12.6.25

A Thermodynamic Model of Capitalist Profit: Entropy Reduction in Production and Innovation*

Abstract: This paper proposes a reformulation of capitalist profit, departing from classical Marxist surplus value theory and reframing it as a function of entropy reduction in three dimensions: the material organization of production, the conceptual organization of innovation, and the labor-mediated transformation of entropy itself. Drawing inspiration from thermodynamics and information theory, this approach models profit (K) as a function of the system's transformation from disorganized to organized states across time, integrating labor as an irreducible entropic agent.


1. Introduction

Traditional Marxist economics locates the source of capitalist profit in the exploitation of labor: surplus value extracted from workers whose labor produces more value than their wages reflect. While analytically powerful, this theory underrepresents the organizational and conceptual inputs the capitalist contributes, particularly in high-complexity or innovation-driven contexts. This paper introduces a model that supplements surplus-value theory with entropy-based reasoning, and further argues that labor itself is a key entropy-reducing force in any production system.


2. Entropy in Economic Systems

We define economic entropy as a measure of systemic disorganization, drawing metaphorically from thermodynamics and information theory. A capitalist intervention reduces entropy by creating ordered structures:

Constructing supply chains

Hiring and coordinating labor

Designing production workflows

Introducing new product concepts

In addition, labor itself is framed not merely as a commodity or variable input, but as a direct entropy-reducing agent—transforming raw materials into ordered, value-bearing outputs. Without labor, entropy-reduction does not materialize in physical form.


3. Formal Model

Let

E(0) = baseline entropy state (pre-ideation)

E(1) = entropy after conceptual organization (idea formed, not yet implemented)

E(2) = entropy after productional organization (system fully structured and operational)


3.1 Entropy Reduction in Production

where

c(p) is the productivity coefficient of entropy reduction in material organization.


3.2 Entropy Reduction in Innovation

where

c(i) is the coefficient of innovational productivity (e.g., creativity, market vision)


3.3 Entropy Reduction through Labor

We now introduce a labor function measuring the entropy-reducing capacity of applied labor over time. Labor reduces entropy directly through purposeful, ordered action:

where

c(l) is the coefficient of productivity through labor.


4. Temporal Dynamics

All coefficients  vary with time. Market competition, fatigue, training, and saturation cause productivity to evolve or decay:


5. Combined Profit Function

Integrating these over time yields the cumulative profit outcome:

This captures the full entropy-reducing profit function across innovation, capital organization, and labor.

6. Discussion

This model presents an alternative to the labor-only theory of value without abandoning the Marxist insight that value arises from transformation. It frames the capitalist as an active entropy-reducing agent, and labor as the thermodynamic mechanism by which entropy is physically overcome. Labor is not just exploited—it is the very tool through which entropy is converted into form.

It also accommodates:

  • Temporary monopolistic profits (high in early idea phase)

  • Diminishing returns (falling over time)

  • Labor's varying contribution to order and complexity over the process timeline


7. Conclusion

Profit, in this entropy-based framework, is the measurable reward for reorganizing chaos into order. It includes the brute logistics of setting up production, the delicate act of ideation, and the essential transformation performed by labor. This tripartite reduction of entropy offers a productive re-reading of capitalist value creation that spans both classical material and modern conceptual economies.


Keywords: entropy, profit, Marxism, innovation, production, thermoeconomics, creativity, labor theory, entropy reduction


*Reworking of a previous informal article by the author - "Kar Marx (ya da Kar Marksimizasyonu", 2014.

9.6.25

Bir Isaac Asimov: Akşam Ajansı

geliştiği görülse de, herşeyin aslında boşuna olduğu düşüncesi, tarihtesi en eski saplantılardan biridir: herşeyin bir sonu vardır çünkü. Yalnızca kişisel yaşantıların ve yaşamların, toplumsal akımların ve değişimlerin değil, dünyanın, güneşin ve evrenin de birer sonunun olması, bu “son”un yüz milyonlarca yıl sonra gerçekleşecek olmasına karşın, örneğin post-modernizmin bugünü, yarını ve geçmişi (doğru) anlamak ve geleceğe ilişkin (mega) projeler üretmek yönündeki eğilimi bir zaaf olarak görüp kenara itmesine, odağına bugünü yerleştirmesine ve modernizmin hümanist ve merkezdeki bireyinin yerine nihilist, hedonist, narsisist ve kenardaki bireyi koymasına yol açmıştı. Yirminci yüzyılın, bu açıdan da insan için şizoidleştirici unsurlar barındırdığı açıktır – sonsuz olmayan hiçbir şeye bağlanmak istemeyen insan, böyle bir şeyi bulmanın mümkün olmadığını anlayınca, kendisini yalnızca “an” bağlamında tanımlamaya, dolayısıyla da, modern fizik ve astronominin doğuşundan beri (yani evrenin merkezinde olmadığını keşfettiği günden beri) yaşadığı marjinalleşme / önemsizleşme sürecini, mantıksal sonuçlarına götürmeye, kendisini ve dünyayı algılayış biçimine de uygulamaya başladı. Postmodern bireyin yaratıcı üretim ya da istikrarlı ekonomik büyümeyle belirlenmiş bir post-modern toplum yaratması beklenemezdi; zaten bunlar da post-modernizmin öncelikleri değildi.  Evrenin yeterli kütleye sahip olduğunun kesin olarak anlaşılması ve “Kültür Mirası” fikrinin geliştirilmesi de yirminci yüzyılın sonlarında oldu. Yeterli kütle demek, “Big Bang” sonrası genişleyen evrenin, bir sınıra ulaştıktan sonra yeniden daralmaya başlaması ve o ilk andaki korkunç yoğunluğa ulaştıktan sonra yeniden patlaması, yeni bir evrenin ortaya çıkması demekti. Eğer uzay-zamanın bu daralışına karşı koyabilecek, uzay “dışındaki” bir referans noktasına göre sabit bir konumu koruyabilecek bir sistem geliştirilebilirse, insanlığın yaratmış olduğu kültürün önemli bir bölümü buna yüklenebilir ve böylece bu birikim, bir sonraki evrene aktarılabilirdi. Dolayısıyla, boşuna olmayabilirdi herşey. Görünüşte basit bir temele dayanan bu fikrin, aşılmaz gibi gözüken sorunlar içerdiği kısa sürede anlaşıldı: daralan evrenin çekim gücüne karşı koymak, eksponansiyel olarak zorlaşacak ve son aşamada inanılmaz bir güç gerektirecekti. Bir işe yaraması için, bu “kültür mirası istasyonları”ndan bir ağ oluşturulması şarttı – bu ağ, uzayzamanın merkezinden ne kadar uzakta oluşturulursa, o kadar çok istasyon lazım olacaktı; bu uzaklığın da belirli bir minimum değeri vardı, çünkü “Big Bang”in ne kadar yakınına yerleştirilirse, bir uygarlığın gelişmesi ve istasyonların barındırdığı “mesaj”ı algılayabilecek ve kullanabilecek düzeye erişmesi için o kadar az zaman tanınmış olacaktı. Değişik frekanslardan sürekli yayın yapacak radyo istasyonlarının, böyle bir ağın oluşturulmasını kolaylaştıracağı öngörülüyordu. Aktarılmak istenen kültürün kodlanması da başka bir sorundu – dünyadakinden çok farklı olacağı varsayılan bir zekanın çözebileceği bir kodlama yöntemi bulunmalıydı. Bir başka sorun, “kültür”ün nelerden oluştuğu konusunda bir görüş birliği olmaması, hatta bu “insanlık projesi”ni gerçekleştirmeyi yüklenen devletlerin (bu elbette bütün devletlerin ortak katılımıyla gerçekleşecekti, ama bilindiği gibi, bazıları daha eşitti), ince ya da pek de ince olmayan bir biçimde, kendi değerlerine göre bir öncelik sırası ve bakış açısı dayatması korkusuydu.  

Bütün bu sorunlar, modernist paradigmanın yeniden canlanmasına ve o zamana dek görülmüş en kapsamlı “araştırma programları”nın tasarlanmasına yol açtı. Bu hummalı etkinliğin ortasında, bir önceki evrenden de bu evrene, benzer bir mirasın bırakılmış olabileceği düşüncesi müthiş bir hızla dünyanın her köşesine yayıldı ve bu olası istasyonların yayınlarını yakalamak, astronomlardan başlayıp, kaliteli bir el radyosuna sahip herkese uzanan bir yelpazedeki insanların başlıca yaşama amacı haline geldi. Süpernovaları ve “Big Bang”i incelemek (dinlemek) üzere daha önce kurulmuş olan, uzayda ve yeryüzündeki gözlemevlerinin birçoğu ve en gelişkinleri de bu amaç doğrultusunda çalışmaya başladı. Uzay-zaman dokusunda düzenli ve spesifik bazı bozuklukların görülmesi, bu istasyonların varlığına duyulan inancı güçlendirirdi.  Bundan yalnızca birkaç yıl sonra, dünyanın çevresinde yörüngeye oturtulan ve Birleşmiş Milletler bayrağı taşıyan, o güne dek yapılmış radyo-tetkik istasyonlarının en gelişkini olan BEWELL uydusu, duyarlılık sınırındaki bir cisimden yayın almaya ve bunu dünyadaki alıcılara aktarmaya başladı. Gelen yayının çözülmesi 2005 yılında oldu; iletişim uyduları aracılığıyla bu yayın tüm dünyaya aktarıldı. Üç yıl kadar süren bu yayının sosyolojik, politik ve psikolojik etki ve sonuçları, bugün bile yeterince anlaşılmış değildir. Daralan bir evrende “sabit” bir konumu korumanın olanaksızlığının bazı bilimadamlarınca kanıtlanmasından ve ardından, bu yayının arkasında, dönemin en güçlü ülkelerinin bazılarının bazı yöneticilerinin bilgisi dahilinde, farklı uluslardan otuz dokuz bilim, düşün ve sanat adamının oluşturduğu bir grubun (“The Thirty-Nine Steps” adıyla anılıyordu) olduğunun ortaya çıkarılmasından sonra bile (yani var olduğu düşünülen bir şeyin var olacağını savunan Borges-Jung-Asimov kuramının bir kez daha doğrulanmasından sonra bile), bu yayının kayıtlarının, yüz milyonlarca insanın yaşamını yönlendiren bir “kutsal” kaynak olmayı sürdürmesi, sayısız araştırmaya ve post-modernistlerin 


(Sanat Dünyamız sayı 51, Bahar 1993; Gizli Hava Müzesi, 1995)

24.5.25

Eşitlik, Özgürlük, Dayanışma ve Demokrasinin Ölümü

Liberal demokrasi son saatlerini yaşıyor, o da eğer yaşıyorsa. Ekonomik güç her zaman siyasal güç üzerinde etki sahibiydi, parası olan düdüğü çalıyordu ve bu hep böyleydi ama değişen şey, “aklın üstünlüğü”, “güçler ayrılığı”, “sosyal adalet”, “dengeler politikası”, “saldırmazlık” gibi kavramlara duyulan inanç ya da bunların artık dünya çapında geçerliliklerini yitirmesi. Liberal demokrasinin yerine gelen şey, daha çok eşitlik-özgürlük-dayanışma sunan bir sistem değil; uluslararası sermayenin ve yerel temsilcilerinin eski mahcubiyetlerini tamamen terk ederek ve bunu ultra-popülist bir siyasetle birleştirerek, dolayısıyla kitlesel desteği de yedekleyerek gemi azıya aldıkları, kaotik, baskınlarla ilerleyen, gücü hızla konsolide eden ve bir kez etti mi bırakmayan, teknokratik, otokratik, devletçi, merkeziyetçi, patronaja dayalı bir sistem, “bam-bam-bam” sistemi.

Bu sistemde yerel ve uluslararası siyasal pazarlıkların tümü, ekonomik kas gücüne dayanıyor, her şey bir bilek güreşi gibi yönetiliyor. Uzun vadeli stratejilerin yerini anlık taktikler alıyor; daha elli yıl önce “bel altı vuruş” sayılacak ve protesto edilecek şeyler kural kitabına girmiş durumda. Devlet aygıtını eline geçirmek Marx’ın öngördüğünden çok daha çıplak bir para transferi örgüsüne ulaştı; eski denizaşırı sömürgecilik çok farklı formlarda (çöp ihracı, göçmen depolama vs.) büyüyerek sürerken kendi topraklarını ve insanlarını güç ve çıkar için sömürmek de engellenebilir olmaktan çıktı.

Yeni sistemin yükselişinin temelinde bireyselciliğin yükselişini, “ben öyle hissediyorsam/düşünüyorsam öyledir” göreceliliğini arayanlar çok haksız değil. Hakikati konuşma imkanlarının ve daha da önemlisi hakikati algılama kapasitesinin erozyonu, eğitim erozyonuyla, etnosantrik bir milliyetçilikle, normatif aile yapısının yeniden dayatılmasıyla kol kola gidiyor; devlet aygıtı tarafından tanımlanan ve dayatılan “bizden olanlar-olmayanlar” ayrımı hakikati anlamsız kılıyor.

Böyle bir ortamda, zaten kırılgan bir doğası olan demokratik kurum ve işleyişlerin darmadağın olduğunu görüyoruz. Demokratik onay fabrikasyonu da artık kanıksanmaya başlamış durumda; Batı demokrasilerini sarması çok uzun sürmeyecek gibi. Popülizm burada devreye giriyor – kendisini “bizden olanlar” içinde tanımlayan kitleler büyük ve patronaj ağından besleniyorlar, demokrasiye ihtiyaçları olmadığına eminler; kendilerini iktidarda sanıyorlar ve bunda önceki ezilmişliğin rövanşını alma duygusu çok hakim. Bunun baş döndürücülüğü, gerçek güç sahipleri tarafından ne kadar kolay harcanabileceklerini gizliyor; harcanan yandaşlarını gördüklerinde bile bunu münferit bir olay olarak görme, kendilerinin bu tür muamelelerden muaf görme eğilimindeler.

İşler bu noktaya gelmişken sol dünyada ve Türkiye’de ne yapabilir? Her ülkenin saati kendine göre işler elbette, ama bir şeyler yapmak için pek zaman kalmadı gibi görünüyor. Kapitalistlerin küresel ve yerel organizasyon kapasitesi, sosyalistlerin herhalde on bin katı kadar, oysa artık mücadele, hiçbir zaman olmadığı kadar küresel olmak zorunda. Her şeyin başı, her zaman olduğu gibi devlet aygıtını ele geçirmekte ve elinde tutmakta, bunun için de üç şey elzem görünüyor: birincisi “bizden olanlar-olmayanlar” dikotomisini kesin bir biçimde kırmak, ikincisi kapitali yanına almak, üçüncüsü de zincirlerinden hepten boşanmış kapitalist açgözlülüğün dünyanın sonunu getirdiğini, elitist ve soyut söylemin dışında, hakikati umursamayan kitleleri bile ikna edecek bir söylemle konuşmak (ikiyle üçün çelişkisini aşabilmek kilit önemde, aşağıda tekrar değineceğim). Birincisi, sağlıklı bir toplum, bir “halk” olmanın temel koşulu; diğerini düşman olarak değil güvenilir bir insan olarak görmeden hiçbir toplumsal dönüşüm mümkün olmuyor. İkincisi bir gerçeğin kabullenilmesi; kapitalisti yok edemiyorsanız, varlığını sürdürebilmesinin koşulunun dizgin takmayı kabul etmesi olduğunu kabul ettireceksiniz. Buna karşı direnç küresel ve bel altı olacağı için buna denk bir uluslararası dayanışma şart, bu da zaten bu senaryonun en zayıf noktası. Üçüncü konuyu kitleler benimserse bunun da ikinciye faydası olabilir ama temelde, bütün dünyanın sınırsız ekonomik büyüme simülasyonundan çıkmak zorunda olduğu ne kadar çabuk yaygın kanı haline gelirse o kadar iyi. Bu mücadelede solun bel altı vuruşlarını geliştirmesi zorunlu görünüyor.

Bütün bunlar olduğunda klasik liberal ya da sol demokratik sistemin geri geleceğini sanmamak gerek. Demokrasinin tanımı ve işleyişi radikal biçimde değişmek zorunda. Bir yanda liberal ekonomilerde bile büyümenin tadını almış devlet aygıtı, bir yandan insanların yönetmek değil yaşamak isteği, yani politikleşmenin sürdürülebilirliğinin zayıf oluşu, yeni demokrasi sürümünün neye benzeyeceği konusunda kesin bir dille konuşmayı zorlaştırıyor. Tıpkı demokrasi gibi eşitliğin, özgürlüğün ve dayanışmanın kuram ve pratiğinin de yeniden tanımlanması, kurulması gerekecek, kuşaklar boyunca.

Bunlar kıta plakalarının tektonik hareketleri gibi; uzun zamanda birikiyorlar ama başladığında her şey büyük bir hızla oluyor. Oysa yüzde 99’un evleri bu depremlere dayanıklı değil.