28.9.16
kes dedim
tdk'nın yeni tasarrufunu duymuş olanlarınız vardır, dergi-kitap camiasında dünden beri tüyler uçuşuyor: tdk demiş ki kurum adlarının aldığı ekler kesmeyle ayrılmaz. "sütçü imam üniversitesi'ne" değil "sütçü imam üniversitesine" diye yazacaksınız. bu aslında tdk'nın eskiden beri savunduğu bir şey, ama nedense dün çeşitli gazetelerde bu konuda haberler yer aldı, belli ki bir basın duyurusu gitmiş, tdk konuyu kamu dikkatine sunmayı gerekli görmüş. tabii yayıncıların, bu yeni bir şeymiş gibi hemen tartışmaya girmesi tek bir şeyin göstergesi - hiçbiri tdk'yı imla kılavuzu olarak kullanmıyor. necmiye alpay'a selam!
gelgelelim bu kesme meselesi kanayan yaramız. kuralı karmaşık, istisnalar çok fazla (ve gerekçeleri her zaman net değil). yayınevleri arasında uygulama farkları en çok bu konuda çıkıyor (bir de tabii hangi sözcüklerin ayrı, hangilerinin birleşik yazılacağı konusunda); okurların da kafası karışıyor haliyle. ilkokula giden oğlumun iki öğretmeni iki farklı şekilde öğretti bu kuralı mesela. o yüzden konuyu baştan düşünmek ve mutlaka hem tutarlılık, hem de kolay öğrenilebilirlik kıstaslarını gözetmek gerek.
zaman içinde bu konudaki tavrımı değiştirdiğimi itiraf edeyim öncelikle. eskiden özel isimleri ikiye ayırıyordum, "has özel isim" ve "tamamlayıcı özel isim" olarak. mesela "marmara denizi" - burada has olan "marmara", tamamlayıcı olan "denizi". hasları kesmeyle ayırıyordum, tamamlayıcıları ayırmıyordum, yani "marmara'ya" ama "marmara denizine".
bunun epey bir kavgasını verdikten sonra yıldım. daha kolay bir pozisyona çekildim: gerçekten az sayıda birkaç istisna (mesela çoğul isimler - alilere gittik) dışında, büyük harfle başlayan her sözcüğe gelen eki kesmeyle ayırmak. kurum adı? kes. dil adı? kes. millet adı? kes. unvan ve rütbe? kes. coğrafi ad? kes. özel isim? sorulmaz, kes. özel isimli tamlama? özel isimden kes (günümüz türkiye'si).
tavsiye edeceğim de budur. buyrun.
26.9.16
128
ilk roman & son roman, 3'er kısımdan, 128'er bölümden mürekkep. sonuncusunda "özür" yok.
ekim ortası.
(kapak fotoğrafları esra özdoğan)
7
sincaplı gece
21.9.16
Kaleme And*
Kalemine ve yazdıklarına and olsun ki, deli değilsin.
Göreceksin, sen göremesen de dünya görecek – yazdıkların, en büyük ödülü hak ediyor: okunmak.
Kalemine güven – yeteneğin var.
Kimin deli olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da.
İşin doğrusu, ömrünü yazıya verme yolundan sapanlarla o yoldan gidenler, eninde sonunda ayrışır.
Bunu inkar edenler hep olmuştur, olacaktır da; sen onlara aldırma.
Onlar, senin kendileriyle uyuşmanı ister; böyle yapsan, senden iyisi olmaz.
Diliyle iğneleyen, köşebaşını tutan, iyi yazıyı sürekli engelleyen, saldırgan, zorba, kendini ve takımını kollamaktan başka bir şey düşünmediği halde yeni'ye, gerçek'e açık olduğuna yemin eden, soysuzluğu yazdıklarıyla tescilli tüccar yazara, konumu ve çevresine topladıkları yüzünden aldırış etme.
Gerçek yazının ilkeleri ona okunduğu zaman, “Öncekilerin masalları,” diyecektir.
Onun burnuna pek yakında damgayı vuracağız.
Biz bunları, vaktiyle dergi ve yayınevi sahiplerini denediğimiz gibi denemiş oluruz.
Dergi ve yayınevi sahipleri, daha sabah olmadan, başka birşeye ihtimal vermeden, dergiler, kitaplar yayımlayacaklarına yemin etmişlerdi.
Ama daha onlar uykudayken toplumun tüm katmanlarını sarsan deprem, yazın dünyasını da allak bullak etmiş, iyi yazının gözden yitmesine yol açmıştı.
Bu yayıncılar işin farkında değildi tabii.
Sabah olduğunda, “Yapıtlarınızı devşirecekseniz erken çıkın,” diye birbirlerine seslendiler.
“Bugün orada, 'Ben yeni bir yazının yazarıyım,' diye ortalara dökülen düşkünlerden hiçbiri yanınıza sokulmasın,” diye gizli gizli konuşarak yürüyorlardı.
Genç yazarları destekleyebilecek güçleri varken, böyle konuşarak erkenden gittiler.
Masalarına oturup yazın dünyasının halini gördüklerinde, “Herhalde yolumuzu şaşırdık; hayır, bu gerçek olamaz; bizim için yazacak kimse yok mu? Bize kala kala yalnızca şu molozlar mı kaldı?” dediler.
Ortancaları, “Ben size iyi yazına sahip çıkmak gerek dememiş miydim?” dedi.
Hatalarını kabul etmek yerine, birbirlerini suçlamaya başladılar.
İşlerin düzeleceğine dair hala bir umutları vardı, ama bunun için parmaklarını bile kıpırdatmak istemiyorlardı.
İşte azap böyle birşeydir; ama ölü bir yazının vereceği azap çok daha büyüktür; keşke bilseler!
Kaleme saygılı olanlara kitap dünyasında her zaman yer vardır.
Kendini kaleme adamış olanlar, hiç bu suçlularla bir tutulabilir mi?
Ne oluyorsunuz?
Ne biçim hükmediyorsunuz?
Yoksa, doğru dürüst bir kitap okumuşluğunuz bile yoktur ki sizin.
Seçimleriniz, hep kulaktan dolma yargı kırıntılarıyladır. Yoksa, sınırsız yeteneği olanlarla kapsamı sınırsız sözleşmeler yaptınız da, onların her yazdığı sizin mi olacak?
Sor onlara: “Kim yer ulan bunu?”
Yoksa, kendi aralarında şike mi yapıyorlar, danışıklı dövüş müdür oynattıkları?
Doğru sözlüyseler, ortaklarıyla birlikte çıksınlar ortaya, iki dakika adam olsunlar.
Ama yapamazlar.
Gözlerini yere dikerler; yüzlerini alçaklık bürür.
Yeni yazının gücünü yalanlayanları bana bırak.
Ben onları bilmedikleri yerden öyle bir deşeceğim ki - yavaş yavaş, azap vere vere.
Onlara mühlet veriyorum; doğrusu benim tuzağım sağlamdır.
Yoksa sen onlardan telif ücretini istiyorsun da, hakkını mı veriyorlar?
Yoksa görünmeyenin bilgisi onların yanındadır da, kendileri mi yazıyor?
Sen kalemine güven, yaz, yazdığını ortaya bırak, dayan.
Balık sahibi Yunus gibi olma.
Yaz ve bekle, semeresini elbet görürsün; kimsenin seni kınamaya hakkı yok.
Kalemine bağlı kalırsan, seçilmişlerden olursun, ömrün bir işe yarar, şöyle ya da böyle.
Bunu inkar edenler, yeni yazının yapıtlarını okuduklarında onun yazarlarını neredeyse gözleriyle, bakışlarıyla gömmeye kalkışmıştı, yine de kalkışacaklardır.
“Bunların hepsi deli,” diyorlardı, yine de diyeceklerdir.
Oysa yazdıklarımız ve yazacaklarımız, alemlere bir anımsatmadan başka bir şey değildir.
*bkz: Kuran, "Kalem Suresi". İlk yayımlanış tarihi: Ocak 2003.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)