçbir tronllunun uzatılan kaşığı sağ eliyle almayacağını herkes daha başından biliyordu maksat gönül rahatlatmak bu eksende bütün köy kılıçtan geçirildi ordu zaferden emin olunca orta yerde büyük dev bir ateş yaktı ile bu ateşin önüne düşürdüğü upuzun gölgenin peşinden köyü terk etti

ne var ki tüm köy halkını öldürmeyi başaramamışlardı iki tronllu arkderm ile arvar saklandıkları yerden çıkıp dev ateşin yanına geldi birlikte ağlamaya ile yalvarmaya başladılar bunun haksızlık olduğunu haykırarak vurguladılar o sıralar bir tanrıları yoktu ama kronk onları duydu ile acıdı ile yardım etmeye karar verdi ile kronk konuştu ormanda derler ki kronk konuşacağı zaman gökyüzünde şimşekler çakar dinleyin insanlar dedi ben kronk yaptıklarınızı gördüm kaşığı sol elle tutan herkesi öldürdüğünüzü sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz çünkü iki tronllu hala yaşıyor bundan sonra emrediyorum herkes kaşığı sol elle tutacak hepinizi buna mahkum ediyorum aklınız biraz başınıza gelir belki hadi bakalım büyük ülkenin bütün insanları yani bütün insanlar bu kurala kolaylıkla uyum sağladı herkes artık sol elle tutuyordu kaşığı kimse bir zamanlar bunun tam tersinin kanun olduğuna kesinlikle inanmıyordu arkderm ile arvar bu durum karşısında büyük bir şaşkınlık yaşamış insanlara geçmişi anımsatmaya çalışmış ama başaramamıştı sonunda karar verdiler kaşığı bundan böyle sağ elle tutacaklardı bu davranışları herkesi allak bullak etti hiçbir şeye güven olmuyordu kronk arkderm ile arvar’ın bu son numarasını duyunca afalladı onları karşısına aldı bana bakın siz benimle dalga mı geçiyorsunuz dedi hayır dedi arvar bizim istediğimiz doğru bildiğimizi herkese kabul ettirmek değil ki yalnızca farklı olma hakkına sahip olmak istiyoruz bunu yalnızca bunu kronk dedi ki havanız batsın neler de biliyorsunuz sizin yüzünüzden güzelim efsane durduk yerde didaktik oldu bunun üzerine arkderm her şeyi yanlış anladın ile her zamanki gibi sıçıp batırdın kronk dedi oysa kronk daha “her zaman” denilebilecek kadar çok beceriksizlik göstermemişti ile kronk çok sinirlendi ile bütün kaşıkları yok etti arkderm ile arvar’a dedi ki illa ilginç olmanız gerekiyorsa kendinize kaşıktan daha anlamlı bir şey bulun dedi ile onları adadan kovdu o günden sonra herkes greyfurdu dilimleyerek yemek zorunda kaldı aeiou eioue iao oia psinoter

19.11.13

“Artık Daha İyi Yazıyorum” – Susan Sontag’la Söyleşi




1995'te Susan Sontag'la New York'ta bir söyleşi yapmıştım Fol için; zor ama sevdiğim bir söyleşi olmuştu. bulunsun burada.
 *** 

 Susan Sontag’ın iki yeni kitabını yayımlıyor YKY – Böyle Yaşıyoruz Artık, AIDS’e yakalanmış bir insanla çevresindekilerinin ilişki yumağını konu alan uzunca bir öykü; Yanardağ Aşığı ise 400 küsur sayfalık bir romans – 18. yüzyılın ikinci yarısında, Napoli’de geçiyor, koleksiyonuna ve yanardağına tutkuyla bağlı İngiliz Büyükelçisi Sir Hamilton, iki karısı ve Amiral Nelson baş kahramanlar. Hem Sontag’ın çevirmenlerinden biri oluşum, hem de New York’ta bulunuşum hasebiyle, “Amerika’nın en akıllı kadını” ile “exclusive” bir söyleşi yapmam son derece mantıklıydı. Tabii ciddi bir ön hazırlık gerekiyordu, kalkıp da “en sevdiğiniz yazar kim?” türünden sorular sormak yakışık almazdı, ayrıca Sontag’ın vahim ölçüde ciddi olduğunu biliyordum, söyleşiyle ilgili ayrıntıları saptamak için yaptığımız faks yazışmalarında bütün espri girişimlerimi “görmedim – duymadım” edasıyla yok saymıştı. Öte yandan ben de kamera karşısında sayısız Türk edibiyle konuşmuş ve hasımlarımı (stüdyo ışıklarının değerli katkılarıyla) terletmiş olmanın deneyimiyle geliyordum, öyle her uzun siyah (ve biraz beyaz) saçlı, akıllı ve asık suratlı ve dişi Amerikan yazarına kolay kolay pabuç bırakacak değildim.

Sontag külliyatının bir kısmını daha önce okumuştum, bunları yeniden gözden geçirdim; ilk iki romanı The Benefactor ve Death Kit’i, son romanı Yanardağ Aşığı’nı ve Sohnya Sayres’in 1990’da Routledge’dan çıkan Sontag biyografisini okudum. Draje yaşamöyküsü: anne-baba Çin’deyken “rahme düşmüş” ama 1933’te Amerika’da doğmuş, onlardan uzak büyümüş, ilkokula başladığının ilk haftası Susan’ı üçüncü sınıfa geçirmişler. 16 yaşında üniversiteye başlamış ve “karşılaştırmalı din” okumuş. 17 yaşında hocasıyla evlenmiş, edebiyat ve felsefe master’ı yapmış, Harvard’da başladığı felsefe doktorasını yarıda bırakmış, 20 yaşında oğlu David (Rieff) doğmuş, bir yıl Paris’te kalmış, tiyatro yönetmiş, dönüşte kocasından ayrılmış, ilk romanını 28 yaşındayken yayımlamış, pek çok burs kazanmış, savaş sırasında Vietnam’a, kriz sırasında Küba’ya gitmiş, (şimdi Sarajevo’ya gidiyor), İsveç’te iki film yönetmiş. Sayres’in biyografisinde, boşanması hakkında “Yaşamla Proje arasında seçim yapmam gerekiyordu – ikincisini seçtim,” diyor. Kanseri “yenmiş”.

24. Sokakta, yaklaşık beş yüz daireli bir apartmanın en üst katına çıkıp kapıyı çaldığımda kafamda bunlar uçuşuyordu, bir de kurgu türüne giren kitaplarından yalnızca son ikisini beğendiğim. Kapıyı açan siyah kadife eşofmanlı, bir sürü saçlı, güleryüzlü kadın Susan Sontag’dı tabii, ama buna şaşırmaktan vazgeçmem epey uzun sürdü. Saraybosna’dan yeni dönmüştü, asistanı günlük programını ayarlamakla meşguldü; mutfakta oturduk – söyleşi sırasında bitireceği Philip Morris paketinden ilk sigarasını aldı ve Türkiye’de hangi kitaplarının yayımlandığını sordu. Çevirmen, yayınevi, korsan baskı/yasal baskı, telif yasası vs. gibi karmaşık bir konuyu iki kez anlatmam gerekti, sonunda yazıp verdim ve teybimi çalıştırıp şu sıralarda ne üzerinde çalıştığını sordum.

“Yine tarihsel bir roman, 19. yüzyılın son çeyreğinde geçiyor. Polonyalı bir grup entellektüel, sanatçı ve tiyatrocuyla ilgili; 1876’da California’ya gelip ütopik bir koloni kurmuşlar, ama yürümemiş, çoğu Polonya’ya geri dönmüş. Grubun lideri olan kadın, büyük bir yıldızmış Polonya’dayken; o kalmış ve parlak bir oyunculuk kariyeri yapmış. Kitabın çoğu Amerika’da geçiyor; zaten adı da Amerika’da. Bu insanların Amerika hakkındaki fantezilerini, neden kalkıp geldiklerini anlatıyor, sonra buradaki tiyatro dünyasına giriyor. Daha önce yazdıklarımdan farklı temalar işliyorum, aslına bakarsanız her kitabımın öncekilerden radikal bir şekilde farklı olmasını isterim, kendimi yinelemek istemiyorum, bana ilginç gelen, her seferinde yeni bir anlatım biçimi keşfetmek. Bu açıdan bakıldığında bence Yanardağ Aşığı şimdiye kadar yazdığım en iyi kitap. Aynı zamanda en çok okuyucuya ulaşan kitabım, ki bu da garip aslında, ama çok farklı insanalr bu kitabı okudu ve sevdi, bu da benim için büyük bir mutluluk tabii. Yeni kitabım da farklı olacak, endişelerim yok değil, bilirsiniz, yazarlar atletlere benzer: bir rekor kırarsınız, sonra onunla boy ölçüşmeniz gerekir, yeniden yapıp yapamayacağınızı merak edersiniz. Şimdi bununla uğraşıyorum işte, bir yandan da sinema ve tiyatroyla uğraşmayı sürdürüyorum, ama sürdürmek sitemediğim, ya da çok minör bir şekilde sürdürmek istediğim tek şey, deneme yazarlığı.”

Gerçekten mi? Yoruma Karşı’nın, Fotoğraf Üzerine’nin, Metafor Olarak Hastalık’ın yazarı artık deneme yazmayacak mı?

“Evet, deneme kapsamına girecek tek etkinliğim, yayımlanmasında katkım olan kitaplara önsöz yazmak – bir tür hizmet olarak görüyorum bunu; benim için tek anlamlı deneme türü artık bu.”

Neden?

“Çünkü sanırım denemede yapabileceğimin en iyisini yaptım, başka konularda yazmayı sürdürebilirim tabii, ama bunu zevkten değil, görev duygusuyla yaparım. Pek çok konuyla ilgileniyorum hala, ama bunları yazmak yeni bir maceraya atılmak olmayacak. Oysa kurgusal şeyler yazmak beniö için büyük bir zevk ve bu alanda yapılabilecek herşeyi yapmadım daha.”

Aslında Sontag’ın deneme ve kurgu yazarlığı kimliklerini bu kadar ayrı düşünemiyorum ben. Hem dil, hem de anlatım tekniği açısından birbiriyle yoğun alışverişi var bu ikisinin. Yanardağ Aşığı örneğin, denemelerle bezeli bir kurgu olarak ele alınabilirdi.

“Tabii, bunu bilinçli olarak yapıyorum, ama insanlar kitaplarımı değerlendirirken şunu genellikle unutuyor: bu yeni birşey değil, 19. yüzyıl roman tekniğinin bir uzantısı. Savaş ve Barış’ı yeniden okudum bu yakınlarda, dördüncü kere, Bosna’daydım. Her gidişimde tek bir kitap götürüyorum, etrafımda olup bitenlerden uzaklaşmak için. Genellikle daha önce okuduğum, bildiğim bir kitap oluyor bu. Bu kez Savaş ve Barış’ı götürdüm, en son herhalde sekiz yıl önce okumuştum. İçinde bu kadar çok deneme olması beni şaşırttı. Koca koca bölümlerde Tolstoy savaş, Napolyon, tarih, strateji vs. hakkında görüşlerini anlatıyor. 19. yüzyıl yazarlarının çoğu yapmıştır bunu, Proust ve Mann da dahildir buna.”

Sontag’ın durumu biraz daha farklı değil mi, bu iki tür arasında daha organik bağlar oluşturmuyor mu, denemeyle kurgu daha çok kaynaşmıyor mu? eski üstadlardan bahsediyorum sanıyor Sontag, itiraz ediyor.
“Hayır, yeniden okuyun bakın, şaşıracaksınız. Mann’da baştan sona yalıtılmış deneme bölümleri vardır romanın ortasında; zaman düşüncesiyle ilgili bölüm örneğin, yazar konuşuyor burada, anlatının bütünüyle bir bağlantısı yok, düpedüz ayrı bir deneme. Balzac, Tolstoy, Mann, Musil – hepsinde aynı şey. Demek istediğim şu: roman herşey olabilir. Roman çok ilginç bir form; denemeler içeren, yalıtılmış ya da kaynaştırılmış haliyle denemeler içeren roman da bir roman geleneği. Yani ben deneme yazdığım ve kendime hakim olamadığım için romanlarıma deneme katıyor değilim. Her kitap farklıdır dedim, ama bir süreklilik de var elbette.”

Yanardağ Aşığı’nın konusunun nereden çıkıp geldiğini, bir İngiliz büyükelçisinin yaşamıyla ilgilenmeye nasıl başladığını merak ediyorum.

“Kitap konuları nereden çıkar? Bilemiyorum, günde on hikaye konusu gelir insanın aklına, bir tanesi ‘bunu yazabilirim’ diyeceğiniz bir konudur. Bu seçimi yaptıran şeyi yakalamak çok zor. Neden, neden... sanırım pek çok neden var da çoğunu bilmiyorum bile, ama belki şu anda yazdığım kitabı, Amerika hakkında birşeyler yazmak istediğim için yazıyorum. Bunu ikinci romanım Death Kit’te yapmaya çalıştım, ama şimdi çok daha iyi bir iş çıkarabileceğimi düşünüyorum, çok daha iyi bir yazarım artık. Bilmiyorum, ama aradığımı biliyorum, hikayenin kendisini. Boston’da bir kitapçıda dolaşırken bir kitapta bu hikayeyle ilgili birşeylere rastladım. Ama daha önceden de hayal meyal birşeyler hatırlıyordum, çünkü çok okuyorum, neyse, orada öyle dururken, ‘Bundan bir roman çıkabilir,’ dedim. Yalnızca bir çıkış noktası elbette, ondan sonrasını hep kendim yaratmam gerekecekti. Bir sürü hikaye anlatacağım, hikayeler anlatmayı seviyorum.”

Bu benim ilgimi çekiyor – yani hikaye anlatmak başka şey, tarihi yeniden yazmak başka. Sontag Yanardağ Aşığı’nda bazı tarihsel verileri alıyor, bazılarınıysa kendisi yaratıyor – “Gerçek”e müdahale ettiğini hissediyor mu?

“Hmm. Aslında verilerden başlamıyorsunuz. Yanardağ Aşığı iki basit şeyle başladı: Sir William Hamilton’ın takıntılı bir koleksiyoncu oluşu –bütün koleksiyoncular tanım gereği takıntılıdır- ve yanardağlara ilgi duyması. Bu benim çok ilgimi çekti, çünkü toplamak demek korumak demektir, yanardağlara ilgi duymaksa büyük, yok edici bir güce ilgi duymaktır. İlk başta tamam dedim, bu adam hakkında bir roman yazacağım, ama bütün bu 18. yüzyıl zırıltılarıyla uğraşmak istemiyorum. Bu adam Amerika’nın Filipinler’deki büyükelçisi olsun, Çin porselenleri toplasın, Manila’nın yakınlarında gayet uygun bir yanardağ da var; Nelson karakteri Amerikalı bir amiral olur; Emma Hamilton’ı Filipinli bir fahişe yaparım vs. Sonra fark ettim ki, 20. yüzyıl sonlarındaki Filipinler hakkında, 18. yüzyıl sonlarındaki Napoli hakkında bildiğimden daha az şey biliyorum. Romanda bir dünya yaratmanız gerekir – ben her zaman bir karakterle, bir duyguyla, tutkuyla başlarım. Tabii ki bu kitap için çok şey okudum, okumayı seviyorum, pek çok şey biliyorum, sonra da yazmaya başladım ve süreç boyunca verileri kontrol ettim. Bu da hoştu, örneğin at arabalarıyla ilgili iki kitap okumam gerekti. At arabalarını ayrıntılarıyla anlatmam gerekmez, zaten anlatmoyurm, ama o duyguyu bilmem gerekli.”

Yanardağ Aşığı’nda, yinelenmesi dikkatimi çeken bir söz var: “O zamanlar ‘gerçek hayat’ diye kabul edilen şey” – kurguyla kurgu olmayan mı karşılaştırılıyor burada, Borges ve Kafka’yı konuya dahil edecek şekilde, yoksa bana mı öyle geliyor?

“Yoo, ‘gerçek’ ve ‘asıl’ olanın kurgu olduğunu düşünmüyorum. Bunu düşünmek için deli olmak gerekir; gerçek olan şey gerçek hayat. Ama insanların kurgu sayesinde pek çok şeyi yaşadığını düşünüyorum. Beni şaşırtan şeylerden biri – aslında şaşırtmıyor, ama farkında olunması gereken şeylerden biri bence – insanların aracı olmadan deneyimlere ulaşamamaları. Mitler, fanteziler, kurgular aracılığıyla ulaşıyorlar deneyime. Eski bir Marksist-Hegelyen klişe kullanacak olursak, insanların çoğunu ‘sahte bilinç’ yönlendiriyor. Deneyimlerini doğrudan kavramıyorlar, deneyimleri hakkındaki fikirler aracılığıyla kavrıyorlar. İnsanların kendi deneyimlerini nasıl kurgu haline getirdiğinin farkındayım ve bununla ilgileniyorum. Yanardağ Aşığı’nda, bu hikaye Şimdi anlatılan, Şimdinin bilgisiyle anlatılan bir hikayedir diyorum, ikinci paragrafta sanırım, ‘o zaman için uzun sayılacak bir adamdı’ diyorum, ‘uzun bir adamdı’ demek yerine. ‘Tarihsel roman’ denen şeylerin çoğunda bu yoktur, oradasınızdır. Bu iki katman, yani ‘böyle böyle düşünüyorlardı’ derken arkadan da ‘ama biz şimdi farklı düşünüyoruz’ demek, benim için anlatının en önemli yanlarından biriydi. Kitapta sanat konusu açıldığında, o zamanki estetik anlayışının, acı çekmekte olanların bunu onurlu, görgülü, özdenetimli bir şekilde bize göstermelerini gerektirdiğini söylüyorum. Oysa biz, alabildiğince dışa vurmayı, kontrolsüzlüğü değerli buluyoruz, çünkü bu, insanların içtenliğini, duygularını bastırmadıklarını gösteriyor. O zamanlarda duyguların bastırılması çok önemliydi. Bu karşıtlık sürekli olarak sergileniyor, çünkü 18. yüzyılın sonu modernliğin başıdır ve modernliğin sorunlarının tohumlarını görürsünüz.”

İçeride çalışan asistanının yanına gidiyor Susan Sontag; döndüğünde, “Roman nedir?” sorusuna da geri dönüyor.

“Bence roman, edebiyat formlarının en büyüğü – içine deneme, şiir, herşeyi koyabilirsiniz, romanda herşeye yer vardır. İlginç olan bu kapsayıcılığı. Tabii herşeyi atıp son derece dışlayıcı bir hale de gelebilir. Bunu negatif bir gelişme olarak görüyorum, romanı roman yapan şeylere yer verilmemesi açısından – olay örgüsü yok, anlatıcının sesinden başka ses yok vs...”

Amerikan romanı bu bağlamda nereye gidiyor?

“Hiçbir fikrim yok. Herşeyden önce birkaç yönelim var. Bilemiyorum. Kendimi bir Amerikan yazarı olarak görmüyorum. Tabii ki Amerikalıyım, coğrafya kaderimizdir, zamanımızdan kopamayız, ama Amerikan kültürünün ya da edebiyatının beni çektiğini söyleyemeyeceğim. Amerikan romanına ne olduğu beni ilgilendirmiyor. İngilizceye ne olduğu ilgilendiriyor öte yandan – İngilizce yazıyorum ve bundan sonra başka bir dilde yazacağımı sanmıyorum; bir dilin nasıl geliştiği, nasıl gerilediği benim için çok önemli.”

Birkaç soru da o bana sormak istiyor. Türk şairi okuduğunu ama Türk denemecisi ya da romancısı okumadığını söylüyor – romancı var mı Türkiye’de? Var birkaç tane, diyorum. “Anti-laik” gelişmelerle ilgileniyor, Türkiye’yle Mısır’ı karşılaştırıyor; ne oluyor orada, Atatürk dönemi bitiyor mu? Sonra Bosna – insanlar ne diyor bu savaşa? Türkiye neden bu kadar ilgisiz, diye soruyor, sonunda bir konuda Avrupalı oldunuz demek. Sırpların Boşnakları Türk diye çağırdığını, din konusunun, Batının eylemsizliğini açıklamakta çok önemli olduğunu söylüyor.

Burada soruları ben sorarım: bir yandan Saraybosna’ya gitmek, bir yandansa edebiyat yapıyor olmak ne demek?

“İşin yarısının yapılması demek. Zamanımın üçte birini orada geçiriyorum. Bosna hakkında bir kitap yazmıyorum, orada gazeteci olarak bulunmuyorum; iki insan gibiyim, orada yazar kimliğimi tümüyle unutuyorum, çalışmıyorum, bir okul projesiyle ilgileniyorum, oyun sahneliyorum, radyoya çıkıyorum, oradaki Yazarlar Birliğiyle çalışıyorum, para topluyorum, tiyatro akademisinde misafir hocalık yapıyorum. Ne kadar korkunç olduğunu hayal bile edemezsiniz. Ve sanırım gerçekten ümitsiz. Bunu söylemek çok kötü, ama oradaki arkadaşlarıma, 1937’de Almanya’da Yahudi arkadaşlara vereceğim öğüdü veriyorum: gidin buradan. Pek çok insan ‘ne yapılabilir?’ diye soruyor. Ben oraya kimseyi temsil ederek gitmiyorum, birey olarak gidiyorum. Onları kurtaramam, ama yapabileceğim herşeyi yapmak istiyorum.”

Savunmam yok, söyleyecek sözüm yok. İnsan olma etiği konusunda ben de bütünlemesiz sınıfta kalanlar arasındayım. Sontag’ın ses tonu, Yanardağ Aşığı’nda, kitabın sonundaki tonu anımsatıyor. Kitap boyunca karakterlere bir şekilde sempati duyuyor Sontag, son bölümündeyse yargının tokmağı iniveriyor – müthiş ahlakçı bir ses kaplıyor o bölümü.

“Evet. Sinema dilini kullanacak olursak, o noktaya kadar herşey yakın plan, orta plan çekimlerle veriliyor. Sonundaysa geniş plana geçiyoruz, genel görünümü izliyoruz. Geri çekilip bakıyoruz. Yakından herkese sempati duyabilirsiniz, sonuçta hepimiz yaşamın içinde ilerleyen kırılmış çocuklarız. Dokunaklı, neredeyse patetik bir sevgi ihtiyacı var, ama geri çekildiğinizde, yapılanlar korkunç. Eleanora’nın ağzından kendi yargımı verdiğimde, bu son yargıdır, okuyucu da böyle düşünmeli ve bundan önce söylenenleri unutmalıdır demiyorum. İki bakış açısı da yan yana tutulmalı. Bu kitap ahlaksal bir itkiyle yazıldı, o yüzden insanların bu karakterleri iki şekilde de görmelerini istiyorum. Tolstoy da yapar bunu. Sonunda ahlak ve adalet hakkında birşey söylersiniz, ama o karakterler için yarattığınız sempati de yanlış ya da sahte değildir.”

Yanardağ Aşığı ve Böyle Yaşıyoruz Artık arasında, Sontag’ın ölüme yaklaşımı konusunda bir karşılaştırma yapılabilir sanırım, özellikle Ölümün Sontag’da tümüyle doğal bir tema olduğunu göz önünde bulundurursak: ilkinde, kitabın sonunda ölen insanlar kendi seslerine kavuşuyor, kendi adlarına konuşabiliyor, hatta ölüm sürecini anlatabiliyorlar; Böyle Yaşıyoruz Artık’taysa ölümün sessizliği etrafında konuşuluyor.

“Çok iyi söylediniz.”

Ki bunu çok etkili buluyorum.

“Bu ikisi benim şimdiye kadar yazdığım en iyi şeyler. Böyle Yaşıyoruz Artık’ta, adı anılmayan ana kahramanın adı anılmayan hastalığı AIDS tabii, ama yazdığım sırada, yakın bir arkadaşımın AIDS’e yakalanması deneyimini yaşamamıştım daha, hastanın en yakın çevresini oluşturan iç grubun üyesi olmamıştım. Ölmekte olan, ya da belki ölecek olan insanın çevresindeki dünyayı anlatan bu kitaba giren kişisel deneyimlerim iki koldan geliyor: bir tanesi, ben kanserken yaşadıklarım, diğeriyse çok ciddi bir felç geçiren ve benim çok yakınım olan bir adamın yaşadıkları. 40’larındaydı, eski sevgilimdi ve çok yakın dostumdu, hala öyleydi aslında, tiyatro dünyasından. O sırada artık sevgili değildik ama kızkardeşi, sevgilisi ve iki arkadaşıyla birlikte ben de o iç grubun bir parçasıydım. Her gün hastanedeydim, onun hakkında konuşuyorduk. Aylarca sürdü bu, ölmesi bekleniyordu. Öyküyü bitirdiğimde, Upstate New York’ta bir üniversitede okudum, bittikten sonra bir kadın gelip, ‘Kocam kalp krizinden öldüğünde de aynen böyle oldu,’ dedi. Bu kitap hasta olmanın dramıyla ilgili ve ben de yaşadım bunu, kanserken iki buçuk yıl boyunca hastaneye yatıp çıktım. İnan ölüm hakkında nasıl düşünmez bilemiyorum.”

Öyküde kullanılan gramer ve kurulan sentaks da çok uygun.

“Evet, seslerle ilgili bir kitap bu, seslere bayılıyorum. Çevirmenim olduğunuza göre daha ayrıntılı konuşabilirim. Yazacağım kişinin sesini bilmeden yazmaya başlayamam – biçimini, hızını. Bu öykü şöyle de başlayabilirdi, tabii o zaman başka bir öykü olurdu: ‘Pencerenin kenarındaki yatağında yatıyordu. Solgun bir ışık vuruyordu yüzüne. Hemşire içeri girip, “Bugün nasılsınız bakalım?” dedi.’ Benim yazdığım öykü etkili oldu çünkü o sesi, o hızı yakaladım, böylece hereksin hissettiği duyguları, acıyı aktarabildim. Tepki yelpazesini verebildim: inançlı arkadaş, inançsız arkadaş. Ölümle yüzleşemeyen insanlar. Binbir çeşit tepkiyle karşılaşıyorsunuz. Ben hastanedeyken, en karanlık zamanımda, kesinlikle öleceğimi düşündüğüm sırada, arkadaşlarımdan bazıları tek kelimeyle harikaydı, bazılarıysa inanılmaz derecede sığ. Çok yakın bir arkadaşım geldi bir keresinde, ağlamaya başladı, ‘Buna dayanamıyorum, dayanamıyorum, beni çok bunaltıyor,’ dedi ve kayıplara karıştı! Her tür davranış biçimiyle karşılaşıyorsunuz, ilginç olan bu işte, bu yelpaze, çünkü insanlar tek bir kalıptan çıkma değil.”

Bu noktada, Sontag’ın ilk romanlarıyla ilgili sıkıntımı dile getirmek ihtiyacı duyuyorum; zaman içerisinde, iki boyutlu “fikir karakterleri” yaratmaktan vazgeçtiğini, tutkulara, duygulara daha fazla yer verir hale geldiğini düşündüğümü söylüyorum.

“Kesinlikle. Daha özgürüm. Değişmedim, aynı insanım, ama yazar olarak daha fazla özgürlüğüm var; daha iyi bir yazarım, ilk iki romanımı yazan yazar değilim artık. Her zaman sahip olduğum ama nasıl anlatacağımı bilemediğim duyguları anlatabilecek düzeye geldim. Basitleştirerek söyleyecek olursak, inhibisyonlarımı yendim. Ama bu birden değişip yirmi yıl öncekinden apayrı bir insan haline geldiğimi göstermez. Bu özgürlüğe kavuşmam uzun sürdü. Ben yazarlar arasında bir azınlığın içindeyim, zaman geçtikçe daha iyi yazıyorum.”

İlk dönem ürünleriyle yakın dönemdekiler arasında başka nasıl farklar göze çarpıyor?

“Bu söylediklerim psikolojik şeylerdi tabii, önemli olan ürünün nasıl olduğu. Ürüne, yani sonuca baktığımda, daha büyük olduğunu görüyorum. İçinde daha fazla şey var, daha büyük bir yumak gibi. İlk yapıtlarım çok daha bunalımlı ruh hallerini, önü kesilmiş, istediğini olamamış insanları, duygusal açıdan takılıp kalmış insanları konu ediniyordu. İlk iki romanımdaki karakterler kitabın başında neyse sonunda da o. Yanardağ Aşığı’ndaysa karakterler kitap boyunca değişiyor, kendi kişiliklerinin mantığını sergilemekle yetinmiyorlar. Edebiyatta süreci, değişimi, evrimi gösterebilmek onu daha büyük kılıyor, temalardan ayrı olarak. Sorularınız bana çok ilginç geliyor, zorlanıyorum yanıt verirken, hoşuma gitmiyor değil ama kafa yormam gerekiyor ne yaptığımı anlatabilmem için. Çünkü beni düşünmeye davet ettiğiniz şekilde düşünmüyorum normalde. Yazarken yaptığım pek çok şey somut – ayrıntıları ve zarif olan bir dili yaratmaya çalışmak, hareket etmesini sağlamak. Yeni romanım bir yemek davetiyle başlıyor örneğin – kaç garson var, kaç mum yanacak gibi şeyler düşünüyorum. Tanık oluyormuşum gibi hayal etmeye çalışıyorum.”

Yanardağ Aşığı’nın yapısıyla ilgili birşey sormak istiyorum – her bölüm yedi alt bölümden oluşuyor, yanardağın yedi resmi var; her bölümün başındaki resimler bir şekilde bölümün içeriğiyle uyumlu – mu, yoksa bana mı öyle geliyor?

“Haklısınız. Ben çok görsel bir insanımdır, bu imgelerle oynamak istedim. Ayrıca –bunu bilemezdiniz tabii- müziksel bir yapı oluşturdum. 20. yüzyıl bestecilerinden Paul Hindemith’in ‘The Four Temperaments’ adlı bir yapıtı vardır, belki bir yerde karşınıza çıkar, çok ilginç bir yapıttır – pekala, işte Yanardağ Aşığı’nın gizli yapısı: hikaye daha önce kafamda vardı tabii, ama nasıl kuracağımı bilemiyordum. Hindemith’i dinleyince aynı şemayı kullanmaya karar verdim, çok iyi uyuyordu çünkü – üçlü prologdan sonra ‘melancholic’ – melankoli ve bunalım; sonra ‘sanguinic’ – arzu ve kan; sonra ‘phlegmatic’ – stoisizm ve duyguların bastırılması; en sonunda da ‘choleric’ – öfke. Şimdi size en büyük sırrımı vereceğim: Yanardağ Aşığı’na gelene kadar yalnızca melankoliyi yazıyordum, bu kitapta dört hali de yazdım, o yüzden benim için büyük bir aşama oldu bu kitap. İlk iki romanım ve ilk öykülerim hep depresyon ve melankoli hakkında. Şimdiyse insan duygularının tümünü kapsayan klasik tipolojideki dört tabiat da var. Artık herşey hakkında yazabilirim!”

Romanda genel olarak iki eksen tanımlamaktan hoşlandığımı anlatıyorum: bir yanda kurma edimine ağırlık verme, öbür yanda tanıklık edimine; bir yanda kendi masalını oluşturma, öbür yandaysa olduğu gibi anlatma. Amerikan romanında ikincisini daha çok gördüğümü söylüyorum. Böyle bir açı Sontag’a anlamlı geliyor mu, diye sormadan edemiyorum.

“Ben yalnızca kendim hakkında yazmakla ilgilenmiyorum, var plan herşeyle ilgileniyorum, bazen bu ‘herşey’e bildiğim, yaşadığım şeylerin, kişiliğimin bazı yönlerini katıyorum. Ama yalnızca kendini anlatmak bence ucuz bir araç. Dolayısıyla Amerikan romanına ve yazarlarına saygı duymuyorum. Norman Mailer’a saygı duymuyorum. Kennedy olmak ve Monroe’yla sevişmek istiyor, CIA’de çalışmak istiyor, bu fantazilerini yazarak harcıyor yeteneğini. Duygusal sahicilik yok yazdıklarında. Sonra kendi küçük dünyalarını ve deneyimlerini anlatanlar var – boşanmalar, korkunç çocukluklar, uyuşturucu satma ve kullanma hikayeleri. Dünya hakkında yazmak isteyen çok az insan var aslında – John Updike örneğin, inanılmaz güzellikte cümleler kurar, ama kitaplarının konusuna bakın, eşlerin birbirini aldatması. Yani, harika değil. Kitaplar harika olmalı. Yeniden okumak istemelisiniz. İki kez okumaya değmeyen bir kitap, bir kez okumaya da değmez. Kitaplar semptom haline geliyor. Amerika’nın ne olduğunu öğrenmek istersem rock konserine, sinemaya giderim; Amerikan nihilizmini romanlardaki raporlardan, bültenlerden öğrenmeye ihtiyacım yok. Roman gerçek bir dünyayı; okuyanın kalbini, duygularını, bilincini eğitecek, daha iyi hale getirecek şekilde kurma gücüne sahip. Dostoyevski’den söz etmiştik – onu okumak beni daha büyük bir insan yaptı. Bir roman okuduğumda bana bunu düşündürmesini isterim. Bir Amerikan romanını okuduğumdaysa en iyi olasılıkla, Amerikan kültürünün ne kadar kaba ve aptalca olduğu anımsatılıyor bana. Bunu kapıdan baktığımda da görüyorum ben.

“Bence iyi romanın satmasının hiç sakıncası yok. Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, ciddi edebiyat ürünlerine duyulan ilginin, ciddi şiire duyulan ilgi kadar düşük olması beklenmeli. Kitaplarla ve okumakla ilgilenen insanlar var olmayı sürdürecek, önemli olan bu. Roman 19. yüzyıl Avrupasındaki merkezi konumuna bir daha ulaşamaz. Sakıncası yok – tohum orada; daha büyük ve daha iyi birşeyin varlığını anımsatıyor bize. Dil varoldukça edebiyat varolacaktır. Gutenberg devrinin sonu filan gelmedi.”

 (Fol, 1995)

18.11.13

kurt ölme


(fotoğraf: vo anh kiet. vietnam'ın moc chau – ha giang vilayetinde, h’mong azınlığından çocuklar; ocak 2012)

kürtçede bir deyim varmış - "gor o memir bihar tê pîrê memir purru pincar dibe", kurt ölme bahar gelecek, nene ölme otlar şifalı olacak.

allah kimseyi umudundan dolayı utandırmasın.

öte yandan, apartheid'i dansöze bağlayabildiğimize göre, kürt sorununu düğün derneğe bağlamamızda garipsenecek birşey olmasa gerektir! bu mantıkla, 2015'te ermenistan'la ortak bir baklava-börek zincirinin açılacağını öngörebiliriz belki:





15.11.13

örümcekler yarışıyor - bir yarışma önerisi




Konsept: İnternet kullanımının yaygınlaşması ve arama motorlarının kalitesinin artması, internet üzerinden bilgiye ulaşma konusunda özellikle gençler arasında yeni bir "uzmanlık" alanı doğurdu: interneti daha iyi, daha hızlı kullanmakla, "Google uzmanı" olmakla övünenler var artık. Bunu bir yarışma formatına dökmek hem ilgi çekici olur, hem de bu yarışmaya sponsor olacak şirketler açısından çok doğru bir tanıtım aracı oluşturur.

"Örümcekler Yarışıyor", henüz benzeri olmayan bir yarışma formatı önerdiği için, yayınlanacağı kanala uluslararası bir prestij ve kazanç potansiyeli de sunmaktadır.

 Süreç:
1) Yarışma duyurusu yapılır, başvurularda başlangıç düzeyinde İngilizce bilgisi aranır.

2) Ön eleme: Adaylar, olanakların elverdiği ölçüde kalabalık gruplar halinde sınava alınır. Sınav 60 sorudan oluşur, asıl yarışmanın kapsayacağı alanları kapsar, 60 dakikayla sınırlıdır. Sorular, değişik zorluk derecelerindedir ve hiçbir adayın tüm soruları doğru yanıtlaması beklenmemektedir. Amaç, adaylar arasındaki bilgi-beceri farkının olabildiğince net olarak ortaya çıkmasıdır. En çok soruyu doğru yanıtlayan ilk 16 kişi, ön elemeyi geçmiş kabul edilir.

3) Turlar: Her yarışma, kura sonucu eşleşmiş iki yarışmacıdan oluşur ve haftada bir yapılır. İlk turda 8, çeyrek finalde 4, yarıfinalde 2 ve finalde 1 olmak üzere toplam 15 karşılaşma yapılır.

Format: Yarışmacılar bilim, tarih, sanat, edebiyat, aktüalite ve hayat bilgisi alanlarında yarışırlar. Her alanda 4 soru, her soru için de 2 dakika zaman verilir. Her yarışmacıya bir bilgisayar verilir; istenen arama motorunun kullanılması serbesttir. Sunucu, soruyu okur; sorular yarışmacıların ve izleyicilerin görebileceği büyük bir ekrana da yansıtılır. Çekimler hem yarışmacıları, hem de bilgisayar ekranlarını gösterir. Yorumcu, bilardo karşılaşmalarında olduğu gibi alçak bir sesle, yarışmacıların arama etkinliklerini yorumlar, neler düşündükleri, bilgiye hangi yoldan ulaşmaya çalıştıkları, taktikleri vs. hakkında yorumlarda bulunur. Turlar ilerledikçe sorular zorlaşır. Hazırlanan sorular, kullanım öncesinde program danışmanlarına kontrol ettirilir.

yaratıcılık dersleri




Yaratıcılık kitapları, yaratıcılık seminerleri, TED Talks, gurular, yaratıcılığın iş dünyası halleri, "kutunun dışında düşünme"ler vs. her tarafı sarmış durumda. Bir zamanlar yazdığım bir öykü geldi aklıma - bütün bunlara verilecek sağlıklı tepki, öykünün sonunda dile gelmiş sanki.

***


İlk gördüğümde ben de benzer bir tepki göstermiştim, “Hadi, bu da ne şimdi?” diyerek. Sahil yoluna bağlanan bir sokağın başındaki bir dükkanın camında bu ilan vardı.

Yaratıcılık Dersleri Verilir. 
Müracaat: 368 20 00 
Veya İçeriye. 

 O gün nedensiz yere sıkkın hissediyordum kendimi. Hayır, aslında bir nedeni vardı tabii – kız arkadaşım Yağmur, odun ve angut melezi bir yaratık olduğumu kuvvetle ima etmişti ondan önceki gün. İyi bir ilişkimiz olduğuna inanıyordum ama içimden onu bir daha aramak ya da yeniden birlikte olmak gelmiyordu artık. Belki de Yağmur haklıydı, ben odundum ve böyle bir ders almaya gerçekten gereksinmem vardı. Sanırım normal koşullar altında gülerek “Aferin, iş bilenin yoğurt yiyenin,” diye geçeceğim bu ilanın önünde çakılıp kalmamın nedeni de buydu.

Ne var ki çakılıp kalmak başka şey, içeri girip başvurmak apayrı birşeydi. Özellikle benim için. Bir tür dükkanofobia diyebiliriz sanırım: herhangi bir dükkana girmeden önce –isterse ciğerci olsun, hiç farketmez– mutlaka ve en azından bir on dakika kapısının önünde dolaşır, vitrine bakıyormuş gibi yapar ve tezgahtarla aramda nasıl bir konuşma geçebileceğini tasarlamaya çalışırım. Ancak bu sefer vitrin namına hiçbir şey yoktu, içerisi de bomboş gözüküyordu ve yanımdan geçen insanların, düz bir cama yiyecekmiş gibi dikkatle bakan beni yadırgamaları doğaldı.

Sonunda cesaretimi ve artık ne varsa toplayıp içeri girdim. Gerçekten de boş sayılırdı – sağ tarafta yerde duran birkaç kalas ve ortadaki masa dışında. Masanın üstünde bir telefon, birkaç kağıt ve bir-iki kalemden başka birşey yoktu. Daha çok, kullanılmayan bir depoyu andırıyordu burası. İçerisi yarı karanlıktı, o yüzden gerilerden gelen yaşlıca adamı ilk başta fark etmemiştim. Karışık beyaz saçlarıyla alay eden büyük, siyah çerçeveli gözlüğünü düzelterek yaklaştı.

“İyi günler,” dedim, “camdaki ilanı-”

“Elbette. Başka ne için olabilirdi ki zaten?” diyerek gülümsedi. “Yaratıcılığınızı arttırmak istiyorsunuz.”

“Bakın bundan pek emin değilim. Yalnızca ‘nedir, ne değildir?’ merakıyla girdim içeri. Yaratıcılık derslerini siz mi veriyorsunuz?”

“Ben mi? Evet, öyle de diyebilirsiniz. Eğer denemek isterseniz adınızı alacağım ve size yeniden gelmeniz için bir gün, bir armağan ve bazı bilgiler vereceğim. Böylece ders başlamış olacak. Her ders en fazla yarım saat sürer, gerisi size kalıyor. Gelişmenize bağlı olarak bir-iki ay geleceksiniz.”

“Ya parası? Hem sizin bu dersi verebilecek yeterlilikte olduğunuzu ne bileyim? Ya şarlatanın biriyseniz?”

İncinmiş gözlerle yanıtladı bakışımı. “Size söyleyebileceğim tek şey, böyle bir ders vermeye kalkışacak kadar yaratıcı olduğumdur. Paraya gelince: kurs sonunda öğrendiklerinizden hoşnut kalmamışsanız, tek kuruş ödemek zorunda değilsiniz. Güven ilkesiyle hareket ediyoruz. Yazılı bir kontratınız olmayacak hiçbir zaman.”

Camın kenarına gitti ve bir süre dışarısını seyretti. Seyredilecek birşey yoktu oysa – yayalar, arabalar, çöp bidonları, lokantalar – her gün aynı şeylere saatlerce bakıyor olmalıydı.

“Denemek istiyor musunuz?”

“Fena fikir değil gibi. Ama hafta içinde gelemem, yalnız cumartesileri boşum,” dedim.

“Çok güzel. Öyleyse sizi kaydedeyim. Yalnız depozito olarak on bin lira almam gerekiyor, makbuz karşılığında tabii. İstediğiniz zaman makbuzu getirip paranızı geri alabilirsiniz.”

Biraz duraksadım; enflasyon ve faiz hesapları geçti kafamdan, ama topu topu bir-iki ay sürecekti zaten. O kadar da önemli olmadığına karar verip parayı uzattım. Adam masaya gitti, çekmeceden büyük, muhasebe defterine benzer bir defter çıkardı ve adımı dikkatle yazdı. Sonra biraz beklememi rica ederek arka tarafta gözden kayboldu. Saat beşe geliyordu, daha eve gidecek, oradan da konsere yetişecektim, fazla zamanım kalmamıştı. Sabırsızlanıyordum. Nereye yok olmuştu bu adam?

Arkaya gittim, ama orası da ön taraf gibi boştu, uzak köşede, yerde bir kapak gözüküyordu yalnızca. Sonra sol tarafta yukarıya çıkan merdivenleri fark ettim, dediğim gibi içerisi oldukça karanlıktı. Saatime bir göz atıp hızlı hızlı çıktım merdivenleri.

Karşıma çıkan şey şaşkınlık vericiydi; aşağısıyla apayrı görünümde bir yere gelmiştim. Her şeyden önce burası aydınlıktı ve duvar kağıdı yerine kitap kullanılmıştı. Üç koca duvar silme kitap. Yazarlarına göre alfabetik sırayla dizilmişler – Aackburn’den Zustatsky’ye kadar. Nefis bir görünümdü. Böyle, kendimden geçmiş bir biçimde kitaplara bakarken, gözüme bir yazı ilişti – adam hala görünürlerde yoktu:

LÜTFEN OKUYUN!

Son derece gelişmiş bir teknolojinin en ileri ürünü olan sonik bilgisayarımız, yaratıcılık dersleri ile ilgili her türlü sorunuzu sesli olarak yanıtlayacak şekilde programlanmıştır.
Sorularınızı lütfen tane tane sorunuz.
Teşekkürler.


Ve hemen altında da sözü geçen bilgisayar. Boğazımı temizleyip, kafamı kurcalayan ilk soruyu sordum:

“Bu derslerin sonunda bende ne gibi değişikliklerin ortaya çıkmasını amaçlıyorsunuz?”

Kısa bir süre sonra, metalik ama babacan bir ses yükseldi: “Yaşamınızın bütününü bir sanat eseri olarak ele almaya başlayacaksınız. Günlük uğraşılarınızda yaratıcı olmayı öğrenecek, estetik kaygısı güdeceksiniz. Gerçek bir sanatçı olarak, yaşantınızı biçimlendirirken tümüyle özgür ve özgün olmayı, en ufak ayrıntıda bile şeytanın ve yaratıcılığınızın çekiciliğine kulak vermeyi öğreneceksiniz.”

“Oldukça iddialı. Nasıl başaracaksınız bunu?”

“Size çeşitli ödevler verilecek – yaşama karşı genel tutumunuzu sarsacak ve yeniden gözden geçirmenize yarayacak küçük ya da büyük projeler. Yalnızca ana fikir verilecek size; projenin kendisini oluşturmak ve uygulamak tümüyle size düşüyor. Projenizin yaratıcılığına ve uygulamadaki başarınıza göre değerlendirileceksiniz.”

Başta babacanlık taslayan metalik ses, sonlara doğru oldukça ukala bir havaya bürünmüştü – en azından bana öyle gelmişti. Beni yanıtlayabilmesi için soracağım sorunun önceden programına verilmiş olması gerekirdi. Nereden biliyordu ne soracağımı?

“Diploma ya da belge gibi birşey alacak mıyım sonunda?”

“Elbette hayır. Kursu bitirdikten sonraki yaşantınız, yaratıcılığınızın en büyük belgesi olacak. Bunu anlamış olmanız gerekirdi.”

Azarlıyordu beni. Bu aşağılık bilgisayar beni azarlıyordu.

“Pekala Sayın Çokbilmiş, bana bir armağandan söz edilmişti. Onu alıp hemen gitmek istiyorum çünkü konsere geç kalacağım. Söyle bakalım nerede bu armağan?”

“Gevezelik etmeyip arkanıza bakarsanız göreceksiniz.”

Sakin olmam gerektiğini yineleyerek arkama döndüm – çocukla çocuk olunmazdı. Gerçekten de ufak bir sehpanın üstünde bir kutu duruyordu. Yaklaşıp açtım – bir düdük çıktı içinden. Bildiğimiz, polislerin ve hakemlerin kullandığı, bazen tırnak makasıyla birlikte anahtarlığa takılan ve pantalonun belinden sarkıtılan sıradan bir düdük. Bilgisayarın kulak tırmalayıcı sesi yeniden duyuldu.

“Bunu, kapasiteniz elverdiğince yaratıcı bir biçimde kullanacaksınız ve buraya yeniden geldiğinizde projenizi ve uygulamanın nasıl gittiğini bildireceksiniz.”

Kapasite ha. Bana ha. Çok kızmıştım, ama dış mihrakların kışkırtmalarına gelmemem gerektiğini de biliyordum. Öyle bir soru sormalıydım ki bu bilgisayara, kısa devre yapıp parmak bile sayamaz hale gelsindi. Beklemediği, hazır olmadığı, yanıtlamaya programlanmadığı bir soru. O anda aklıma o dehşet fıkra geldi; hani müthiş bir bilgisayar yapılır, sonra çeşitli ülkelerden bilim adamları toplanıp çok karmaşık sorular sorarlar, bilgisayar hepsini yanıtlar; ardından bizim Türk gelir, “Ne var, ne yok?” der ve bilgisayarın devreleri erir. Pis bir sırıtmayla (utançla itiraf ediyorum) bilgisayarın yanına gittim.

“Ee, daha daha ne var ne yok bakalım?”

Sessizlik. Yaa, adamı böyle yaparlar işte sen düşün ben şimdi geliyorum sayman bozuntusu bit yuvası silikon yığını –

“Yemezler.”

Ardından kısık bir kıkırdama sesi duymuş muydum?

* * *

Konsere ucu ucuna yetiştim. Bu işi ne kadar ciddiye almam gerektiğine karar veremiyordum. Bir düdüğü yaratıcı bir şekilde nasıl kullanabilir insan? Kafam düdükteydi, konsere yoğunlaşamıyordum. Oysa orkestra, Çaykovski’nin İtalyan Kapriçyosu’nu olabilecek en kötü yorumla sunabilmek için hiçbir özveriden kaçınmıyordu. Eserin katledilmesi sona erince, salondaki tüm sanatseverlerle birlikte ben de “Bravo!” diye bağırıp ayakta alkışladım orkestrayı – üyeleri epey terlemişti; alın terine, emeğe saygı göstermek gerekir, değil mi. Zor iş tabii. Sen çık, onca insanın önünde, linç edilme tehlikesini göze alarak, kelle koltukta... Her neyse, ikinci bölümde Mozart çalmaya başladılar. Düdüğü elimde evirip çevirirken birden durdum; aklıma geleni yapabilir miydim? Yoksa korkak bir koyun olmayı kabullenecek miydim?

Soruyu böyle sorduktan sonra fazla şansım kalmamıştı; oturduğum yerden kalktım, emin adımlarla sahneye çıktım ve üflemeliler arasında yerimi alarak Mozart’ın Sol Majör Serenadına yeni bir boyut kazandırmaya koyuldum düdüğümle. Seyirciler ben daha sahneye çıkarken şaşkınlık homurtuları çıkarmaya başlamışlardı. Şef beni görünce derhal bir titreme nöbetine tutuldu, sağa sola baktı, ama kimseden yardım gelmiyordu. Zaten orkestra, adama “Nereden düştüm buraya?” dedirtmiş olmalıydı, bir de ben çıkınca şef pes etti ve kolları iki yanına düştü. İlkin ne olduğunu fark etmeyen orkestra, şefin artık kollarını sallamadığını görünce birşeylerin ters gittiğini anladı ve önce kemanlar, sonra da diğerleri çalmayı bıraktı. Bense herkes susana kadar sanatımı icra etmeyi sürdürdüm. Sonra susup olacakları beklemeye başladım.

Seyirciler galeyana gelmişti, her kafadan bir ses yükseliyordu, her an katran ve tüyle üzerime yürüyebilirlerdi. Geniş bir gülümsemeyle sanatsever halkıma el salladım. İyice kızdılar. Bu arada bas çalan iki adam, bar sandalyelerinden inip yanıma geldi ve beni sürüklemeye başladı.

“Bir saniye beyler, ben MİT görevlisi olarak burada bulunuyorum. Seyircilerin arasında uluslararası bir örgütün başı var, onu yakalamak için düzenlendi bütün bunlar. Sakin olun ve beni hemen bırakın. Size kimliğimi göstereyim,” dedim basçılara. Bir anlık şaşkınlıklarından yararlanarak sahnenin önüne koştum, seyircilere “Ne anlarsınız siz yaratıcılıktan?” deyip sahne arkasına kaçtım. “Yangın Çıkışı” işareti çarptı gözüme; peşimden gelenlerin için için yandıkları kesindi, yani bu çıkışın kullanılması yerindeydi. Gözümü tuta tuta biraz koştuktan sonra bir taksiye “atlayıp” oradan uzaklaştım. Yakalayamamışlardı beni.

Geldi Cumartesi. “Projemi ve uygulamasının nasıl gittiğini” bildirmek üzere kendimle gurur duyarak o dükkana gittim akşamüstü. Beyazsaç oradaydı, masasında oturuyordu.

“Merhaba, ben geldim,” dedim.

“Buyrun, sizi bekliyordum ben de. Neler yaptınız bir hafta boyunca?”

“Gazetelerde okumuş olmalısınız. ‘Konserdeşen Jack’ olarak tanınıyorum artık.”

“Evet, anımsadım. Tamam. O sizdiniz demek. Başlangıç için oldukça iyi.”

Çevresine bakındı. “Bir dakika izin verir misiniz bana, şimdi gelirim.”

“Tabii, buyrun.” Bu da buraya özgü bir alışkıydı anladığım kadarıyla. On beş dakika sonunda Beyazsaç hala ortada yoktu. Yine kaybolmuştu. Gidebileceği fazla bir yer yoktu ve yukarıya çıkmadığı da ortadaydı. Onu gördüğümde bunun ne anlama geldiğini sormaya karar verdim. Sonra vazgeçtim. Bu soruyu sormamı bekliyor olmalıydı, oysa benim bu tuzağa düşmemem, hep benden beklenilen şeyleri gözü kapalı yerine getirmemem gerekiyordu. Canı oyun istiyorsa ben varım, dedim kendi kendime. Arka tarafa gidip üst kata çıktım.

Bıraktığım gibiydi bu Kitap Tapınağı. Buranın kutsallığını lekeleyen Kafir Bilgisayarus da yerindeydi.

“Merhaba Ben Bilirim Bey. Günümü renklendirmek için ne yapacaksın bakalım?”

“Adınız lütfen.”

“Abuzittin Kelkavus.”

“Böylesine komik olmayı başarabilecek yalnız bir kişi kayıtlı belleğimde,” dedi mikroçip deposu. “Buz dağları üzerinde inceleme yapan bir arkadaşım var, ona sizden söz edeceğim. Üne kavuşacaksınız.”

Aklınca espri yapıyordu. “Sağol, hiç gerek yok, ben ünlü oldum bile.”

“Anlatmak ister miydiniz?”

Konseri anlatmaya başladım. Tam aklıma gelen korkunç fikirden söz edecektim ki sözümü kesti-

“Herhalde sahneye fırlayıp orkestrayla birlikte düdük çalmayı düşündünüz,” dedi.

“Aslında, yani evet, öyle düşünmüştüm. Nasıl bildin?”

“Konser salonunda elinde düdükle oturan, yaratıcı olması istenen ve bir parça cesareti olan herkesin aklına ilk gelecek şeyi yapmışsınız.”

“İlk akla gelecek şey mi?”

“Elbette.”

“İlk ha, hay allah.”

“Üzülmeyin. Düzenli olarak çalışırsanız kendinizi geliştirebilirsiniz, buna inanıyorum.”

Bir süre kitaplara baktım konuşmadan. “Bu hafta ne yapacağım konusunda bilgi verilmedi,” dedim sonunda.

“Bu hafta, evinizde bir hırsızla karşılaşırsanız ne yapacağınızı düşüneceksiniz. Adamın kafasına vazo indirmekten başka birşey bulmaya çalışın.”

* * *

Kolay gibi gözüküyordu bu seferki ödev, ama bütün zorluğu da oradaydı: kolay olmayan birşeyler bulmam gerekiyordu. Ne yapılabilirdi bir hırsıza karşı? Ya karşıma, yaratıcılığın ne olduğunu bilmeyen, az gelişmiş bir boğa çıkarsa? Gel derdini anlat bakalım.

Ne ki, bu konuyu düşünecek zaman bulamadım, araya başka sorunlar girip durdu. Yağmur’la kriz döneminde olduğumuz kesinleşmiş, konferanslar ve ikili görüşmeler de bir yarar sağlamamıştı. Perşembe akşamı salonda oturmuş bununla uğraşıyordum kafamda. Vivaldi’nin “Dört Mevsim”i de moralimi pek düzeltmiyordu. Kapattım. Karanlıkta ve sessizlikte, sevdiğim kızı düşünüyordum. Gerçekten seviyor muydum onu, yoksa o beni sevdiği ve iyi bir insan olduğu için seviyormuş gibi mi yapıyordum yalnızca? İlişkimiz düzelecek miydi, yoksa “son durak, herkes insin” mi yapacaktık?

O sırada kapının zorlandığını duydum. Yanılmış olabileceğimi düşündüm ama hayır – birisi gizlice kapıyı açmaya çalışıyordu. Aman tanrım, hırsız – yerde gökte aramazken kapımın önünde mi bulacaktım bu adamı? Polise telefon etmeli. Ama telefonunu bilmiyordum ki. Ha girdi ha girecek. Ve kafamın içinde yine bir ampul yandı: el fenerim olacaktı bir yerlerde, masanın çekmecesine koymuştum galiba, yok, mutfak dolabında duruyor, tamam, feneri alalım şimdi ne lazım, çuval, yok deve, karikatür mü çeviriyoruz burada bir de maske taksaydın bari neyse bir çanta bulayım bari adam girdi içeri oğlum göreyim sen heyecanlanma kanını beş derecede tut eğer bu işi kazasız belasız atlatırsak sana yemek ısmarlayacağım hadi aslanım yak bakalım feneri tamam herif salona daldı yavaş yavaş gidelim bakalım işte orada. Oha. İnsan taklidi yapan bir öküz bu. Dikkat dikkat. Sürat felakettir. Çiçekleri de sulamadım, babam o kadar da tembihlemişti. Hırsız beni fark etti. Fenerler birbirimizin yüzlerini yalıyordu. Demek ki ikimizin de eli titriyordu. İyi.

“Sen kimsin?” dedim hırsıza.

“Cevat,” dedi, “sen kimsin?”

“Ne işin var burada?”

“Evi boş sandım da, işe yarar birşeyler varsa diye, yani-”

“İyi be. Ayağım uğurlu geldi. İşe çıkalım dedik, millet de peşimizden. Bakalım daha kaç kişi damlayacak.”

Cevat, iri cüssesine rağmen iyi huylu ve uysal bir hırsıza benziyordu. Ama belli olmazdı, dikkatli olmalıydım.

“Bak arkadaşım,” dedim, “burayı önce ben buldum, onun için senin gitmen lazım, bu işin raconu böyle. Ama seni sevdim, iyi çocuğa benziyorsun, onun için evi beraber dolaşalım, beğendiğin bir-iki şeyi alırsın. Bu iyiliği herkese yapmam, ona göre.”

Analar neler doğuruyor.

“Abi sağol,” dedi hırsız, “ben de yeniyim bu işte. Bu yola düşmezdim ama geçim derdi, bilirsin.”

“İyi, iyi – ben salona baktım, birşey yok, gel arkaya bakalım.”

Odaları dolaştık. Cevat benim kasetçaları beğendiyse de para etmeyeceğini, çok eski olduğunu söyleyerek vaz geçirttim. “Ulan ne biçim yer burası, elimiz boş mu çıkacağız, nedir?” diye durmadan söyleniyordum. Sonunda bütün evi dolaştık; minik Cevat’ın almak istediği herşeye “yaramaz” demiştim ama çocuğu eli boş göndermek olmazdı, tepesi atabilirdi, o zaman da babalarla sıkı ilişkilere girmek durumunda kalırdım.

“Millette para kalmadı ki, herkes sürünüyor, şu hale bak,” dedi hırsız Cevat.

“Haklısın,” dedim. Televizyonun üstündeki küçük kedi biblosunu anımsadım birden. Yerinden aldım, evirip çevirip ona verdim.

“Al bakalım şunu, antikaya benziyor, belki biraz para eder sen daha yenisin siftah yapman lazım biz bir yolunu buluruz yine merak etme. Girdiğin evden birşey almadan çıkmak uğursuzluktur, ben de timsah biçimindeki şu küllüğü alayım, para etmez ya, koyarım bir köşeye durur. Hadi çıkalım şu fukarahaneden.”

Sokağa indik.

“Abi sağol,” dedi hırsız, “harbiden delikanlı adammışsın.”

“Ayıp ettin, görevimiz. Sen de gelecek için umut veriyorsun, yükselirsin bu meslekte.”

“İyi akşamlar abi.”

“Sana da. Yengeye selam söyle.”

* * *

“Buyrun, buyrun, gene dakiksiniz,” dedi Beyazsaç. Yine masasındaydı. “Ödev nasıl gitti?”

“İnanılmaz bir şekilde. Evime hırsız girdi.”

“Olamaz! Siz ne yaptınız peki?”

Anlattım. Beyazsaç’ın hoşuna gitti.

“Hızla ilerliyorsunuz, kutlarım. Şimdi eğer izin verirseniz-”

“Arka tarafa gideceksiniz ve beş dakika sonra da ben geleceğim peşinizden. Siz ortalarda gözükmeyeceksiniz, ben de bilgisayarla muhatap olacağım.”

Gülümseyerek kalktı ve gitti. Fazla beklemeden ben de kalkıp yukarı çıktım. Mavi köşede bilgisayar, rakibini bekliyordu.

“Ne haber abaküs kardeş?” diyerek yanağına –yanağı olması gereken yere– bir şaplak indirdim.

“El şakalarınızı kendinize saklayın lütfen,” dedi. Sesi buz gibiydi. “Raporunuz?”

Ballandıra ballandıra anlattım olanları.

“Fena değil,” dedi. “Bu arada Cevat olduğunu sandığınız iri yapılı şahsın adı Umur’dur, öğrencilerimizdendir. Kendisinden, hırsız kılığında bir eve girmesi istenmişti. Adres de sizinkiydi tabii. Onun da oldukça başarılı olduğu görülüyor.”

Bu bilgisayarda ne olduğunu bilmiyordum ama her gördüğümde, ekranını param parça etmek geliyordu içimden.

“Ne hakla evime hırsız salarsınız? Kim olduğunuzu sanıyorsunuz siz?”

“Telaşlanmayın, evinizden hiçbir şey çalınmayacaktı zaten. Yalnızca sembolik, ufak bir eşya alınacak, sonra size geri verilecekti. Bu olayı bu kadar büyütmenize gerek yok. Sakin olun. Gelişmeniz umut verici. Bu haftaki proje konunuzu öğrenmek ister misiniz?”

“Neymiş?”

“İsteğinize bağlı herhangi birşey yapabilirsiniz, yalnız bir devlet görevlisini içermesi gerekiyor. Ayrıca projeyi ufak bir kalabalık önünde yürütmeniz, sizin için artı puan olacak. Sorunuz var mı?”

“Hayır, haftaya görüşürüz.”

* * *

 “İzlanda Kültür Heyeti, bir haftadır süren temaslarını tamamladı. Bugün son olarak, İstanbul’da bulunan Başbakan tarafından kabul edilen heyet, kendisiyle iki saate yakın süren bir görüşme yaptı. Görüşme sonrasında düzenlenen basın toplantısında Başbakan, İzlanda ile yakın bir dostluk kurmak istediklerini, bunu yalnız devletler düzeyinde değil, iki ülkenin halkı arasında da tesis etmeyi amaçladıklarını belirterek, yapılan temasların son derece olumlu geçtiğini belirtti ve yakın bir tarihte bir Türk heyetinin de İzlanda’ya gideceğine ve karşılıklı anlayış ve hoşgörünün böylece pekiştirileceğine işaret etti. Bunun bir başlangıç olması dileğini dile getiren Başbakan, ‘İzlanda ile kültürel ve ticari bağlarımızın gelişmesi, her iki ülkenin de menfaati icabıdır’, dedi. Basın mensuplarının sorularını cevaplandıran İzlanda Kültür Heyeti Sözcüsü, Türkiye’den çok olumlu izlenimlerle ayrıldıklarını, bunu İzlanda halkına duyuracaklarını söyledi. Bu sırada söz alan İzlandalı gazeteci Aebus Satinne, İzlanda Başbakanının iyi dileklerini getirdiğini söyledi. İki ülke arasındaki ilişkilerin, İstanbul trafiği kadar yoğun olmasını dilediğini belirten Satinne; Başbakana, İzlanda Başbakanına kendisi aracılığıyla iletmek istediği kişisel bir mesajı olup olmadığını sordu. Bunun üzerine Başbakan, kurulan dostluğun bir simgesi olarak, kalemini, İzlanda Başbakanına iletmesi için Aebus Satinne’e verdi. İzlanda Kültür Heyeti, bu akşam Türkiye’den ayrılacak.”

 Sarışın olmanın ve dil bilmenin yararları.

* * *

Yağmur beni hiç anlayamamıştı. Altın kaplama kalemle birlikte Beyazsaç’ın dükkanına girdiğimde, içeride kimse yoktu. Doğru yukarı çıktım. Bu zaferime, o yassı suratlı bilgisayar bile gölge düşüremezdi. “Başbakan da aslında başbakan değil, öğrencilerimizden birisi,” diyecek hali yoktu ya.

“Yaa? Oldukça iyi. Sanırım sizi kutlamam gerekiyor,” dedi bilgisayar, olanları anlatınca. “Ama daha yolun başındasınız, öğreneceğiniz çok şey var.”

İşte o anda ne zamandır beni rahatsız eden, ama bir türlü çıkaramadığım şeyin ne olduğunu anladım. Parçaları birleştirmeyi başarmıştım. Poirot gibi hissediyordum kendimi – katil, uşak değil, şatonun efendisiydi. Her seferinde Beyazsaç’ın ortadan kaybolması, bu bilgisayarın bir insan gibi konuşması benimle – konuşması değil, düpedüz laf yetiştirmesi, her söylediğime bir karşılık bulabilmesi – ne kadar gelişmiş olursa olsun, bu düzeyde bir makine var mıydı? Türkiye’yi geçtim, dünyada?

“Çık dışarı Beyazsaç. İyi bir oyundu, ama buraya kadar.”

Daha önce nasıl uyanmamıştım? Hayret birşey.

Öne açılan kitap raflarının arkasından Beyazsaç ortaya çıktı. Gülümsüyordu.

“Kutlarım. Sonunda kendinize ve yaratıcılığınıza yeterince güvenecek düzeye geldiniz. Bilgisayara yenilmiş olmayı kabul etmediğiniz anda, bu işte bir bit yeniği olduğunu anladığınız anda kursu bitirmeye hak kazandınız. Yeniden kutluyorum sizi. Çok hızlı ilerlediniz. Üst düzeyde bir yaratıcılığa sahipsiniz. ‘O ses’e kulak vermeyi biliyorsunuz. Size söyleyebileceklerim bu kadar.”

Biraz durdu. “Ücret konusu, en başında konuştuğumuz gibi; değeri ve fiyatı siz saptayacaksınız. Ne diyorsunuz?”

“Son model sonik bilgisayar”a, altın kaleme, sonra da Beyazsaç’a baktım.

“Götümü ye.”

“Güzel,” dedi gülerek, “yemeğe çıkalım öyleyse.”

(1989)

14.11.13

valsle büyüyen kuşaklar



ilginçtir, bundan seksen yıl önce de "kızlı erkekli" etkinlikler yasaklanıyordu. 1931'de robert kolej başkanı gates, okul öğretmenlerine, öğrencilerin balolarda dans etmesinin birkaç yıl önce devlet tarafından yasaklandığını hatırlattıktan sonra, öğrencilerin küçük gruplar halinde öğretmenlerin evlerinde dans etmesinin daha da büyük sorun yarattığını belirtiyor, bu konuda yasaklara uyulmasını önemle rica ediyordu. robert o sırada erkek okuluydu ama arnavutköy'deki kız koleji'yle birlikte yönetiliyordu, iki okul arasında ortak etkinlikler düzenleniyordu vs.

1930'lardaki koşullarla 2010'lardaki koşulların bunca farklı olmasına rağmen benzer şeylerin konuşuluyor olması, bizim tarihimizin ilginç yanlarından. ben açıkçası 80 yıl öncesinden bu yana ilerlemediğimizi düşünmüyorum, ama 80 yıl öncesinin bir "altın çağ" olduğunu da düşünmüyorum. belki ilginç bir soru şu olabilir: "toplum mühendisliği açısından evrim ve devrim metotlarını karşılaştırınız."

12.11.13

kitap "test"isi: ne kadar "roman"tiksiniz?



 1. Çıngırak sesi eşliğinde açılan kapıdan, ürkek bakışlı, yağmurdan sırılsıklam olmuş birisi giriyor kitapçıya. Beyaz saçlı, gözlüklü, titrek, ihtiyar kitapçı ona doğru geliyor, soran bakışlarla süzüyor: bir okur bu ve sizi arıyor. Siz hangi kitapsınız? 
a) “Escher’in yağlıboya tablolarının röprodüksiyonlarını içeren bir kitap arıyorum, size yolladılar.”
b) “Moğolların Gizli Tarihi”nin 1848 tarihli manüskrisinin tıpkıbasımını arıyordum da.”
c) “‘Musluk Tamir Kılavuzu’ bulunur mu?”
d) Sonu intiharla biten, Honolulu’da bir bungalovda geçen neşeli bir aşk romanı var mı sizde?”

 2. Sizi nerede okumak en doğrusu olurdu? 
 a) Otobüste. Nasıl olduysa yer bulunmuş olsun ve alışverişten dönmekte olan 63 yaşındaki teyzenin canhıraş bakışlarından kılpayı kaçarak, sıcağa ve sarsıntılara da aldırmayarak, bu yolculuk kitap sayesinde olabildiğince zevkli kılınsın.
 b) Masa başında. Işık soldan ve önden gelecek. Kitapla gözler arasında 30 cm. mesafe kalacak şekilde ayarlanmış, tercihan tahta bir iskemleye oturarak. Sessizlik içinde. 
c) Tuvalette. Rahat rahat ve rahatlayarak.
 d) Yatakta. Dışarıda kar yağsın, yorganın altında büzüşülsün; komodinden gelecek yumuşak ışık, harflerin gölge bırakmasını mümkün kılsın.

 3. Bir Beyaz Dizi kitabısınız, şöyle 160 sayfa, ful-aksesuar: boşandığı kocasından kendisine kalan malikâneyi yeniden dekore etmek için Honolulu’ya uçan Laetitia, Yves Saint-Laurent marka eşarbını unuttuğundan uçağa koşarak geri döner ve yakışıklı ve olgun pilot Olgar’la, tam anlamıyla burun buruna gelir. Olgar nazik ve büyüleyici bir gülümsemeyle eşarbı bir kez kokladıktan sonra Laetitia’ya uzatır – adamın güzelim parmaklarına dokunan genç kadının tüm bedenini kateden elektrik akımı, güzel şeylerin yaşanacağının habercisidir. Peki, Laetitia’yla Olgar kaçıncı sayfada ve nasıl sevişir? 
 a) 14. sayfada - Olgar’ın Honolulu’daki küçük dairesine kahve içmeye giden Laetitia, çıkarken yine unuttuğu eşarbı almak için geri dönünce, Freud’un “Günlük Yaşamın Psikopatolojisi”ni yeni okumuş olan ve kadının kendisine bir mesaj vermeye çalıştığını anlayan Olgar, “Yer mi ulan Anadolu çocuğu” diyerek Laetitia’yı içeri çeker ve bir sonraki uçuşuna geç kalmayacak şekilde muradına erer. 
b) 21, 38, 67, 90, 125, 131 ve 143-150 arası. 150. sayfanın sonunda taraflar Beyaz Diziye yanlışlıkla geldiklerini anlar ve Limbo Yayınlarına doğru ilerler.
 c) Tabii ki 147. sayfada – bütün Beyaz Dizilerde böyle olur ve herhalde bir bildikleri vardır.
 d) Sevişmezler, çünkü Laetitia her ne kadar boşanmışsa da, Honolulu’daki malikâneye girince anıları depreşir, kocasını ne kadar çok sevdiğini anlar, aslında çözülebilecek sorunlar yüzünden ayrıldıklarına karar verir ve ilk uçakla ülkesine dönmek için sabırsızlanır; Olgar da zaten evlenmediği kadınlarla yatmamak gibi prensiplere sahiptir, ayrıca Laetitia’nın eski kocasına duyduğu sevgi onu derinden etkilemiştir; forsunu kullanarak ek bir sefer konmasını sağlar ve onu bizzat kendisi geri uçurur. Laetitia’yla eski kocası yeniden evlenir, bir oğulları olur ve ona Olgar Amcanın adını verirler.

 4. İçerik biçimde saklıdır – hangi “font”la dizilirdiniz? 
 a) Yıllardır tatmadığı bir heyecan ve huzur duyuyordu içinde.
b) Yıllardır tatmadığı bir heyecan ve huzur duyuyordu içinde.
c)  Yýllardýr tatmadýðý bir heyecan ve huzur duyuyordu içinde.
d) Yıllardır tatmadıgı bir heyecan ve huzur duyuyordu içinde.

 5. Hangi müzik eşliğinde okunmak isterdiniz? 
a) Chick Corea
b) Metallica
c) Duo Contemporain’den, “Diason” (Eugen Wendel) yorumu
d) Sibelius’un “Valse Triste”i

 6. Aşağıdakilerden hangisi, sizin kitabınızda olabilecek türden? 
a) Kollarında gevşeyip uyuyakalmış adamın saçlarını dalgın dalgın okşarken, bir sevişmenin daha sonra ermesiyle birlikte, içindeki boşluğun artık dayanılmaz ve üstü kapatılamaz bir hale ulaştığını, sessiz bir ünlemle kabullendi. Uzun bir süredir, neden birileriyle birlikte olduğunu, seviştiğini, yaşadığını bilememenin, yine de sürdürmenin ikiyüzlülüğüyle yüzleşmekten başarıyla kaçınıyordu, ama artık kendisi kendisine isyan ediyor ve güzel kokulu erkeklerden de, pislerinden de, sevecen ya da hoyrat erkeklerden de, eğlenceli ya da iç daraltıcı erkeklerden de sıtkının sıyrıldığını yadsınamaz bir şekilde açığa vuruyordu. Parmaklarının okşadığı saçlara kaydı gözleri; parmaklar –tümüyle istenci dışında– bu saçları sıkıca kavradı; elinin, ani ve tümüyle beklenmedik bir devinimiyle, koparırcasına çekti onları.
 b) Uzun kargaların dillerine güneş yağı sürmeye geldim açın kapıları açın dedim bozalar ekşidi yine ağlatmayın annemi demiştim size ama ağlattınız hiç aydınlanmayacak karabasanların içinde kuyruğumu kovalayarak ilerlerken karasabanla deştiniz beni öcü’mün öcünü alacağım bekleyin.
 c) İncinme, bir eklemi destekleyen ve onun hareketlerini sınırlayan bağların yırtılmasıdır. Ya bu bağların aşırı gerilmesi, ya da burulma tarzı bir hareket yapmak durumunda kalınması sonucu meydana gelir. Yırtılma sonucu eklemde kanama meydana gelir ve şişliğe, ağrıya ve çürüğe neden olur.
 d) Karanlık ve fırtınalı bir geceydi. Ağaçlar uğulduyor, gökgürültüsü ortalığı kasıp kavuruyordu. Tülin, bir süre pencereden dışarı baktı – şehrin boş sokakları ürküttü onu, “Ne zaman gelecek bu elektrikler,” diye söylendi. Elinde mumla mutfağa gitti sonra, ocağa kahve suyu koydu ve masaya oturup Selim’den gelen mektubu yeniden okumaya başladı. Yavaş yavaş bir gülümseme yayıldı yüzüne – sıradan olayları anlatan bu mektubun onu böylesine mutlu ve hoşnut kılabilmesine her seferinde şaşırıyordu.

 7. Bu soruda kitap değilsiniz, siz sizsiniz ve durup düşünüyorsunuz: kitap hediye etmeniz gerekse –mesela– hangi durumda, hangi kitabı hediye ederdiniz? 
 a) İlk kürtajını başarı ve soğukkanlılıkla atlatmış arkadaşınıza, Hamdi Koç’un Çocuk Ölümü Şarkıları‘nı.
 b) Ortaköy’de otururken gördüğünüz, iki masa ötede arkadaşlarıyla oturan ama muhabbete pek katılmayan, dünya tatlısı bir insan olduğuna emin olduğunuz ve kesmeye çalıştığınız hatun ya da er kişiye, Steve Runciman’ın Haçlı Seferleri Tarihi’nin ikinci cildini.
 c) Parasını bozmadığı için dolmuş şoförünü, başına vites koluyla vurmak suretiyle öldüren, 46 yıla mahkûm olan ama genel aftan yararlanıp çıkan komşunuza, kapınızı çalıp içeriye kaçamak bakışlar attığında, Oruç Aruoba’nın Yürüme’sini.
 d) Kendine yeni bir sevgili bulan ve çok mutlu gözüken, bunu da sizden gizlemeyen eski sevgilinize, Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına’sını.

 8. Başucu kitabınız niye başucunuzda duruyor? 
a) Su bardağına toz girmesin diye, bardağın üstünü kapatmak amacıyla.
 b) Kötü bir rüya görüp uyandığınızda, nerenizin baş, nerenizin ayak olduğunu daha hızlı anımsayabilmek için.
c) Gece sinek öldürmek için. Yastığa başımızı koyuyoruz herhalde.
 d) Tek kişilik bir yatakta tek başınıza yattığınızı hatırladığınızda kafanıza vurmak için.

 9. “Kitabına uydurmak” deyimi size aşağıdakilerden hangisini çağrıştırıyor? 
 a) Honolulu’da bir geneleve giren adam, yatağa girmeden önce kendi kendisine John Taylor’ın Kara Delik adlı kitabının Giriş bölümünü okur.
 b) Aynı adam, birlikte olmaya karar verdiği kadının kendisine sperm öldürücülü bir prezervatif uzattığını görünce, ağlamaklı bir sesle, Selim İleri’nin Dostlukların Son Günü’nden bir bölüm okur, yine kendi kendisine.
c) Prezervatifi tersten takmaya çalıştığını ve bu yüzden kan ter içinde kaldığını yaklaşık beş dakika sonra, kadın bir sonraki müşteriyi de yolladığında farkeden adam, Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sını kadına hediye eder ve gider. Kadının Türkçe bilmemesinin önemi yoktur, önemli olan jesttir.
 d) Azmin elinden hiçbir şey kurtulamayacağı için adam sonunda “başarıya ulaşır”, ancak yurda döndükten bir yıl sonra, AİDS’e yakalandığı anlaşılır. Karısına Kürşat Başar’ın Sen Olsaydın Yapmazdın, Biliyorum’unu verir, ama karısı ona çoktan Tahsin Yücel’in Peygamberin Son Beş Günü’nü ve Boris Vian’ın Mezarlarınıza Tüküreceğim’ini vermiştir bile.

 10. Yaşamınızı hangi kitabın içinde geçirmek isterdiniz? 
a) Italo Calvino, Bir Kış Gecesi...
b) Afşar Timuçin, Neden Bazı Akşamlar
c) İspanyolca Fiil Çekimleri
d) Gustave Flaubert, Madame Bovary

 Kitap Test-isi Değerlendirmesi: 
 en çok (a) işaretleyenler: Canınızın sıkkın olduğu her halinizden belli. Şu aralar romantikliğin doruğunda olduğunuzu söylemek biraz güç açıkçası. Yoğun bir ilişkiyi yeni bitirmiş olabilirsiniz. Canınız artık bu tür şeylerle uğraşmak istemiyor olabilir. Uzun zamandır gönlünüze göre birini bulamamış olabilirsiniz. Ancak bütün bu ahval ve şeraite rağmen siz aslında potansiyel bir romantiksiniz ve köşede bir yerde bir parça umut besliyorsunuz hala, ki bu da iyi birşey. Öldürmeyen Allah öldürmüyor. Kafanızı bu kadar da takmayın canım. 

en çok (b) işaretleyenler: Gerçekçi bir insansınız, o yüzden lafı evirip çevirmeden söyleyeceğimizi söyleyelim: o güzel filmleri siz de herkes gibi izlediniz ve hislendiniz, sevgilinizle mum ışığında yemek yiyorsanız nasır yakılarını karşılaştırmalı olarak incelemenin gereği olmadığını elbette biliyorsunuz ve arada sırada ona, kullanışlı bir hediye yerine çiçek filan vermenin yararına inanıyorsunuz. Ama bazen de bu işin fazla abartıldığını herkesin kendine göre bir romantikliği olduğunu ve biraz da işimize bakmamız gerektiğini düşünüyorsunuz. Romantiklik eğlenceyi içermeli sizce, sulusepkenliği değil.

 en çok (c) işaretleyenler: Yemezler güzelim. Anladık canın sıkılıyor, biraz dalga geçmek istiyorsun ama bu namuslu ve iyi niyetli bir test. Öyle gidip en kılçık seçenekleri işaretleyince boyun mu uzuyor? Madem teste inanmıyorsun, yapma kardeşim. Seninle mi uğraşacağız akşam akşam?

 en çok (d) işaretleyenler: Caanıım. Beyaz Dizi hakkında söylenenler sizi üzdüyse binbir özür. Tabii, onlar da iyi kitap aslında. Gerçek sevgi ve duyguya susamış o kadar çok insan var ki bu dünyada, o kadar çok yalnızlık ve duyarsızlık var ki, bilmez olur muyuz. Hay Allah. Ama bakın herkes sizin gibi saf ve dürüst olamıyor ve sırf romantik gözükebilmek için banko (d) şıkkını işaretleyebiliyorlar. Salı günleri iş saatlerinde ararsanız dertleşiriz dilerseniz. Hadi ama, biraz gülümseyin artık.

6.11.13

başbakan'ın krallığı


süreyyya evren'in son numarası bir tür roman a clef. beş yazar var, gerçek hayatta beş yazara benziyor: süreyyya (evren), selçuk (orhan), ismail (pelit), faruk (ulay) ve ben (deniz). ama gerçek hayatla benzerlik orada bitiyor, ülke hayali, başbakan hayali, karısı hayali, cumhurbaşkanı hayali, danışmanlar hayali, olaylar hayali. süreyyya uçar gider.

soytarılık


saray soytarısı önemli bir gelenekti, çünkü krallarla dalga geçilmesini kurumsallaştırıyordu.

bir avantajı da, kralları kendi kendilerinin (ve milletin) soytarısı olma durumundan kurtarmasıydı.

"dost acı söyler" gibi bir atasözünün olduğu ülkede bugün siyasal hiciv, tahammül edilebilir birşey olmaktan çoktan çıkmış durumda.

"gayrımeşru hayatlar"



başlık üretgeci v.2.0: recep tayyip erdoğan. müthiş!

kızlı erkekli


valilik kuvvetleri öğrenci evlerini basmaya başlar, ama geç kalmışlardır.

"Mihr ve Mushtari" - Muhammed Assar Tebrizi. Buhara 1523. Freer Galerisi, Washington, DC.

4.11.13

31 gün: takvimi icat edenler sarhoş muydu?



(hazır yılbaşı yaklaşırken, takvimlerden ne çektiğimizi, bu konuda neler yapılabileceğini bir değerlendirelim istedim.)

Kısa Reform Tarihi
 Bugün dünyanın önemli bir kısmının kullandığı takvim üzerinde görüş birliği sağlamak hiç de kolay olmamıştı, çünkü sağolsunlar, “takvim reformcuları” diyebileceğimiz bir kavmin üyeleri, insanın temel özelliklerinden bir olan elindekinden memnun olmama duygusunu en yoğun olarak yaşayan bireyler olageldi. İtiraf etmek gerekir ki bu duygunun nesnel temelleri de yok değildi. Julius Caesar’ın İÖ 46 yılında Roma takvimine müdahale ederek, dört yılda bir Şubat ayına bir gün eklenmesini sağlaması, kendi adıyla anılacak bir ay olsun diye değildi yalnızca (takvim değiştiren hükümdarların bu şekilde onurlandırılması bir gelenekti ve daha önce Quintilis olarak adlandırılan, bizim Temmuz dediğimiz ay, onun şerefine July olmuştu); 29 Şubatın eksikliği, bu tarihe gelindiğinde mevsimlerin ciddi olarak kaymasına, kış ortasında bahar havası yaşanmasına yol açmıştı. Caesar Augustus da 29 Şubatın önemini vurgulamış, İÖ 8 yılında bir takvim düzeltisi de o yapmıştı. Ağustos ayının (o zamanki Sextilis) isim babalığı hakkını kazanması da elbette çok normaldi. Bir ayın iç bölünmeleri Jülyen takviminde farklıydı; “kalends”, “nones” ve “ides” vardı. Bunların bizim bildiğimiz yedi günlük haftaya dönüştürülmesi için İmparator Constantine’i, yani dördüncü yüzyılı beklemek gerekecekti. Ne yazık ki Constantine’e gelene kadar bütün aylar kapıldığından, şimdi onu bir ayla anamıyoruz.

Ancak bu kez de takvim yılının güneş yılından biraz uzun olduğu ortaya çıktı. 16. yüzyılda Papa Gregory XIII, danışmanı Christopher Clavius’un aklına uyarak Ekim 1582’den on günü kesip attı ve artık yıl kuralını geliştirdi: 4’e tam bölünen yıllar artık yıl olacak, 100’e bölünenler olmayacak, ama 400’e bölünenler olacak. Ortada isim verilecek ay kalmamış olması, Gregory’nin pratik zekası için kolay lokmaydı: Gregory’nin kendi adını bu takvime vermesi şaşırtıcı olmadı.

Avrupa ülkelerinin çoğu bu reformu görece çabuk benimsedi. İngiltere her zamanki gibi ayağını sürüdü ve 1752’ye kadar bekledi; onunla birlikte beklemek zorunda kalan kolonileri, bu tarihte 11 günlük bir takvim kesintisine de razı oldu. 19. yüzyılda Fransızlar bir “Devrim Takvimi” çıkarıp on iki yıl kadar buna uydu, ama Napoleon 1806’da Gregoryen takvimine döndü. 1871’de Paris’te “Cumhuriyet Takvimi” birkaç aylığına yeniden benimsendiyse de, Parisliler nostaljiden çabuk sıkıldı.

Rusya ve Sovyetler Birliği, Devrimden sonra, 1918’de Gregoryen takvimini kabul etti, Doğu Ortodoks Kiliseleri Jülyen takvimini 1923’e kadar kullanmayı sürdürdü; bu tarihte kiliselerden bazıları Ekimin ilk 13 gününü atlayıp “gözden geçirilmiş Jülyen takvimi”ni kullanmaya başladı; bu takvimin artık yıl hesaplaması da kendine özgüydü. Bunun sonucunda Ortodoks kiliseleri arasında bir eski takvimciler-yeni takvimciler ayrımı ortaya çıktı – kan davası hala sürüyor.

Günümüzdeki Memnuniyetsizlikler ve Hal Çareleri
Gregoryen takvimi bütün sorunları çözmüş müydü? Hayır, bin kere hayır. Öncelikle Amerikalılar hangi ayın 30, hangisinin 31 çektiğini hala karıştırıyordu; uydurdukları tekerlemeyi de akıllarında tutamadıklarından fena halde sıkıntıdaydılar (parmak eklemi sayma tekniği Türk patentlidir). Ayrıca bir yıldaki gün sayısının hafta sayısına tam bölünememesinden kaynaklanan kayma pek çok insanın sinirini bozuyordu, yani her ayın 12’si diyelim ki hep Pazartesi olsa fena mı olurdu? Yöneticiler, dünya liderleri bu konuda birşey yapamaz mıydı?

Elbette yapabilirdi. Nitekim şu anda Birleşmiş Milletler düzeyinde etkin olan çeşitli reform girişimlerinin yanısıra, örneğin İngiltere’de taraftar toplamaya çalışan yeni bir takvim projesi var. Bunları bir gözden geçirmek, sonra da kendi naçiz –ama köklü- önerimi getirmek istiyorum.

Dünya Takvimi: Şu anda en fazla taraftar toplamayı başaran bu takvimde, bir yıl 364 günden oluşuyor; yine 12 ay var ve aylar, 31-30-30 sırasıyla gidiyor. Yılbaşı her zaman Pazara denk geliyor. İki ek gün gerekiyor bu takvimde, bu ek günler normal takvim günlerinin dışında sayılıyor, o yüzden de “boş gün” muamelesi görüyor; bir tanesi yılsonuna eklenen Dünya Günü (böylece yıl 365 güne tamamlanıyor), bir tanesi de artık yıllar için kullanılacak olan Artıkyıl Günü. (“Boş gün” fikrini 1745’te ilk ortaya atan, Amerika’da Maryland’de yaşayan ve Hiroosa Ap-lecim mahlasını kullanan bir kolonistti; fikri aslında adı kadar saçma değildi.)

Sabit Hafta Takvimi: Yılda yine 12 ay var, ancak her hafta altı günden, her ay da 5 haftadan oluşuyor. Her ay, her yıl, Pazartesi ile başlıyor. Bir ayın takvimi her ay için geçerli. Bu takvimde Pazar günleri kaldırılıyor, yalnızca çift sayılı ayların sonuna (Aralık hariç) bir Pazar ekleniyor. Artık yıllardaysa Aralık ayı da 31 çekiyor. Dolayısıyla 10 Martın hangi güne geldiğini bir kez ezberlediniz mi bir daha sorun yaşamıyorsunuz.

Bonavyan Takvimi: 364 gün, 12 ay, haftalar 7 günlük; ancak aylar 35-28-28 döngüsüyle gidiyor. Haftalar, aylar ve yıllar Pazar günüyle başlıyor. 28 yılda 5 defa, Aralık ayının sonuna bir hafta ekleniyor. 896’ya bölünen yıllarda artık hafta iptal ediliyor.

Yeni Binyıl Takvimi: Bu takvim İngiltere’de çok revaçta. Bir yılda 365 gün ve 12 ay var, her ay 30 çekiyor, Nisan 35. Bu takvimde de bir haftada 6 gün var, Pazartesiyi iptal etmişler (destekliyorum); her haftada 4 iş günü var, ama hafta sayısı 61’e çıktığından işgücü kaybolmuyor. Her hafta, her ay ve her yıl Pazarla başlıyor. 

13 Ay Takvimi: Fikir babalığını Auguste Comte’un yaptığı ve 1849’da ortaya atılan bu takvimde her ay 28 günden, her ay dört haftadan, her yıl da 13 aydan oluşuyor. Burada da iki “boş gün” kullanılıyor. Ortaya yeni bir ay çıkıyor, adı Sol. 20. yüzyılda Amerika’da Eastman, İngiltere’de Cotsworth tarafından savunulan ve onların adlarıyla anılan bu takvim, Amerikalıların tepkisini çekti – 4 Temmuz 17 Sol’a denk geliyordu ve bu fikir onlara (ve herhalde Tom Cruise’a) hiç de cazip gözükmüyordu. 1937’de konuyu gündemine alan Milletler Cemiyeti, bu tasarıyı reddedip gömdü.

Onlu Takvim: Adı üzerinde, onlu sisteme dayanan bu takvimde 10 ay var; çift sayılı aylar 36, tek sayılılar 37 çekiyor, artık yıllarda Şubata bir gün ekleniyor.

 Asıl Sorun Ne?
 Yukarıdaki önerilerin istisnasız hepsi, birtakım sayısal cambazlıklara dayanıyor, gözünüzden kaçmamıştır. Oysa asıl sorun, insanlığın bu dünyadaki varoluşunun temel koşullarından ve günümüzde gelinen noktadaki yaşam biçiminin bu koşullara artık uymamasından kaynaklanıyor. Bu sorunu iki öbekte netleştirebiliriz:

1.Mevsimler çok uzun. Çağdaş toplumları “hız toplumu” olarak tanımlamak mümkün, bunun sonucunda da dikkatin dağılmasını, insanların sıkılmasını engellemek gittikçe zorlaşıyor. Üç ay süren kışlar yüzünden insanlar Şubat ayında sıcak yaz günlerinin, bitmek bilmeyen yaz sıcaklarında da kazak giyecekleri soğuk günlerin özlemini çekiyor ve bunalıma giriyor. Oysa iki aylık mevsimler mükemmel olurdu, tadı damağımızda kalırdı.

2.Günler yetmiyor. 24 saatlik günler, çağdaş toplumlardaki koşuşturmalı yaşam biçimi için yetmez oldu. Bize artık 30 saatlik günler lazım, bunu da gece-gündüz döngüsüne uygun bir şekilde gerçekleştirmek şart, aksi halde biyolojik saatler şaşkına döner, yazık olur.

 Çözüm Ne?
 Birinci sorunun kaynağı, dünyanın güneş etrafında yeterince hızlı dönmemesi; dolayısıyla da bu hızı arttırmak gerek. Günümüz teknolojisi ve mühendislik bilgisi, dünyanın dönüş yönüne uygun, tercihen ekvator bölgesinde gerçekleştirilecek bir dizi bombanın yatacağı ivmelenmeyle bu hızı arttırabilecektir.

İkinci sorunu çözmek için yapılması gereken şey açık: dünyanın kendi etrafında dönmesi yavaşlatılmalı. Bunun nasıl olacağını şöyle bir analojiyle açıklamak mümkün: buz dansı yapan ve kendi etrafında dönen bir dansçıyı gözünüzün önüne getirin – hızlanmak için kollarını vücuduna doğru çeker, kollarını açtığındaysa yavaşlar. Basit bir fizik kuralı işlemektedir burada: kendi etrafında dönen bir cismin ağırlığı dönüş eksenine ne kadar yakınsa hızı o kadar artar, ağırlığın dağılımı eksenden ne kadar uzağa düşerse, dönme hızı da o kadar yavaş olur. Dünya örneğine gelirsek: ekvator bölgesine ağırlık taşımak gerekli, çünkü burası eksenden en uzak olan nokta. Kuzey ve güney yarımkürenin kutuplara olabildiğince yakın bölgelerinden kazılarak alınacak topraklar, düzenli aralıklarla ekvatora yerleştirilmeli; okyanusa dökmek de geçerli bir yöntem olabilir. İlk sorunu çözerken açılan kraterler bu topraklarla doldurulabilir.

Birtakım Sonuçlar
Sekiz aylık bir yıl size nasıl geliyor? Bir kere dört aydan feragat etmemiz gerekecek. Dolayısıyla insan ömrünün hesaplanmasından tutun, sebze-meyve yetiştirme döngüleri (gerçi artık seracılık çok yaygın ama olsun), dini ve milli bayramlar, doğumgünleri vs tümüyle alt üst olacak. İnsan ömrünün bir çırpıda uzatılmasının kötü bir yanını göremiyorum. Önemli günler bahsindeyse bir yoğunlaştırma programı uygulanabilir – daha geniş bir takvimi daha dar bir takvime sıkıştırmak zor değil, sadece bazı günler üst üste binecek. Doğa ise kendi başının çaresine bakacak güçtedir.

30 saatlik gün nedeniyle de bir dizi karışıklık ortaya çıkacak – gece ve gündüz on beşer saat olacak, ama bunun ne kadarı iş saati olarak geçecek? İnsanlar 12 saatlik gecede 8 saat uyurken, 15 saatlik gecede 10 saat mi uyumaya başlayacak? Saat endüstrisi bu duruma ne diyecek? Bunları ve başka soruları tartışabiliriz; korkunun ecele faydası yok, önemli olan devrim coşkusudur.

Hazır Oynamaya Başlamışken
Dünyanın ekseninin eğikliğini de düzeltmek mümkün olsa gerek. O zaman mevsim derdimiz de olmaz. Bu sıkıcı olabilir. Öte yandan dünyanın güneş etrafında dönüşünü hızlandırmak için, güneşe daha yakın bir yörüngeye oturtulması da düşünülebilir. Ama havaların çok fazla ısınmasını göze almamız gerekir ki, ben şahsen alamam.

Sonuç İtibariyle
Yılların 8 ay, günlerin 30 saat olmasından sonra, takvimi daha rasyonel bir şekilde tasarlamak mümkün olacaktır ve o zaman, yazının başında sayılan önerilere kulak verilecektir. Ama ancak o zaman! Önce, köklü sorunlara kökten çözümler bulunmalı, YENİ DÜNYA TASARIMI’ndan korkulmamalıdır! Gün bu gündür!

("Dünya Durursa Takvimler de Durur mu?", İse, Ki Değil, 1999)

2.11.13

kafa meselesi


bir ülke 30 küsur yıldır şununla uğraşıyorsa, o ülkede yaşayanlar da, o ülkeyi yönetenler de ergen kafalıdır.




bir 30 yıl da şununla uğraşacağız sanki (zaten uğraşıyorduk da, birincisiyle uğraştığımız gibi demek istiyorum) (etme bulma dünyası, sarkaç o yana giderse bu yana da gider prensibi). kafa yine aynı kafa.