31.12.15

Dünya Durursa Takvimler de Durur mu?




Kısa Reform Tarihi
Bugün dünyanın önemli bir kısmının kullandığı takvim üzerinde görüş birliği sağlamak hiç de kolay olmamıştı, çünkü sağolsunlar, “takvim reformcuları” diyebileceğimiz bir kavmin üyeleri, insanın temel özelliklerinden bir olan elindekinden memnun olmama duygusunu en yoğun olarak yaşayan bireyler olageldi. İtiraf etmek gerekir ki bu duygunun nesnel temelleri de yok değildi. Julius Caesar’ın İÖ 46 yılında Roma takvimine müdahale ederek, dört yılda bir Şubat ayına bir gün eklenmesini sağlaması, kendi adıyla anılacak bir ay olsun diye değildi yalnızca (takvim değiştiren hükümdarların bu şekilde onurlandırılması bir gelenekti ve daha önce Quintilis olarak adlandırılan, bizim Temmuz dediğimiz ay, onun şerefine July olmuştu); 29 Şubatın eksikliği, bu tarihe gelindiğinde mevsimlerin ciddi olarak kaymasına, kış ortasında bahar havası yaşanmasına yol açmıştı. Caesar Augustus da 29 Şubatın önemini vurgulamış, İÖ 8 yılında bir takvim düzeltisi de o yapmıştı. Ağustos ayının (o zamanki Sextilis) isim babalığı hakkını kazanması da elbette çok normaldi. Bir ayın iç bölünmeleri Jülyen takviminde farklıydı; “kalends”, “nones” ve “ides” vardı. Bunların bizim bildiğimiz yedi günlük haftaya dönüştürülmesi için İmparator Constantine’i, yani dördüncü yüzyılı beklemek gerekecekti. Ne yazık ki Constantine’e gelene kadar bütün aylar kapıldığından, şimdi onu bir ayla anamıyoruz.

Ancak bu kez de takvim yılının güneş yılından biraz uzun olduğu ortaya çıktı. 16. yüzyılda Papa Gregory XIII, danışmanı Christopher Clavius’un aklına uyarak Ekim 1582’den on günü kesip attı ve artık yıl kuralını geliştirdi: 4’e tam bölünen yıllar artık yıl olacak, 100’e bölünenler olmayacak, ama 400’e bölünenler olacak. Ortada isim verilecek ay kalmamış olması, Gregory’nin pratik zekası için kolay lokmaydı: Gregory’nin kendi adını bu takvime vermesi şaşırtıcı olmadı.

Avrupa ülkelerinin çoğu bu reformu görece çabuk benimsedi. İngiltere her zamanki gibi ayağını sürüdü ve 1752’ye kadar bekledi; onunla birlikte beklemek zorunda kalan kolonileri, bu tarihte 11 günlük bir takvim kesintisine de razı oldu. 19. yüzyılda Fransızlar bir “Devrim Takvimi” çıkarıp on iki yıl kadar buna uydu, ama Napoleon 1806’da Gregoryen takvimine döndü. 1871’de Paris’te “Cumhuriyet Takvimi” birkaç aylığına yeniden benimsendiyse de, Parisliler nostaljiden çabuk sıkıldı.

Rusya ve Sovyetler Birliği, Devrimden sonra, 1918’de Gregoryen takvimini kabul etti, Doğu Ortodoks Kiliseleri Jülyen takvimini 1923’e kadar kullanmayı sürdürdü; bu tarihte kiliselerden bazıları Ekimin ilk 13 gününü atlayıp “gözden geçirilmiş Jülyen takvimi”ni kullanmaya başladı; bu takvimin artık yıl hesaplaması da kendine özgüydü. Bunun sonucunda Ortodoks kiliseleri arasında bir eski takvimciler-yeni takvimciler ayrımı ortaya çıktı – kan davası hala sürüyor.

Günümüzdeki Memnuniyetsizlikler ve Hal Çareleri
Gregoryen takvimi bütün sorunları çözmüş müydü? Hayır, bin kere hayır. Öncelikle Amerikalılar hangi ayın 30, hangisinin 31 çektiğini hala karıştırıyordu; uydurdukları tekerlemeyi de akıllarında tutamadıklarından fena halde sıkıntıdaydılar (parmak eklemi sayma tekniği Türk patentlidir). Ayrıca bir yıldaki gün sayısının hafta sayısına tam bölünememesinden kaynaklanan kayma pek çok insanın sinirini bozuyordu, yani her ayın 12’si diyelim ki hep Pazartesi olsa fena mı olurdu? Yöneticiler, dünya liderleri bu konuda birşey yapamaz mıydı?

Elbette yapabilirdi. Nitekim şu anda Birleşmiş Milletler düzeyinde etkin olan çeşitli reform girişimlerinin yanısıra, örneğin İngiltere’de taraftar toplamaya çalışan yeni bir takvim projesi var. Bunları bir gözden geçirmek, sonra da kendi naçiz –ama köklü- önerimi getirmek istiyorum.

Dünya Takvimi: Şu anda en fazla taraftar toplamayı başaran bu takvimde, bir yıl 364 günden oluşuyor; yine 12 ay var ve aylar, 31-30-30 sırasıyla gidiyor. Yılbaşı her zaman Pazara denk geliyor. İki ek gün gerekiyor bu takvimde, bu ek günler normal takvim günlerinin dışında sayılıyor, o yüzden de “boş gün” muamelesi görüyor; bir tanesi yılsonuna eklenen Dünya Günü (böylece yıl 365 güne tamamlanıyor), bir tanesi de artık yıllar için kullanılacak olan Artıkyıl Günü. (“Boş gün” fikrini 1745’te ilk ortaya atan, Amerika’da Maryland’de yaşayan ve Hiroosa Ap-lecim mahlasını kullanan bir kolonistti; fikri aslında adı kadar saçma değildi.)

Sabit Hafta Takvimi: Yılda yine 12 ay var, ancak her hafta altı günden, her ay da 5 haftadan oluşuyor. Her ay, her yıl, Pazartesi ile başlıyor. Bir ayın takvimi her ay için geçerli. Bu takvimde Pazar günleri kaldırılıyor, yalnızca çift sayılı ayların sonuna (Aralık hariç) bir Pazar ekleniyor. Artık yıllardaysa Aralık ayı da 31 çekiyor. Dolayısıyla 10 Martın hangi güne geldiğini bir kez ezberlediniz mi bir daha sorun yaşamıyorsunuz.

Bonavyan Takvimi: 364 gün, 12 ay, haftalar 7 günlük; ancak aylar 35-28-28 döngüsüyle gidiyor. Haftalar, aylar ve yıllar Pazar günüyle başlıyor. 28 yılda 5 defa, Aralık ayının sonuna bir hafta ekleniyor. 896’ya bölünen yıllarda artık hafta iptal ediliyor.

Yeni Binyıl Takvimi: Bu takvim İngiltere’de çok revaçta. Bir yılda 365 gün ve 12 ay var, her ay 30 çekiyor, Nisan 35. Bu takvimde de bir haftada 6 gün var, Pazartesiyi iptal etmişler (destekliyorum); her haftada 4 iş günü var, ama hafta sayısı 61’e çıktığından işgücü kaybolmuyor. Her hafta, her ay ve her yıl Pazarla başlıyor.

13 Ay Takvimi: Fikir babalığını Auguste Comte’un yaptığı ve 1849’da ortaya atılan bu takvimde her ay 28 günden, her ay dört haftadan, her yıl da 13 aydan oluşuyor. Burada da iki “boş gün” kullanılıyor. Ortaya yeni bir ay çıkıyor, adı Sol. 20. yüzyılda Amerika’da Eastman, İngiltere’de Cotsworth tarafından savunulan ve onların adlarıyla anılan bu takvim, Amerikalıların tepkisini çekti – 4 Temmuz 17 Sol’a denk geliyordu ve bu fikir onlara (ve herhalde Tom Cruise’a) hiç de cazip gözükmüyordu. 1937’de konuyu gündemine alan Milletler Cemiyeti, bu tasarıyı reddedip gömdü.

Onlu Takvim: Adı üzerinde, onlu sisteme dayanan bu takvimde 10 ay var; çift sayılı aylar 36, tek sayılılar 37 çekiyor, artık yıllarda Şubata bir gün ekleniyor.

Asıl Sorun Ne?
Yukarıdaki önerilerin istisnasız hepsi, birtakım sayısal cambazlıklara dayanıyor, gözünüzden kaçmamıştır. Oysa asıl sorun, insanlığın bu dünyadaki varoluşunun temel koşullarından ve günümüzde gelinen noktadaki yaşam biçiminin bu koşullara artık uymamasından kaynaklanıyor. Bu sorunu iki öbekte netleştirebiliriz:

1.Mevsimler çok uzun. Çağdaş toplumları “hız toplumu” olarak tanımlamak mümkün, bunun sonucunda da dikkatin dağılmasını, insanların sıkılmasını engellemek gittikçe zorlaşıyor. Üç ay süren kışlar yüzünden insanlar Şubat ayında sıcak yaz günlerinin, bitmek bilmeyen yaz sıcaklarında da kazak giyecekleri soğuk günlerin özlemini çekiyor ve bunalıma giriyor. Oysa iki aylık mevsimler mükemmel olurdu, tadı damağımızda kalırdı.

2.Günler yetmiyor. 24 saatlik günler, çağdaş toplumlardaki koşuşturmalı yaşam biçimi için yetmez oldu. Bize artık 30 saatlik günler lazım, bunu da gece-gündüz döngüsüne uygun bir şekilde gerçekleştirmek şart, aksi halde biyolojik saatler şaşkına döner, yazık olur.

Çözüm Ne?
Birinci sorunun kaynağı, dünyanın güneş etrafında yeterince hızlı dönmemesi; dolayısıyla da bu hızı arttırmak gerek. Günümüz teknolojisi ve mühendislik bilgisi, dünyanın dönüş yönüne uygun, tercihen ekvator bölgesinde gerçekleştirilecek bir dizi bombanın yatacağı ivmelenmeyle bu hızı arttırabilecektir.

İkinci sorunu çözmek için yapılması gereken şey açık: dünyanın kendi etrafında dönmesi yavaşlatılmalı. Bunun nasıl olacağını şöyle bir analojiyle açıklamak mümkün: buz dansı yapan ve kendi etrafında dönen bir dansçıyı gözünüzün önüne getirin – hızlanmak için kollarını vücuduna doğru çeker, kollarını açtığındaysa yavaşlar. Basit bir fizik kuralı işlemektedir burada: kendi etrafında dönen bir cismin ağırlığı dönüş eksenine ne kadar yakınsa hızı o kadar artar, ağırlığın dağılımı eksenden ne kadar uzağa düşerse, dönme hızı da o kadar yavaş olur. Dünya örneğine gelirsek: ekvator bölgesine ağırlık taşımak gerekli, çünkü burası eksenden en uzak olan nokta. Kuzey ve güney yarımkürenin kutuplara olabildiğince yakın bölgelerinden kazılarak alınacak topraklar, düzenli aralıklarla ekvatora yerleştirilmeli; okyanusa dökmek de geçerli bir yöntem olabilir. İlk sorunu çözerken açılan kraterler bu topraklarla doldurulabilir.

Birtakım Sonuçlar
Sekiz aylık bir yıl size nasıl geliyor? Bir kere dört aydan feragat etmemiz gerekecek. Dolayısıyla insan ömrünün hesaplanmasından tutun, sebze-meyve yetiştirme döngüleri (gerçi artık seracılık çok yaygın ama olsun), dini ve milli bayramlar, doğumgünleri vs tümüyle alt üst olacak. İnsan ömrünün bir çırpıda uzatılmasının kötü bir yanını göremiyorum. Önemli günler bahsindeyse bir yoğunlaştırma programı uygulanabilir – daha geniş bir takvimi daha dar bir takvime sıkıştırmak zor değil, sadece bazı günler üst üste binecek. Doğa ise kendi başının çaresine bakacak güçtedir.

30 saatlik gün nedeniyle de bir dizi karışıklık ortaya çıkacak – gece ve gündüz on beşer saat olacak, ama bunun ne kadarı iş saati olarak geçecek? İnsanlar 12 saatlik gecede 8 saat uyurken, 15 saatlik gecede 10 saat mi uyumaya başlayacak? Saat endüstrisi bu duruma ne diyecek? Bunları ve başka soruları tartışabiliriz; korkunun ecele faydası yok, önemli olan devrim coşkusudur.

Hazır Oynamaya Başlamışken
Dünyanın ekseninin eğikliğini de düzeltmek mümkün olsa gerek. O zaman mevsim derdimiz de olmaz. Bu sıkıcı olabilir. Öte yandan dünyanın güneş etrafında dönüşünü hızlandırmak için, güneşe daha yakın bir yörüngeye oturtulması da düşünülebilir. Ama havaların çok fazla ısınmasını göze almamız gerekir ki, ben şahsen alamam.

Sonuç İtibariyle
Yılların 8 ay, günlerin 30 saat olmasından sonra, takvimi daha rasyonel bir şekilde tasarlamak mümkün olacaktır ve o zaman, yazının başında sayılan önerilere kulak verilecektir. Ama ancak o zaman! Önce, köklü sorunlara kökten çözümler bulunmalı, YENİ DÜNYA TASARIMI’ndan korkulmamalıdır! Gün bu gündür!

(2000)


26.12.15

sanat tarihinde recep tayyip erdoğan - paralel okumalar



bu fotoğraftaki en güzel şey, gözlüklü koruma bence. nereden nereye... (ikincisi caravaggio)




yine müthiş bir tablo. hiçbir bakış çizgisinin kesişmediği, kurmaca acının kurmaca bile olsun ilgi göremediği bir dram sahnesi/ sahnelenmiş bir dram. sinisizmin yeni bir doruğu. (ikincisi jan van hemessen)