21.11.16

Hobbes'u Sevmeyen Felsefeci



Çocukluğum boyunca, köklü bir ailemiz olduğu söylendi bana, gözümde canlanan yaşlı, yüzyıllar içinde eğilmiş, dallarının hacmi kadar kökü olan ağaç imgesinin özgün bir yanı yok elbette, ama belki doğayı sevmememde payı olmuştur, ailemden hiçbir zaman hazzetmedim çünkü, ne Avrupa’nın en eski Yahudilerinden olan anne tarafımı, ne de beş yüzyıla yakın bir süredir ağırlıklı olarak hukukun çeşitli dallarında –işte yine o ağaç- uzmanlaşmış, saraylara kah yakın durmuş kah düşman kesilmiş ve bir-iki kere bir hükümdarı alaşağı edecek kadar güçlenmişse de genelde bu cüretinin bedelini fazlasıyla ödemiş baba tarafımı sevdim, bir ceza avukatı olan kendi babamdan ve uluslararası hukuk profesörü olan büyükbabamdan özellikle nefret ettim, bunu söyleyebilmek için ikisinin de ölmesini beklemem gerekeceğinden emindim ve bunu kabullenmiştim, ta ki büyükbabamın kız kardeşimi yıllarca sıkıştırıp mıncıkladığı ortaya çıkana kadar, büyükbabamı o gün gömmüştük, aşırı yüksek tansiyonunun kontrol altına alınması için yatırıldığı hastanede yaygın bir enfeksiyona yakalanmış ve bir hafta içinde zatürreeden ölmüştü, o akşam babaannemlerde yedik, kuzenlerim ve amcalarım da vardı, teyzelerimden yalnızca biri oradaydı, dayılarımsa yurtdışında olduklarından “gelememişlerdi”, sakin bir yemekti, babaannemin yardımcısı maharetli bir aşçıydı, herkesin iştahı açılmış gibiydi, mezarlık havası iyi gelmişti belli ki, galiba tatlılar yeni gelmişti, evet, parfemin soğukluğu damağımı uyuşturduğu sırada annem kız kardeşime, o küçükken büyükbabamla oynadıkları oyunu hatırlayıp hatırlamadığını sordu, hangisini, dedi kız kardeşim, Dogma filmlerine layık bir sahnenin hazırlanmakta olduğundan habersizce ve biraz da üstünkörü dinliyordum onları, hani evin içinde bir yere senin için aldığı bir hediyeyi saklardı, dedi annem, sana bir ipucu verirdi, o ipucunun işaret ettiği yerde yeni bir ipucu olurdu, yedinci ipucuysa hediyeye giderdi, çok eğlenirdin, hatırlamıyor musun, diye sordu, hatırlıyorum, dedi kız kardeşim, özellikle de sonuncusunu, önündeki su bardağıyla oynuyordu, yemeklerde yalnızca su içerdi, göstermiş olduğu cesaret, sarhoş olmadığını hatırladığımda beni daha da şaşırtacaktı o yüzden, son hediyem bir maymun biblosuydu, diye devam etti kız kardeşim, masadaki herkesin yüzünde hafif bir tebessüm belirmeye başlamıştı, son ipucunu bulunca kafam çok karışmıştı, dedi, bir türlü çözemiyordum, bir gariplik vardı, hediye iki ayrı yerde gibiydi, sonunda anladım ama, hediye hem büyükbabamın cebinde, hem de çalışma odasındaydı, çünkü büyükbabam oradaydı, koşarak içeri girdim, dedi kız kardeşim, anneme baktı gözlerini bardaktan kaldırıp, duracak gibi oldu, ama devam etti, büyükbabam koltuğunda bir kitap okuyordu, içeri girdiğimde bana bakmadı, geldiğimi fark etmemiş gibi yapıyordu, numara olduğunu anlamıştım, gülerek yanına gittim, hala bakmıyordu bana, elimi önce hırkasının ceplerine soktum, yoktu, pantalon ceplerine baktım ben de, dedi, ressam kuzenim kırmızı şarap yok mu başka, diye sordu birden, küçük amcam şişeyi uzattı, ama herkesin gözü kız kardeşimdeydi, sol cebinden birşey çıktı, dedi kız kardeşim, ne olduğunu anlayamadım önce, ufacık bir maymuna benziyordu, ama bir fazlalık vardı, karnının altından bir sopa yükseliyordu, bu ne, diye sordum büyükbabama, büyükbabam pantalonunun fermuarını açtı ve elimi içeri soktu, terbiyesizleşme, diye bağırdı annem, o günden sonra, diye devam etti kız kardeşim, yeni bir oyuna başladık, oyunun adını yıllar sonra öğrendim, lisede, “eline vermek” deniyormuş, yeter artık, dedi annem, bunu demesiyle ayağa kalkması ve masanın karşısından kız kardeşime çınlayan bir tokat atması sanırım eşzamanlı oldu, bundan çok emin değilim aslında, çünkü buradan bakınca o akşam herşey eşzamanlı olmuş gibi geliyor artık, annem salondan çıktı, kız kardeşim de annemin peşinden gitti, birlikte geri geldiklerinde miydi, yoksa onlar yokken mi, tam kestiremiyorum, konu safarilere geldi, yoksa doğrudan aslanları mı anlatmaya başlamıştı babam, hayatında tek bir aslanla karşılaştığını sanmıyorum, erkek aslanın yuvada durmadığını, ama bir gün, anne aslan avlanmaya gittiğinde çıkagelip yavruları yiyebildiğini anlattı, oradan devrimlere ve devrim liderlerinin genelde nasıl hunharca öldürüldüğüne geçti, nereye ulaşmaya çalışıyordu bilmiyorum, ama aslan hikayesini duyduğumdan beri kusacak gibiydim, büyükbabam kız kardeşimi taciz etmişti, ama aslanlar da kendi yavrularını yiyordu, doğada olurdu böyle şeyler, kuzenimin dediğine göre önümde duran şarap şişesini babamın kafasına geçirmeye çalışmışım, ben yalnızca orospu çocuğu dediğimi ve çıkıp gittiğimi hatırlıyorum, annem o gece mi konuştu benimle, yoksa ertesi sabah mıydı, yanlış anladığımı, babamın öyle birşey kastetmediğini, zaten kız kardeşimin de masadakilerden özür dilediğini, herhalde çok üzgün olduğu için saçmaladığını söylediğini söyledi, Hobbes’da ve daha bir alay felsefeci bozuntusunda vardır bu, Spinoza’da mesela, doğadaki insandan söz ederler, yani toplum öncesi, onların deyimiyle sivil toplum öncesi insandan, doğadaki insan ne yapsa yeridir, çünkü doğada ahlaki sorumluluk yoktur, devletse bu sorumluluğu dayatmak ve insanı insandan korumak için kurulmuştur, sonuçta kız kardeşim evde kalmayı sürdürdü, ben gittim ve dönmedim, felsefe master’ımı bitirmiştim zaten, doktoraya başladım ve bölümde asistan oldum, doğal babalık hakkı olarak adlandırdığım şey üzerine çalışmaya başladım, siyasi ve felsefi düşüncede doğal babalık hakkı, bizimki gibi köklü bir aileden elbette böyle bir kavram çıkacaktı, baba katli kavramı değil herhalde, Cengiz Han’ın ne büyük bir devlet adam, ülkesi için ne büyük bir baba olduğunu bu kavram ışığında ve Hobbes’la Spinoza’ya dayanarak anlatan bildirimi sunmak için buraya gelmemde bir kader cilvesi seziyorum şimdi, kurucusu tarafından yerle bir edilirken güzelim Urbino, mahşerden gelen ve dikilitaşın çevresinde dönüp duran o atlıların önüne atlamam ve gerçekleştirmek üzere oldukları inanılmaz yıkımı engelleyemeyecek bir jest yapmaya kalkışmam bir dereceye kadar anlaşılabilir olsa da, İtalyanca orospu çocuğu diye bağırmam açık bir intihar girişimi olarak görülmesinin yanısıra, iyi bir aileden geldiğimi saklama ve hatta inkar etme çabası olarak da değerlendirilebilir, oysa bunu hiçbir zaman saklamadım, daha en başta köklü bir geleneği olan köklü bir aileden geldiğimi söylemiş olduğumu sanıyorum.

(Gitmeyecekler İçin Urbino)