ağ bağlantıları

9.6.25

Bir Isaac Asimov: Akşam Ajansı

geliştiği görülse de, herşeyin aslında boşuna olduğu düşüncesi, tarihtesi en eski saplantılardan biridir: herşeyin bir sonu vardır çünkü. Yalnızca kişisel yaşantıların ve yaşamların, toplumsal akımların ve değişimlerin değil, dünyanın, güneşin ve evrenin de birer sonunun olması, bu “son”un yüz milyonlarca yıl sonra gerçekleşecek olmasına karşın, örneğin post-modernizmin bugünü, yarını ve geçmişi (doğru) anlamak ve geleceğe ilişkin (mega) projeler üretmek yönündeki eğilimi bir zaaf olarak görüp kenara itmesine, odağına bugünü yerleştirmesine ve modernizmin hümanist ve merkezdeki bireyinin yerine nihilist, hedonist, narsisist ve kenardaki bireyi koymasına yol açmıştı. Yirminci yüzyılın, bu açıdan da insan için şizoidleştirici unsurlar barındırdığı açıktır – sonsuz olmayan hiçbir şeye bağlanmak istemeyen insan, böyle bir şeyi bulmanın mümkün olmadığını anlayınca, kendisini yalnızca “an” bağlamında tanımlamaya, dolayısıyla da, modern fizik ve astronominin doğuşundan beri (yani evrenin merkezinde olmadığını keşfettiği günden beri) yaşadığı marjinalleşme / önemsizleşme sürecini, mantıksal sonuçlarına götürmeye, kendisini ve dünyayı algılayış biçimine de uygulamaya başladı. Postmodern bireyin yaratıcı üretim ya da istikrarlı ekonomik büyümeyle belirlenmiş bir post-modern toplum yaratması beklenemezdi; zaten bunlar da post-modernizmin öncelikleri değildi.  Evrenin yeterli kütleye sahip olduğunun kesin olarak anlaşılması ve “Kültür Mirası” fikrinin geliştirilmesi de yirminci yüzyılın sonlarında oldu. Yeterli kütle demek, “Big Bang” sonrası genişleyen evrenin, bir sınıra ulaştıktan sonra yeniden daralmaya başlaması ve o ilk andaki korkunç yoğunluğa ulaştıktan sonra yeniden patlaması, yeni bir evrenin ortaya çıkması demekti. Eğer uzay-zamanın bu daralışına karşı koyabilecek, uzay “dışındaki” bir referans noktasına göre sabit bir konumu koruyabilecek bir sistem geliştirilebilirse, insanlığın yaratmış olduğu kültürün önemli bir bölümü buna yüklenebilir ve böylece bu birikim, bir sonraki evrene aktarılabilirdi. Dolayısıyla, boşuna olmayabilirdi herşey. Görünüşte basit bir temele dayanan bu fikrin, aşılmaz gibi gözüken sorunlar içerdiği kısa sürede anlaşıldı: daralan evrenin çekim gücüne karşı koymak, eksponansiyel olarak zorlaşacak ve son aşamada inanılmaz bir güç gerektirecekti. Bir işe yaraması için, bu “kültür mirası istasyonları”ndan bir ağ oluşturulması şarttı – bu ağ, uzayzamanın merkezinden ne kadar uzakta oluşturulursa, o kadar çok istasyon lazım olacaktı; bu uzaklığın da belirli bir minimum değeri vardı, çünkü “Big Bang”in ne kadar yakınına yerleştirilirse, bir uygarlığın gelişmesi ve istasyonların barındırdığı “mesaj”ı algılayabilecek ve kullanabilecek düzeye erişmesi için o kadar az zaman tanınmış olacaktı. Değişik frekanslardan sürekli yayın yapacak radyo istasyonlarının, böyle bir ağın oluşturulmasını kolaylaştıracağı öngörülüyordu. Aktarılmak istenen kültürün kodlanması da başka bir sorundu – dünyadakinden çok farklı olacağı varsayılan bir zekanın çözebileceği bir kodlama yöntemi bulunmalıydı. Bir başka sorun, “kültür”ün nelerden oluştuğu konusunda bir görüş birliği olmaması, hatta bu “insanlık projesi”ni gerçekleştirmeyi yüklenen devletlerin (bu elbette bütün devletlerin ortak katılımıyla gerçekleşecekti, ama bilindiği gibi, bazıları daha eşitti), ince ya da pek de ince olmayan bir biçimde, kendi değerlerine göre bir öncelik sırası ve bakış açısı dayatması korkusuydu.  

Bütün bu sorunlar, modernist paradigmanın yeniden canlanmasına ve o zamana dek görülmüş en kapsamlı “araştırma programları”nın tasarlanmasına yol açtı. Bu hummalı etkinliğin ortasında, bir önceki evrenden de bu evrene, benzer bir mirasın bırakılmış olabileceği düşüncesi müthiş bir hızla dünyanın her köşesine yayıldı ve bu olası istasyonların yayınlarını yakalamak, astronomlardan başlayıp, kaliteli bir el radyosuna sahip herkese uzanan bir yelpazedeki insanların başlıca yaşama amacı haline geldi. Süpernovaları ve “Big Bang”i incelemek (dinlemek) üzere daha önce kurulmuş olan, uzayda ve yeryüzündeki gözlemevlerinin birçoğu ve en gelişkinleri de bu amaç doğrultusunda çalışmaya başladı. Uzay-zaman dokusunda düzenli ve spesifik bazı bozuklukların görülmesi, bu istasyonların varlığına duyulan inancı güçlendirirdi.  Bundan yalnızca birkaç yıl sonra, dünyanın çevresinde yörüngeye oturtulan ve Birleşmiş Milletler bayrağı taşıyan, o güne dek yapılmış radyo-tetkik istasyonlarının en gelişkini olan BEWELL uydusu, duyarlılık sınırındaki bir cisimden yayın almaya ve bunu dünyadaki alıcılara aktarmaya başladı. Gelen yayının çözülmesi 2005 yılında oldu; iletişim uyduları aracılığıyla bu yayın tüm dünyaya aktarıldı. Üç yıl kadar süren bu yayının sosyolojik, politik ve psikolojik etki ve sonuçları, bugün bile yeterince anlaşılmış değildir. Daralan bir evrende “sabit” bir konumu korumanın olanaksızlığının bazı bilimadamlarınca kanıtlanmasından ve ardından, bu yayının arkasında, dönemin en güçlü ülkelerinin bazılarının bazı yöneticilerinin bilgisi dahilinde, farklı uluslardan otuz dokuz bilim, düşün ve sanat adamının oluşturduğu bir grubun (“The Thirty-Nine Steps” adıyla anılıyordu) olduğunun ortaya çıkarılmasından sonra bile (yani var olduğu düşünülen bir şeyin var olacağını savunan Borges-Jung-Asimov kuramının bir kez daha doğrulanmasından sonra bile), bu yayının kayıtlarının, yüz milyonlarca insanın yaşamını yönlendiren bir “kutsal” kaynak olmayı sürdürmesi, sayısız araştırmaya ve post-modernistlerin 


(Sanat Dünyamız sayı 51, Bahar 1993; Gizli Hava Müzesi, 1995)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.