24.5.16

Apolojistler, Havariler


Atatürk tartışma konusu olduğunda genelde üç tepki görüyoruz: tapınma dışında hiçbir yaklaşımı hoş görmeyenler, küfredenler, bir de apolojistler, yani "tamam demokrat değildi ama koşullar uygun değildi, yoksa istemez miydi?" diyenler. İlk ikisine söyleyecek sözüm yok; üçüncüsü biraz daha ilgimi çekiyor.

Atatürk'ün önemli bir devlet adamı olduğunu ve Türkiye'nin kaderini belirleme açısından büyük şeyler yaptığını, yurdumuzu düşmanlardan temizlemekle kalmayıp muasır medeniyet seviyesini hedeflediğini ben de biliyorum, Milli Eğitim'e dahil olmuş herkes gibi. Bunları yaparken (hem düşmanları temizleme, hem muasır medeniyet seviyesine ulaşmaya çalışma) doğruların yanında ciddi/vahim bazı hatalar yaptığını da düşünüyorum öte yandan; herkes öyle düşünmek zorunda değil tabii, tartışılabilir. Bu hataların "dönem şartları" öne sürülerek mazur gösterilmeye çalışılması, tabii ki bu hataların yekten inkar edilmesinden evladır, ama yine de bir ikiyüzlülüğe ve günümüzü yanlış okuma sorununa yol açıyor. Şöyle: Elde edilecek sonuçları kullanarak yöntemleri mazur göstermeye çalışmak, iki tarafı da kesen bir bıçak gibidir. Atatürkçüler, Atatürk'ün hatalarını mazur göstermek için onun ulaşmak istediği hedefleri ya da niyetlerini kullandığında, Erdoğancılar da onun niyetlerini bir mazeret olarak öne sürer. "Bu coğrafyada x yapılamaz" dediğinizde, o silahı başkası da kullanır. Atatürkçüler için Atatürk'ün niyetleri ne kadar ulviyse, Erdoğancılar için de onun niyetleri o kadar ulvi. O hedeflere ulaşmak için Atatürk istenmeyen bazı şeyler yapmış olabilirse, bunların üzerinde durmamak gerekiyorsa, Erdoğan için de aynı şeyler söylenebilir. Atatürkçüler için Erdoğan'ın hedefleri küfür gibi; Erdoğancılar için de Atatürk'ün hedefleri. Bundan elli yıl sonra Erdoğan'ın apolojistleri, onu mazur göstermek için Berlusconi'den, Putin'den, Trump'tan, Front National'den, "bu dönemin koşulları"ndan bahsedecek. Erdoğan'ın havarileri, onun hayalindeki dönüşümün gerçekleşebilmesi için muhaliflerin ezilmesi, Kürtlerin öldürülmesi, paranın el değiştirmesi gerektiğini anlatacak. Tıpkı Atatürk apolojistlerinin ve havarilerinin yaptığı gibi.

Dediğim gibi, Atatürk'ün hedefleriyle Erdoğan'ın hedeflerini aynı kefeye koymuyorum. Ben de olsam aklın peşinden gitmeye çalışırdım, inancın değil. Ama Erdoğan'ın bugün neden ilah/yarı-ilah olarak görüldüğünü anlamak istiyorsak, Atatürk'ün nasıl ilah/yarı-ilah olarak görülmeye başlandığını, bunun sonuçlarının neler olduğunu anlamamız gerek. Bugün Erdoğan'ın çevresinde oluşan tapınma çemberini eleştirmeden önce, Atatürk çemberine eleştirel yaklaşmak gerek. Atatürk'ü Atatürkçü gözüyle görenler, Erdoğan'ı da Erdoğancı gözüyle görmeye çalışmak zorunda.

Atatürk büyük bir liderdi, bundan şüphem yok. Ama onun da sınırları vardı; bu sınırlarını kendisi aşamadığı gibi, kadrosunun aşmasına da izin vermedi, veremedi. Sarkaç ondan önce kurulmuştu, ama ona asıl ivmesini veren Atatürk oldu; o yüzden şimdi böyle bir simetriyle karşı karşıyayız. Erdoğan'ı yaratan Atatürk'tür. Atatürk öyle olduğu için Erdoğan böyle.

23.5.16

Atatürk Döndü - Anti-Atatürk Olarak



Hala Nazi dönemi Almanya'sıyla karşılaştırmalar yapılıyorsa da, bugünkü (ve önümüzdeki) siyasal-toplumsal düzeni çok daha yakından tanıyoruz. Önce tek parti, ardından tek adam kültünün yerleştirilmesiyle, bu kültün neredeyse dinsel tonlamalara bürünmesiyle, en ılımlı muhalefetin bile gerektiğinde en sert biçimde bastırılmasıyla, biattan başka seçenek bırakılmamasıyla, hukuk sisteminin siyasal rejimin aygıtı haline getirilmesiyle, basının kontrol altına alınmasıyla, ülkenin meclisten değil köşkten/saraydan yönetilmesiyle, kukla ikinci adam kadrosuyla, hakim kılınmak istenen üst anlatının ("bilim"/"din") gerektiğinde siyasal rejime alet olacak şekilde eğilip bükülmesiyle, yaratılan kitlesel histeriyle, çeşitli sembolizmlerin kullanımıyla, sermaye aktarımı ve imtiyazlarla yeni bir sınıfın yaratılmasıyla, kitlelerin bastırılması ve imhasıyla vs. düpedüz yeni bir Atatürk dönemi yaşıyoruz. 1930'da Atatürk'e muhalif olmak nasıl bir şeydi diye merak edenler için kurulmuş bir tema parkı gibi şu anda Türkiye. Pek yakında "Hitap" adlı bir eser bekleyebiliriz "Ebedi Reis"ten, "Gençliğe Selam" adlı konuşması vapurlara filan asılacaktır elbet bir gün; bir anıt mezarın kaçınılmaz olacağını da herhalde hepimiz biliyoruz, açılışı da herhalde "Milli Reis" yapar - daha temkinli, hayalgücü daha kıt, ama gerektiğinde bir o kadar acımasız olabilen bir ikinci adam.

Biçim olarak böyle olabilir, içerik olarak ne durumdayız? Denebilir ki "Ebedi Şef"in Türkiye'ye getirmek istediği değerlerle "Ebedi Reis"in değerleri arasında çok önemli bir nitelik farkı var, ikisi eşdeğermiş ya da hangisi olursa olsun fark etmezmiş gibi konuşulamaz. Buna katılmak istiyorum - "alan"daki pratik gerçekleri bir an için gözardı edersek, ulaşılmak istenen nokta konusunda, yani "telos" konusunda "Ebedi"lerin aynı kefeye konabileceğini düşünmüyorum. Gelgelelim, alandaki pratik gerçekler sürekli omzumu dürtüyor - milyonlarca insanın günlük yaşamını bire bir etkileyen ve karartan, on binlerce insanın ölümüne yol açan rejimler söz konusu olduğunda, "menzil"ler arasındaki fark çok daha önemsiz hale geliyor. Aslolan varılacak noktadan çok, yolculuğun kendisidir diyip duran yaşam gurularına kulak verecek olursak, bu iyice böyle.

Bu rövanşın gelmeyeceğini düşünüyordu Atatürkçüler; bu rövanşın onlara gerçek ve tam bir hezimeti tattırmasını istiyor Erdoğancılar. Bir sarkaç gibi düşünün - o tarafa gitti, şimdi bu tarafa gidiyor. O tarafa ne kadar ve ne hızla gittiyse, bu tarafa da öyle olacak muhtemelen.

Bizim ömrümüz yeter mi, tarih hızlanır mı bilemem, ama sonrası için şimdiden düşünmek gerek. Türkiye'de bunlar olurken, dünyada da başka sarkaçlar işliyor çünkü. Bizim sarkacın geri dönüş zamanı geldiğinde, sarkaç düzeneğinin kendisi bambaşka bir zemine taşınmış olabilir.