27.3.16

masumiyetin hatırası



dün gece "hatıraların masumiyeti"ni izledik esra'yla. orhan pamuk'u edebi, siyasi ya da kişisel nedenlerle seversiniz ya da sevmezsiniz, ama "masumiyet müzesi" projesi, kitap-müze-belgesel-film paketi olarak düşünüldüğünde gerçekten benzersiz bir iş. romanın kendisi basit bir melodram - aşık olduğu kadınla çok geç tanışan, sonra onu yeniden elde etmek için yıllarca sabırla uğraşan, ama kavuştuğu anda yitiren bir adamın saplantılı hikayesi. bu melodramatik aşkın da çok özgün olmayan bir özelliği var: adam, kadının dokunduğu her şeyi toplamaya başlıyor. orhan pamuk, bu basit çıkış noktasını ve "numara"yı, yarattığı karakteri gölgede bırakacak bir tutku ve saplantıyla öyle bir işledi ve hayata/dünyaya yaydı ki, hayran olmamak elde değil.

bundan çıkarılacak bir ders varsa, o da yaratıcılığın abartıldığı kadar matah bir şey olmadığı bence. tutku ve kendine inanmayla çok daha fazla yol katediliyor. diyebilirsiniz ki yazarın münzevi bir yaratıcı olarak, dünyevi işlerle hercümerç olmamış masum portresini nereye asacağız? iki kuruşluk bir blog yazarının bile kendini pazarlama gurusu sayabildiği bu çağda, yazara dair bu romantik hatıra kendisine artık yalnızca bir müzenin, bir "cabinet of curiosities"in (harikalar odasının) duvarlarında yer bulabilir gibi geliyor bana.

25.3.16

neden bana üzülmedin?



brüksel'deki terörist saldırısına üzülen avrupalıya, amerikalıya bu soruyu sorduk: ankara'ya neden üzülmedin? ilk bakışta makul bir soru: "biz insan değil miyiz?"den yola çıkıyor. oysa her "insan olan"a, "insana dair olan"a eşit derecede üzülemeyeceğimiz kadar çok sayıda üzücü şey oluyor dünyada - hepsine üzülebilecek kapasitemiz yok aslında, ya da hem üzülüp hem yaşamaya devam edebilecek takatimiz. üzülmek sonuçta bir duygu, akılla talep edilebilecek bir şey değil, akılla yapılabilecek bir şey değil. akılla yapabileceğimiz şey şu: üzülmemiz gerektiğini idrak edebiliriz, üzülmediğimiz için suçluluk hissedebiliriz, ama üzülmemizi sağlayamayız. insan sevdiği için üzülür; kendine yakın hissettiği için üzülür; kendine benzeyen için üzülür; kendini onun yerine koyabildiği için üzülür. üzülmüyorsa, bu koşullardan hiçbiri gerçekleşmemiş demektir. "neden bana üzülmedin?" sorusunun cevabı da burada; soruyu da başkasına değil, kendimize sormamız gerekir. türkiye içinde de insanların birilerine üzülürken diğerlerine neden üzülmediğini bu yakıcı açıdan değerlendirmek gerekir.


müstemleke hukuku



22 Mart - Güne başlarken: dün gece ‪#‎StopChildRapeInTurkey‬ hashtag'i dünya çapında en çok konuşulan konu oldu. Karaman'daki utanç ve dehşet verici olayın örtbas edileceğinden endişe duyanların yoğun destek verdiği bir kampanyaya dönüşen hashtag, "ülkemizi yabancılara şikayet edip rezil ediyorlar" çığırtılarını doğurmakta gecikmedi. İki yıl gibi bir süre içinde 45 çocuğa (belki daha fazlasına) sistematik taciz uygulanması hakkında tüm sorumluları ortaya çıkarmak için seferberlik yapılmamasını değil, bu konuyu dünya gündemine getirmeyi utanç verici bulan bir ülke haline nasıl geldiğimiz açık: maddi çıkar peşinden koşmayı en büyük ibadet olarak görmek, hukuk sistemini yok etmek, güvenlik sistemini de kötürüm bırakmak. Bir şehrin karabasansı suskunluğunu deşecek bir hukuk sistemi olsaydı, kimse yakarışlarını dünyaya duyurma ihtiyacı hissetmezdi.

Bunun bir başka örneğini bugünkü gazetelerde okuyacaksınız: Rıza Sarraf, 75 yıl hapis istemiyle ABD'de tutuklandı, aracı olduğu yolsuzlukların hikayesini ve bu hikayelerin nerelere uzanacağını birlikte dinleyeceğiz. Bu hikayeleri bize Türk savcıları değil, Amerikan savcısı Preet Bharara anlatacak.

Asıl rezalet işte bu: kendi hukuku olmayan, başkasının hukukuna muhtaç ve ona mahkum bir müstemleke seviyesine düşürülmek. Bunun sorumluları ve destekçileri kendilerini hiçbir zaman aklayamayacak.



"tamamen hasbelkader seçtim"



ayraç dergisinin mart sayısında: editörlük üzerine bir söyleşi.


sözden korkmak


"Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı bildiriye imza atan ‘Barış İçin Akademisyenler’in İstanbul’daki üyelerinin düzenlediği basın toplantısında ‘Tüm tehditlere rağmen geri adım atmayacağız’ başlıklı açıklamayı okuyan Muzaffer Kaya (Nişantaşı Üni.), Esra Mungan (Boğaziçi Üni.) ve Kıvanç Ersoy (MSGSÜ) adlı üç akademisyen tutuklandı. Onlara destek için Adliye'ye giden Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Chris Stephenson sınırdışı ediliyor.

Öte yandan, mevcut yasalarla düşünceye ve ifadeye yapılabilen zulüm yetmiyormuş gibi, ifade özgürlüğünün daha da kısıtlanıp terör suçu kapsamında değerlendirilmesinin yolu yapılıyor.

Bütün bunlar, insanlar ülkeleri için endişeleniyor ve bu konuda bir şeyler söylüyorlar diye oluyor.

Sözden korkmak, korkuların en ölümcülü. Bir aşamadan sonra da tedavisi imkansız.

14.3.16

Korku İmparatorluğu’nun İki Açmazı



Buraya bir günde gelmedik; bir günde çıkmamız da zor. Sabır ve soğukkanlılık isteyen bir çıkış yolu var gibi geliyor bana (ama bugün, infialin orta yerindeyken, Türkiye’de “sabır” ve “soğukkanlılık” istemek, kendi bacağına kurşun sıkmaktan ne kadar farklı, onu da bilemiyorum).

CHP’nin her zamanki çapsızlığı ve HDP’nin taca çıkmış olması nedeniyle, ülkeyi (iç/dış) savaştan kurtarabilecek tek bir aktör grubu kaldı: AKP seçmeni. Aslında CHP çapsız olmasaydı ve HDP taca çıkmamış olsaydı bile, bir ülkenin yarısı barış istemezse o ülkeye barış gelemeyeceğine göre, AKP seçmeni yine kritik öneme sahip olacaktı.

AKP seçmeninin açmazı şu: Elbette insanların ölmesini istemiyorlar, ama partileri iktidardan giderse başlarına büyük felaketler geleceğine, partinin iktidarda kalmasını sağlayabilecek tek gücün de Erdoğan olduğuna inanıyorlar. Dolayısıyla Erdoğan, AKP seçmeni için bir varoluş meselesi. Diğer her şeyi, kendi varoluşlarını devam ettirecek ya da sona erdirecek unsurlar olarak değerlendiriyorlar. Savaşın kendisi, üzücü olmakla birlikte, varoluşun sona erme ihtimalinden daha kötü değil. Aynı şekilde hukuksuzluk, yolsuzluk, ekonomik ve toplumsal göstergelerin alarm vermesi vs. de endişe verici olmakla birlikte, AKP burjuvazisinin doğuş/konsolidasyon sürecinin karşısında ağır basamıyor. Erdoğan’ın AKP seçmenine kurduğu korku imparatorluğu bu; yıkılması gerek.

AKP burjuvazisinin bu talebini haksız bulmak bence sosyolojik ve tarihsel olarak imkansız. Bunu kabul ettiğimizde, bu bataklık döngüsünden kurtuluşu nerede aramak gerekeceği de biraz daha netleşiyor: AKP seçmeninin iktidarını koruyacak (ve zaman içinde, iktidarda olmasa bile varlığını salimen sürdürebileceğine dair özgüveni sağlayacak), ama bunu Erdoğan’la göbek bağı olmadan yapabilecek bir AKP.

Böyle bir şeyin gerçekleşmesine hep “olasılıksız” muamelesi yapıldı, ama ben çok emin değilim. AKP seçmeni, Erdoğan’sız da “var”lığını ve “varlık”ını sürdürebileceğine ikna olmadıkça, Türkiye’nin ilerlemesi zor.

Bu da bizi AKP’li olmayan seçmenin açmazına getiriyor: siyasal bir kadronun yozlaşmasından ve gözü kara çıkarcılığından kurtulabilmek için; “Cumhuriyet ideolojisi”ne sığınarak bugüne kadar “ülkenin sahipliği”ni paylaşmaya yanaşmadığı dev kitleyi, eşiti olarak kabul etmek ve var olma hakkını tanımak, bunun gereklerini yerine getirmek zorunda. Cumhuriyet’in, AKP’li olmayanlar için kurduğu ve Erdoğan’ın fütursuzca payanda sağladığı bu korku imparatorluğunun da yıkılması gerek.

Bu temelde algısal bir açmaz; aşılması mümkün. Bu aşıldığında, ilk açmazı aşmak da kolaylaşacak. Ama dediğim gibi, ülkenin her tarafında sürekli kan dökülürken, iki korku imparatorluğu iç içe geçmişken ve Erdoğan ikisinden de beslenmenin yolunu bulmuşken, bu sabır ve soğukkanlılık hakkında konuşmak bile zor.



1.3.16

Şaka-Cidden!



Kitapçıya girdi – her zaman gittiği, çalışanlarıyla ayaküstü sohbet ettiği, kendini rahat ve “hoşgelmiş” hissettiği kitapçıya. Tanıdık raflarına yöneldi, bir kitap vardı aradığı, Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk’u - kolayca buldu, aldı, kasaya yöneldi. Kitabı uzatmış, cüzdanından para çıkarmaya davranmıştı ki, daha önce fark etmediği, resmi giyimli bir adamla bir kadının kendisine doğru geldiğini gördü; adam kitabı kasiyerin elinden aldı, başlığını okudu; kadın elindeki kalın klasörden kitabın adını buldu, “38-39,” dedi; resmi giyimli adam kitabın o yaprağını buldu, yırttı ve kitabı ona uzattı. Bakışlarındaki soru işaretlerini gören kadın, yeni muzır neşriyat yasasının bir uygulaması olarak bunu yapmak zorunda olduklarını açıkladı. “Kamera şakası mı bu?” diye sordu şaşkınlıkla. Öyleydi.

Mizahtan, ironiden, alaydan, fıkradan, espriden ayrı bir kategori olarak şakanın temel özelliklerini barındıran bir örnek bu; açmak gerekir. Şaka, iki yanlı bir konumlama oyunudur – şaka yapan, bir meydan yaratır, şaka yapılanın çağrıldığı, onun rızası alınmadan maruz bırakıldığı bir meydandır bu. Dolayısıyla bir “iktidarlanma” söz konusudur – şaka yapan, mevcut ya da gelecekteki izleyiciler nezdinde, şaka yapılana karşı bir iktidar konumuna sahip olduğu iddiasını, bu meydanla birlikte öne sürer. Şaka yapılanın önünde üç seçenek vardır: ya şaka kurgusunu reddedecek ve oyunu ciddiyetle bozarak “şaka kaldırmazlar” kategorisine girmeyi göze alacaktır – bu tutum, iktidar meydanını geçersiz saymaya yönelik bir stratejiyse de, sonuç her zaman umulduğu gibi olmayabilir; ya şaka kurgusunu kabul edecek ama elinden, kendisine gülenlerle birlikte kendisine gülmekten başka birşey gelmeyecektir, böylece de (iyi ihtimalle sevimli bir) salak yerine konmayı göze alacaktır – bu tutum, şaka yapanın iktidarını kabullenmek anlamına gelir elbette; ya da zekice bir manevrayla masayı çevirecek, şaka yapanın meydan okumasına karşılık verecek, bu kez onu bir şakayla karşı karşıya bırakarak iktidara ortak olduğunu gösterecektir. Kimi zaman yalnızca zeka bağlamında bir kapışmadır bu; daha soyut ve sosyal güçlülük iddialarına tercüman olduğu da olur ama.

Şakayı kimlerin yapabileceği, mevcut iktidar ilişkileri tarafından az çok çerçevelenmişse de (patronlar, erkekler, beyazlar, kaslılar vs), kurumsal olarak güçsüzlük atfedilmişlerin şaka yapabilmesi, hatta buna yine kurumsal olarak olanak tanınması rastlanmayan birşey değildir – Kemal Sunal’ı, saray soytarılarını, İsistrata’yı anımsayalım.

Birisine şaka yapma hakkını kendinde görmek, o insan bağlamında, kişinin kendiyle ilgili algısı bağlamında ne anlama gelir? Tersten uzatılmış bir el de olabilir şaka – hedefini yanına çekmeyi, aşağıda kalmasına yeğleyen, eğlencenin iki taraflı olacağını uman birinin uzattığı bir el. Çok masum değildir yine de, çünkü meydan yaratma hakkını kendinde görmüştür bir kere, onun keyfi böyle istediği için karşısındakini kendini kanıtlamak zorunda bırakmanın masumiyeti elbette sınırlı olacaktır, ama küçük düşürmeyi hedeflemiş bir şaka kuran kişiden daha iyi niyetli olduğu da söylenebilir. Niyete bakarak yapılan sınıflamalar nesnellik açısından tartışmalıdır, ama bu noktadan, niyet noktasından hareketle şakanın etiği konusu gündeme getirildiğinde, daha somut bazı şeyler söylemek mümkündür.

Eşitlerin kendi aralarında, alttakilerin üsttekilere, üsttekilerin alttakilere yaptığı şakalar arasında, etik anlamda kategorik farklılıklar vardır. Konumundan kaynaklanan güçle şakayı dayatmak, meydanın “sportmen”liğine gölge düşürür.

Bir şaka ne kadar mükemmelse o kadar ahlaksızdır. Her şaka, ilke olarak kendi şakalığını bir şekilde görülür kılmak, şaka olduğu anlaşıldığında da oyunun bittiğini duyurmak zorundadır. “Bu bir kamera şakası mı?” sorusu sorulduğu anda şaka kapanmıştır, kapandığı duyurulmalıdır; sürdürmek, şakanın doğasını değiştirir, eziyet sınırına yaklaştırır.

Kitlelerin yaptığı şakalar, kitlelere yapılan şakalar ilginç birer alt küme oluşturur. Bir sabah kalktığınızda, “Şaka mı bu?” nidasıyla gazeteye bakmanıza yol açan da bu kümelerdir. Bu nidada, atmaktan imtina edilmiş bir adım sezinlenir oysa – bilincin olduğu yerde, bütün bir evrenin büyük bir şaka olmasını engelleyen nedir ki? Şaka yapan tanrı fikri, semavi dinlerin çok da hoşlanmadığı bir fikirdir, tanrı en iyi olasılıkla bir-iki defa şakalaşmak ihtiyacı hissetmiştir (İbrahim’den oğlunu kurban etmesini istediğinde olduğu gibi), ama bütün sistemi bir şaka üzerine kurduğu fikri hiç hoş karşılanmaz. Eldeki göstergeleri nasıl değerlendirdiğinize bağlı olarak, evrenin (biraz fazla uzatılmış) bir şaka olduğunu savunabileceğiniz gibi, yalnızca kötü bir eziyet olduğunu da söyleyebilirsiniz.

Tanrıdan şaka etiğine uymasını istemek, kuşkusuz ileri gitmek olurdu.


2001