23.6.11

sokaklara yazmak

[sıcak nal, sayı 8]

“Sokak sanatı” 1960’larda yaygınlık kazanan bir eylem türü olmuştu – o zamanlar adına “graffiti” deniyordu tabii, temel bir ideolojik duruşu vardı, kapitalizme ve sokak reklamlarına karşıydı, devasa reklam tabelalarının gözümüzün içine soktuğu mesajlara karşı, aynı silahı kullanarak yanıt vermek istiyordu. Nihilist bir açmaza kapılması uzun sürmedi: hangi çirkinin daha az kötü olduğu tartışılabilir oldu bir aşamadan sonra, hatta şehir mutenalaştırma endüstrisi, fakirliğin kavurduğu mahallelerde graffitinin ortaya çıkması olgusunun karşısına, gariffitinin ortaya çıktığı mahallelerin fakirleşmesini sürdü – nezih insanlar, dükkanlar, lokantalar vs, duvarları baştan başa graffitiyle berbat edilmiş sokaklardan kaçıyordu. 1980’lerde New York’un suçtan arındırılması projesinde graffitinin ortadan kaldırılması, özellikle metro duvarlarının ve vagonlarının temizlenmesi, başlıca gündem maddelerinden biriydi.

Bu dönemle birlikte, ama 1990’larda iyice hız kazanacak bir biçimde, graffiti gitti, yerine “sokak sanatı” geldi. Bugün Londra Tate Modern’da sergisi açılacak kadar kabul edilmiş, saygın bir sanat formu sokak sanatı; graffitiden sonra epey mesafe katedilmiş olunduğu da açık. Bu alanda çok dikkat çekici isimler, yapıtlar var; ama burada bunların bir dökümünü ya da eleştirisini yapmak değil benim ilgimi çeken – bir “yazı alanı” olarak sokakların kullanımına bakalım istiyorum.
2000’de, yani “yeni binyıl” teraneleri arşı sarmışken, ben New York’tayken, artık eni konu ünlenmiş sokak sanatçısı  de la Vega, sokak peygamberliğine soyunmuştu: kutsal kitabının “ayet”lerini Broadway’in kaldırımlarına, tebeşirle yazıyordu. Oldukça “new age” mesajlardı bunlar, “Düşünüze dönüşün,” “Yaşam denen sahnede sizin de sıranız gelecek,” “Kader sizi kısmetinize götürüyor” gibi, ama bana asıl ilginç gelen kısmı, o sıralarda artık internetin gayet yaygın olması ve dela Vega’nın buna rağmen yazısını sokaklara yazmayı yeğlemesiydi, hem de kaldırımlara, hem de tebeşirle – “söz uçar, yazı da uçar” dercesine.
Sokaklara yazma geleneğinin öncesi var elbette, sonrası da var – adrenalin, görünürlük, ama gizlilik bu geleneğin yazarlarının en çekici bulduğu yönler herhalde. Facebook’taki duvarlara ya da bloglara yazmaktansa, internetin kimlik gizlemeyi çok kolaylaştıran ve aslında kalıcılığı çok daha fazla olan ortamını, çok daha geniş bir kitleye ulaşma potansiyelini kullanmaktansa  sokağın, günlük yaşamın, o sokaktan geçenlerin sahiciliğini seçiyorlar. Kalıcılık onların peşinde olduğu birşey değil zaten – uçucu olması iyi geliyor onlara, yakalayan yakalasın.
Metin olarak bakıldığında, çoğunlukla bir-iki sözcük, en kabadayısından birkaç cümle oluyor bu yazılar – SMS’in, “flash fiction” ya da “sudden fiction” denen öykü türünün yaygınlaştığı bir dönemde bu da aykırı bir özellik sayılmaz artık. Bu kadarlık bir söz hakkıyla yapılacak çok şey var zaten: sanatta kadın-erkek eşitsizliğini, internet çağında yoksul toplumların yoksulluğuyla zengin toplumların zenginliğinin oluşturduğu tezatları, modern kentlerde suça terk edilmiş mahalleleri, tüketim çılgınlığının kapladığı toplumsal alanları, gelir dağılımındaki eşitsizliği eleştirebilirsiniz örneğin.
Bu yazılara yalnızca metin olarak bakmamak gerek öte yandan. Yazıldıkları ortamın seçimi, yazı biçimi, bu metinleri görsel bir unsur haline, yani düpedüz sokak sanatı haline de getiriyor. Minelli’nin Facebook’u, Fekner’in Broken Promises’i,  başka yerlerde çok başka anlamlara sahip olurdu; orada oldukları için, “yere özel” bir anlam kazanıyorlar. Vinchen’in çalışması, Londra metrosunun “mind the gap” (boşluğa dikkat edin”) işaretlerine doğrudan gönderme yapıyor, görsel dilini kullanarak ek bir katman kazanıyor.
Bizde sokaklar, uzun bir dönem dolaysız aşkın (“Seni seviyorum Çiğdem”), taraftarlığın (“Çarşı Ulan!”)ve siyasetin sayfaları olarak kullanıldı, ama oldukça sınırlı bir kullanımdı bu – “THKP-C”ler, “Dev-Sol”lar vardı, “CHP”ler fırça marifetiyle “AP”ye dönüştürülürdü bazen, çok çok “Tek yol devrim” mesajını okurduk. 2000’lerden sonra yeni bir sokak dilinin geliştiğine tanık olduk –“Nuri Alço”lar sardı İstanbul’u örneğin; “Kulübe hoşgeldiniz” ya da “Deniz misin, liman mı?” gibi metinlerin çoğaltıldığını da gördük.
Sokaklara yazmanın yeni biçimlerinin bulunmasıyla, yeni içeriklerin de ortaya çıkacağını, burada da graffitiden sokak sanatına evrilmeye benzer bir gelişme yaşanacağını düşünüyorum. Nitelikli sözü sokakta daha çok görebileceğimizi düşünüyorum; kimbilir, belki nitelikli edebiyatı da.
1. Guerilla Girls, Do Women Have to Be Naked to Get into the Met. Museum? (Kadınlar Met. Museum’a Girebilmek için Çıplak mı Olmak Zorunda?); New York, 1989


2. Filippo Minelli, Facebook; Bamako-Mali, 2008
3. John Fekner, Broken Promises (Yıkık Hayaller); Güney Bronx-New York, 1980
4. Jenny Hozer, Inflammatory Essays (Kışkırtıcı Denemeler); New York, 1983
Don’t talk down to me. Don’t be polite to me. Don’t try to make me feel nice. Don’t relax. I’ll cut the smile off your face. You think I don’t know what’s going on. You think I’m afraid to react. The joke’s on you. I’m biding my time, looking for the spot. You think no one can reach you, no one can have what you have. I’ve been planning while you’re playing. I’ve been saving while you’re spending. The game is almost over so it’s time you acknowledge me. Do you want to fall not ever knowing who took you?” (Bana ukalalık taslama. Bana nazik davranma. Kendimi iyi hissettirmeye çalışma. Suratından gülümsemeni kazıyacağım senin. Neler olup bittiğini bilmiyorum sanıyorsun. Tepki vermeye korktuğumu sanıyorsun. Sen daha öyle san. Zamanını kolluyorum, yerini kolluyorum. Kimse sana ulaşamaz, senin sahip olduklarına sahip olamaz sanıyorsun. sen oynarken ben plan yapıyordum. Sen harcarken ben biriktiriyordum. Oyun neredeyse bitti, o yüzden artık benim farkıma varsan iyi olur. Yoksa düştüğünde, canını kimin aldığını asla bilmemek mi istiyorsun?)
5. Freedom, Page 1/ Bookends (Sayfa 1 / Kitap Destekleri); Freedom Tunnel, New York, 1982.

‘Twas the night before doomsday
When all through the earth
Everything was a ‘stirrin’
Full of horror & mirth –
The avenues streaming
Young women ran screaming
“Beware, oh beware
What befalls all today:
The Abortion of freedom
Has bought [sic] on doomsday!”
page 1

(Kıyamet gününden önceki geceydi/ Dünyanın her yerinde/ herşey hareket halindeydi/ Dehşet ve neşe içinde /Caddeler dolu/ Genç kadınlar koaşarken bağırışıyordu:/ “Sakının, sakının/ Bugün herkesin başına geleceklerden:/ Özgürlüğün sonu gelince/ Kıyamet de geldi!”)

6. John Fekner, My Ad Is No Ad (Benim Reklamım Reklam Değil); Sunnyside-New York, 1980
7. Jenny Holzer, Survival (Hayatta Kalma); New York, 1983
Put food out in the same place everyday and talk to the people who come to eat and organize them (Her gün aynı yere yiyecek koyun, yemeye gelen insanlarla konuşun ve onları örgütleyin)
8. Shepard Fairey, Architecture Doesn’t Love You Anymore (Mimari Seni Sevmiyor Artık); Philadelphia, 1996
9. Vinchen, Mind the Income Gap (Gelir Uçurumuna Dikkat Edin); Columbus-Ohio; 2005




10. Free, The aesthetic function of public art is to codify social distinctions as natural ones (Kamusal sanatın estetik işlevi, toplumsal farklılıkları doğal farklılıklar olarak kodlamaktır); Venedik, 2005
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.