Temmuz başlarında,
çok sıcak bir gündü; öğleden sonra, B. adındaki genç kadın Via Saffi'deki bir
pansiyonda kiraladığı küçük odasından çıktı ve ağır, kararsız adımlarla Piazza
Rinascimento'ya yöneldi.
Üç katlı bir binanın çatı katında
bulunan ve daha çok bir dolabı andıran odasının kapısını çekip merdivenlerden
inerken, birinci katta oturan ev sahibesine görünmemeyi başardığı için
seviniyordu şimdi; ev sahibesi, kapısı her zaman ardına kadar açık mutfakta
oluyordu gün boyunca, merdivenlerden inip çıkan herkesi rahatlıkla
görebiliyordu böylece; B.'nin de epeyce borcu biriktiğinden, her karşılaşma
olasılığı, büyük bir sıkıntı kaynağı oluyordu. Korkak ve çekingen biri
olmamıştı hiçbir zaman; ama uzun süredir yaşadığı ezici yoksulluk, genç kadının
içine kapanmasına; ev sahibesi gibi, normalde aldırış bile etmeyeceği
insanlardan düpedüz korkmasına, utanç denen duyguyu çeşitli biçimleriyle
yaşamak zorunda kalmasına neden oluyordu.
Urbino'nun yabancısı olduğu her
halinden belliydi, ama günün bu saatinde, bu sıcakta sokaklarda ona garip bir
yaratıkmış gibi bakacak hiç kimse yoktu. Kaldı ki garipsenmek için B.'nin onca
yolu kat edip bu kente gelmesi gerekmezdi; kendi kasabasındakiler bunu günlük
yaşamlarının olağan bir parçası olarak uzun süredir yapıyordu zaten. B.'nin bu
küçük, Ortaçağ'dan bu yana neredeyse hiç değişmeden kaldığı izlenimini veren,
ama doğrusunu söylemek gerekirse eski ihtişam ve önemini korumayı başaramamış;
o günlerin silik bir kopyası, dev bir ağacın kendinden ufak gölgesi olmaktan
kurtulamamış kentte bulunmasının nedeni başkaydı - arınmak ve yaşama bir
yerinden yeniden girebilmek için son umudu buradaydı; bu umudun boşa çıkacağı
korkusu, B.'yi haftalardır, hücresinde hiçbir şey yapamayan bir tutsağa
dönüştürmüştü.
Madame B., alelacele topladığı
saçlarını örttüğü siyah dantel eşarbını farkında olmadan ve sık sık düzelterek
Piazza Rinascimento'dan geçti; sağında kalan dikilitaşa bakmadı bile;
cesaretini yeterince toplayıp toplamadığını için için sorgularken
çevresindekileri görecek hali yoktu. Adımları taş döşeli kaldırımlarda küçük
yankılar uyandırıyor, ama evlerin açık pencerelerinden içeri girip meraklı
kulaklar arayan bu sesler, elleri boş kalınca sönerek sessizliğe karışıyordu.
Urbino'nun köpekleri bile B.'ye karşı ilgisizdi; genç kadın, buraya geldiğinden
beri tüm kent halkının paylaştığı bu tavrın ayırdına vardığı zamanlarda, içinin
bir tür şükran duygusuyla dolduğunu da anlıyordu ve bir zamanlar görülmeye bu
kadar susamışken, şimdi görülmüyor olmaktan duyduğu memnunluğa elinde olmadan
şaşıyordu her seferinde; çok değil iki - üç ay öncesini bilenler de, onun
şimdiki ruh halinin gerçekten hayret verici olduğunu teslim etmekte çekincesiz
davranırdı.
Piazza Duca Federico'ya geldiğinde
B.'nin adımları iyice yavaşladı, sonunda çeşmenin önüne gelip durdu.
Çantasından çıkardığı mendili çeşmenin nasılsa serin suyunda ıslatıp
şakaklarına hafifçe bastırırken, biriken suya kafalarını sokan güvercinleri bir
süre izledi, ama alana ansızın giren bir atlı araba, güvercinlerin uçuşmasına,
gürültülü ve telaşlı kanatlı kanat çırpışlarıyla, alanı çevreleyen binaların
çıkıntılarına, pencere pervazlarına konmalarına, bir kez konduktan sonraysa,
öfkesinin nedenini hemen unuttuğu için sevimli sevimli gülümseyip çayına iki
şeker ve biraz daha süt isteyen bunak ihtiyarlar gibi, meraksız bakışlarla alanı izlemeye başlamalarına neden oldu.
Arabayı çeken iki atın bakımlı görüntüsü, arabanın çekilmiş perdelerini hafifçe
aralayan zarif, neredeyse narin bir el ve onun devamındaki çıplak ve bembeyaz
kol, B.'yi bir an için olduğu yerde sendeletti. Karşısındaki kendi eli, kendi
çıplaklığıydı - ona yıllar öncesine aitlermiş gibi gelmesine karşın, görür
görmez tanımıştı. Birbirine karışan nal ve tekerlek seslerinin bir zamanlar
içinde yarattığı ritim duygusunu anımsamak, bundan aldığı hazzın tıpkı o
zamanlarda olduğu gibi şimdi de tüm bedeninde bir karıncalanma yaratması,
içinde uzun, çok uzun bir süre sonra bir kahkahanın yeniden, patlamak isteyen
bir balonun şişmesi gibi büyümeye başlaması, B.'nin şaşkınlığını arttırmakla
kalmadı, dehşete çeyrek kala duran bir korku da yarattı. Uçurumun kenarında yürüdüğünü
bir kez daha fark eden B. için; sevgilisiyle kasaba sokaklarında arabayla
dolaşıp seviştiği, tüm benliğinin sevgilisinin öptüğü noktalarda yoğunlaştığını
hissettiği, kendini sonuna kadar vermekten, coşkuyla akan bir şelaleyle
birlikte aşağıya düşmekten ve bir kayaya çarpıp ölebileceğini aklına bile
getirmeksizin kendi doğasının gizlerini birer birer gözlerinin önüne sermesini
heyecanlı bir merakla izlemekten, dahası bu gösteriye gönüllü bir aracı
olmaktan başka birşey düşünmediği günler, artık ona huzur, direnç ya da sevinç
veren anılar değildi ne yazık ki. Benliğini tanımadan, tanımlamadan yaşamak hiç
de zor olmamıştı B. için, bunun yarattığı ve üstüne gitmese düzgün bir yaşam
sürdürmesini engellemeyecek belirsiz bir sıkıntı dışında. Yıllar yılı bir
köşede durduktan sonra bir gün, belki de nedensizce fark edilen küçük, çirkin,
baktıkça da çirkinleşen ve dayanılmaz bir kırma isteği uyandıran bir vazo
gibiydi bu sıkıntı; bir kez gözüne takıldıktan sonra görmezlikten gelmesi
neredeyse imkansızdı.
Ne var ki kocası da, kasabanın
diğer saygın kişileri de Madame B.'nin bu inanılmaz ihanetini anlayışla
karşılayacak değildi - karşılamamışlardı da. Sarayın ikiz kulelerinden birine
çıkmakla Corso Garibaldi'ye açılan dar bir sokağa yürümek arasında kararsızlık
yaşayan B., böyle bir anlayışı aslında hiçbir zaman beklememiş olduğunu,
küstahlığının bağışlanmasını hiç istemediğini; benliğinin şeklini belirleme
çabasının, bu çabanın sahiciliği ve kendiliğindenliği ölçüsünde bir
kaçınılmazlıkla, bizzat o benliğin yok edilmesiyle, el birliğiyle kıyılmasıyla
sonuçlanacağını, bunun koşullarının da yine o benliğin sahibi tarafından,
titizlikle ve özveriyle hazırlanacağını, en sonunda da toplamın sığ
umarsızlığının neşeli bir kutlama havasında onaylanmış olacağını en başından
bildiğini anlıyordu bu eşikte.
Corso Garibaldi'ye çıkıp sağa
döndüğünde Madame B.'nin yürüyüşüne bir parça canlılık geldi. Kütüphanenin
merdivenlerinden çıkarken, defalarca önünden geçtiği, durup izlediği, ama içeri
girmeye kendini bir türlü ikna edemediği binanın garip görünüşünün onu bu kez
amacından alıkoymasına izin vermeyişinde, kendisinin bile alışık olmadığı bir
rahatlık, bir doğallık buldu - bu hareketi, ya da en azından provasını ömrü
boyunca yapmış gibi, artık üstünde çalışılmamış olduğunu düşündürecek denli
cilalanmış bir doğallık. Bir kütüphane için oldukça ufak bir binaydı bu, yukarı
doğru çıkıldıkça genişliyor gibiydi, katlardaki ufak pencerelerin sayısı
birbirini tutmuyordu, ayrıca ön ve arka cephesi birbirinden o kadar farklıydı
ki iki ayrı binaya baktığını düşünebilirdi insan. Güneşin altında herşeyin
parlak beyaz ya da beyazın tonlarında gözüktüğü, renklerin bile ortaya çıkmak
için akşam serinliğini beklediği Urbino sokaklarından kütüphanenin neredeyse
soğuk karanlığına girdiğinde B. bir süre önünü göremedi; gözleri içeriye
alıştığındaysa kendi yaşlarında bir kadının, antika görünümlü ama eskiden ne
işe yaradığı kolay kestirilemeyen, oymalı, bakımsız, tozlanmış, büyük bir
tezgahın arkasında ayakta durduğunu fark etti, biraz daha yaklaştığındaysa
kadının ciltli ve enine büyük bir deftere birşeyler yazdığını gördü, yaptığı
işe kendini tümüyle kaptırdığını ve gelişini duymadığını anladı. Tezgaha iki adım
kala kadının hala kendisini fark etmediğini gören ve onu korkutmaktan çekinen
B., çantasından birşey çıkaracakmış gibi bir hareket yaparak ve sol ayağını
yere sürterek dikkatini çekmeye çalıştı. Bu çabası bir işe yaramadı, tezgahın
başına gelip durduğunda bile bir süre fark edilmedi; neden sonra kadın başını
kaldırıp B.'ye baktı, odaklanmalarını beklermiş gibi gözlerini birkaç saniye
boyunca ayırmadan ve hiç hareket etmeden öylece durdu, ardından gülümsedi.
Yardımcı olabilir miyim?
B. bir an için orada neden
bulunduğunu, Fransa'nın ücra sayılabilecek bir kasabasından kalkıp neden
Urbino'ya geldiğini unuttu; kütüphanenin dinginliği, sessizliği; yaşadığı,
yaşamak zorunda bırakıldığı şeylerden kopukluğu, onları yalnızca yok saymakla
kalmayıp düpedüz yoksadığını düşündüren kapalılığı, kendine düşkünlüğü B.'yi
irkiltmek şöyle dursun, neredeyse rahatlattı; başına gelenlerin dünyanın en
önemli şeyi olmayabileceği düşüncesine kendini kaptırıp iyice gevşeyecekti ki,
tam da başına gelenler yüzünden burada bulunduğunu anımsadı. B. bunları
düşünürken öteki kadın gülümsemeyi sürdürmüştü; B.'nin söze nereden
başlayacağını bilemediğini kestirerek solundaki çekmecelerin birinden tek
yapraklık bir broşür çıkarıp önüne koydu.
Eksiltilmiş Duygular
Kütüphanesi'nin çalışma ilkelerine aşina mısınız?
B. bu cümledeki belli belirsiz
tuhaflığı fark etmeden, boş gözlerle broşüre baktı - herhangi birşey okuyacak,
okuduğunu anlayacak durumda olduğu kuşkuluydu; konuşma yetisini yitirdiğini
düşündürecek kadar da sessizdi. Bu durumu belki de sürüp gidecekti, ama o
sırada içeri girdiğini fark ettiyse de nereden çıktığını anlamadığı adam
tezgahın önüne gelerek B.'ye elini uzattı.
Ben Vincenzo; eşim Marie'yle
tanıştınız sanırım?
Evet, aslında hayır, kabalığımı
bağışlayın, sıcaktan olsa gerek, hiç kendimde değilim.
Fransız mısınız?
Belli oluyor demek.
Bunu bir küçümseme ya da önyargı
ifadesi olarak algılamadınız umarım?
Hayır, ama merak etmeyin,
Fransızlığımdan gurur duymayacak kadar Fransızım.
Yeni mi geldiniz Urbino'ya?
Üç hafta oluyor.
Nerede kalıyorsunuz?
Bayan Sophia'nın yanında. Temiz
bir yer, küçük gerçi, ama daha büyük bir yer de gerekmiyor, zaten yakında
buradan ayrılmam gerekecek.
B. elinde tuttuğu broşüre baktı
yeniden.
Kütüphaneye vermek istediğiniz
birşey var sanırım?
B. başıyla onayladı. Evini
bırakıp buralara gelmesine yol açan, geldiğinden beri aklından çıkmayan, pek
çok şeyi özetlediğini, yaşadıklarının esasını içerdiğini düşündüğü bir görüntü
vardı kafasında, bu kütüphanenin şık majolica'larından birine hapsetmek ve
artık kurtulmak istediği bir duygu anısı. Kısa, kıpkısa bir olaydı, olay bile
denemezdi, bir hareketti sadece, ama öngörülemez bir ağırlık kazanmıştı bir
gecede.
Vincenzo ve Marie, B.'yi
aralarına aldı, üçü birlikte girişin solunda kalan uzun, taş koridordan geçip
penceresiz, karanlık bir odaya girdi; odayı aydınlatan tek ışık, Marie'nin
kapının önünde, yerden aldığı kalın ve epey erimiş mumdu. Odanın ne kadar büyük
olduğunu, içinde ne kadar eşya bulunduğunu anlamak zordu; mumun ışığı odanın
uzak köşelerine tek başına gitmekten korkuyor gibiydi. Vincenzo, oturması için
B.'ye bir koltuğu işaret etti. Mavi kadife kaplı, kol yerleri eprimiş,
eskiliğine karşın çok rahat bir koltuktu bu, oturur oturmaz kendini daha iyi
hissetti B..
Anlatır mısınız?
Vincenzo ve Marie'yi göremiyordu
B., sesin geldiği tarafa baktığında bazı karaltılar dışında hiçbir şey
seçemiyordu. Ne var ki anlatmaya başlamasıyla birlikte odanın o tarafında loş
bir aydınlık belirdi; çok geçmeden, bu loşlukta görünmeye başlayan yerin başka
bir oda olduğunu, bu başka odayı da çok iyi bildiğini fark etti B. - bakmaları
için kızını emanet ettiği evdi burası, aynı sefalet, aynı pislik; aydınlık
artmadığı halde insanları da seçmeye başlamıştı şimdi, bir rüyaya benziyordu,
kim olduğunu biliyordu bu insanların, ama görünümleri gerçek yaşamdakinden
farklıydı; odada birşeyleri kaldırıp kaldırıp yere bırakan kadın, kızına
bakacak kadındı örneğin, ama pek de benzemiyordu ona; B. bu kadının Vincenzo'ya
daha çok benzediğini anlayınca gülecekti neredeyse. Bir köşede oturan başka bir
kadın ilişti gözüne; hali, tavrı, ellerini kucağına koyuş biçimi, göz ucuyla
etrafı süzmesi çok tanıdıktı, ama kim olduğunu çıkaramıyordu bir türlü; kadın
ayağa kalkıp elbisesini tiksintili bir ifadeyle düzelttiğinde B. ufak bir
çığlık attı - kendisiydi bu, düpedüz Marie'ye benzese de biliyordu ki kendinden
başkası olamazdı. Beynine kazınmış olan sahne, yarı aydınlıkta karşısında
yeniden oynanıyordu.
Marie ayağa kalktığında küçük bir
kız da onun yanına gitti, elini tutmak istedi, Marie elini kaçırınca kız yüzünü
Marie'nin elbisesine gömmeye çalıştı, Marie bu kez iteledi onu, aklı başka bir
yerde gibiydi, kıza bakmıyordu bile, hiçbir şeye bakmıyordu aslında, çoktan uzaklaşmış
ruhuna yetişmeye çalışmanın aceleciliği seziliyordu bedeninde. Kapıya
geldiğinde, üstü başı dökülen öbür kadına, Vincenzo'ya, bir kesenin içinde
biraz para bıraktı Marie, Vincenzo'nun keseyi açıp parayı saymasını, hiç değişmeyen
bir tiksintiyle izledi. Kızının ağlamaya başladığını duyuyor olmalıydı, ama
onlarca metre uzaktan geliyor gibiydi sesi - Marie durup onu kucağına almadı,
saçını son bir kez okşamadı, şimdi gitmek zorunda olduğunu ama çok kısa bir
süre sonra geri geleceğini söylemedi, merak etmemesini, uslu bir kız olmasını,
bu teyzenin sözünden çıkmamasını tembihlemedi, yüzüne şöyle bir bakmadı bile.
Bir an önce bu berbat kokulu, pis, insanın içine işleyen delikten kurtulmak
istiyordu - kapıyı açtıktan sonra eldivenlerini yüzünü buruşturarak çıkardı;
kapı arkasından kapandığındaysa, kızını emanet ettiği, kızını yutmasına izin
verdiği pislikten kurtulmak için çizmelerinin altını paspasa sildi, uzun uzun
sildi, dünyadaki en önemli şey, çizmelerinin altının temiz olmasıymış gibi
sildi. Merdivenlerden inip sokağa ulaştığında bıraktı nefesini.
Madame B., ertesi sabah Fransa'ya dönmek üzere eski bir arabanın içinde yola çıktığında, ayağında hala aynı çizmelerin olduğunu şaşkınlıkla fark etti.
Madame B., ertesi sabah Fransa'ya dönmek üzere eski bir arabanın içinde yola çıktığında, ayağında hala aynı çizmelerin olduğunu şaşkınlıkla fark etti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.