Marksist

Buraya gelmeyi planlamamıştım, hiçbir şeyi planlamamıştım aslında, sevgilimden ayrıldıktan sonra uzun süre toparlayamamıştım kendimi, günlerce evden çıkmadığım oluyordu, işlerimi de savsaklamıştım, hazırlanması gereken kitap kapakları, web sitesi taslakları, ambalaj tasarımları öylece bekliyordu, sıyrılamıyordum nedense, bir sabah, hiç uyumadığım ve sonunda çizgi roman çizmeye başladığım gecenin sabahı İtalya’ya gitmeye karar verdim, ertesi gün Palermo’daydım, bir Fiat kiralayıp kuzeye doğru tırmanmaya başladım, Roma’ya kadar geldikten sonra içeri kıvrılıp Pescara’ya, Adriyatik kıyısına geçtim, başka zaman olsa, belirli bir sürede belirli bir yere ulaşmam gerekse İtalya’dan, daha doğrusu yol tabelalarından nefret edebilirdim, ülkedeki tabela sistemi dayanılmaz aptallıkta, ama bir yere yetişmeye çalışmıyordum, o yüzden çok da aldırmadım tabelalara, hatta gitmeyi düşünmediğim bir yere giden o yola sapıp adının herkesçe bilinmemesini ve olabildiğince gizli kalmasını, mümkün olduğunca bozulmadan mümkün olduğunca uzun süre varlığını sürdürmesini istediğim, o yüzden de İa demekle yetineceğim o yere de bu tabelalar sayesinde geldim, ufacık bir Roma yerleşimiydi burası, dar ağızlı ve kendisinden de ufak bir koyun çevresine kurulmuştu, şimdiyse on beş – yirmi köy evi, bir kahve-lokanta ve yukarıdaki iki pansiyon dışında hiçbir şey yoktu İa’da, kaldığım pansiyon hayret edilecek kadar temiz ve bakımlıydı, eşyalarımı bırakıp kahveye indim, kimse yoktu, az sonra orta yaşlı bir kadınla iki çocuğu geldi, buralı gibiydiler ama hallerinde az biraz dışarılılık da yok değildi, çocuklardan küçük olanı kumral, kısa saçlı bir oğlandı, kızsa dokuz on yaşlarında olmalıydı, bilmiş bilmiş konuşuyordu annesiyle, sonra kalkıp yanıma geldi, buraya ne zaman geldiğimi, nerede kaldığımı, kimi tanıdığımı, denize girip girmeyeceğimi sordu, bakalım dedim, belki daha sonra, yüzme bildiğimden emin olmak istedi, denizde görüşürüz dedi ve kardeşine birşeyler söyleyerek geldiği gibi gitti, çok sıcaktı hava, denize girmek iyi olacaktı aslında, koyun ağzına yürüdüm, kayalara tırmanınca yan taraftaki kumsalı ve küçük iskeleyi gördüm, ben iskeleyi gördüğüm anda iskeleden ayaklarını sarkıtan kız çocuğu da beni gördü, el salladı, ben de ona el salladım, ağır adımlarla iskeleye yürüdüm ama kuma oturdum, iki kardeş el ele yanıma geldiler, kızın yanıma serdiği havlunun üstüne oturdular, çocuklarla yakınlaşmayalı kimbilir ne kadar olmuştu, İa’da hiç hesapta yokken iki gece kaldım, çocukların annesi beni kendi kardeşinin balık çiftliğine yemeğe davet etti, ekip olarak neşeliydik, doğanın sömürülmesinin Marksist açıdan eleştirisini yaptığımda çocukların dayısıyla az daha papaz oluyorduk, ama balık da, şarap da fazlasıyla lezzetliydi, kavga etmekle uğraşılmayacak kadar lezzetliydi, şimdi fark ediyorum ki bu gezi beni yumuşatmış, beni tanıyanların bana yakıştıramayacağı kadar mülayim biri oldum aniden, yalnızca mülayim de değil, duygusallaştım düpedüz, çocuklarla arkadaşlık eden biri, bu iki kardeş büyüdüklerinde nasıl insanlara dönüşecekler acaba diye düşündüm, hayatın bir  aşamasında onlarla yeniden karşılaşır mıydım, kendi çocukluğumdan hatırladığım, sonrasında hiç görmediğim, ama görsem hemen tanıyacağım insanlar ve onlarla ilintili keskin tanımlı anılarım vardı, bu çocuklar da beni hatırlarlar mıydı, oğlan küçüktü gerçi, ama kız hatırlardı belki de, ertesi sabah gideceğimi haber verdiğimde çok bozuldu, şımarıklıklar yapmaya başladı, deniz kıyısında, iskelede oturuyorduk, ben gülüyordum yaptıklarına, annesi kıyıdan beni rahat bırakmasını söylüyordu ama o oralı değildi hiç, sonra bir sözüme, belki de gülüyor oluşuma çok kızdı, itmeye, yumruk atmaya başladı, gel bakalım sen buraya, artık çok oldun dedim ve kucakladığım gibi denize attım onu, karın üstü düştü suya, dağlar taşlar gibi küsmüş olarak çıktı iskeleye, belli ki canı da yanıyordu, özürler diledim, gönlünü almaya çalıştım, hiç işe yaramadı, annesinin yanına gitti, kurulandı, güneş gözlüklerini takıp güneşlenmeye başladı, akşama doğru toparlanıp pansiyona döndüm, yemeğe lokantaya gelmedi, ertesi sabah kahvemi içerken oradaydı ama, tek başına, uyku mahmuruydu, barışalım mı artık, dedi, elimde olmadan güldüm ama hemen ciddileştim onun ciddiyetini görünce, barışalım dedim, elini uzattı, gayet resmi resmi el sıkıştık, gidiyor musun bugün, diye sordu, kahvemi bitirince dedim, aniden belime sarıldı, ağlamaya başladı, ne yapacağımı bilemedim, annesi geldi o sırada, adresini al arkadaşının, dedi, mektup yazarsın, ev adresimi yazıp verdim, yıllar sonra bir sabah kapıyı açtığımda karşımda tanımadığım bir İtalyan kızı bulduğumu düşündüm o an, görüntü gözümde canlanıverdi, bir hafta sonra geldim Urbino’ya, dolaşa dolaşa, tatili biraz uzattığımı düşünmeye başlamıştım, gece içkisi için Piazza della Repubblica’ya yeni gelmiştim ki bombalar patlamaya başladı, herkes panik içindeydi, otele dönmeye karar verdim, Dükalık Sarayının önünden geçecektim, ama buraya da bomba isabet etmişti anlaşılan, yol kapanmıştı, her yer yanıyordu, döndüm, kaldırımda yatan, feci halde yanmış bir kız çocuğu gördüm, küçük kızın orada olması için hiçbir neden yoktu tabii, karanlıktı, suratı kapkaraydı, tanımam imkansızdı, yine de eminim, zamanla anlayacağım sanırım nasıl emin olduğumu, Marx’ın doktora tezinde mealen dediği gibi, bazı şeyleri bilmek istemeyişimizin iyi nedenleri olabilir, insan doğası kendini korumaya güdümlüdür, yine de bu, istemediğimiz bazı şeyleri müthiş bir kesinlikle bildiğimiz ve bu bilgi karşısında tümüyle güçsüz kaldığımız gerçeğini değiştirmez, yapılabilecek tek şey, hakiki bilginin doğaya ters düşemeyeceği ilkesine sığınmaktır, ben de öyle yapıyorum, bulmayı yine de ummadığım azıcık iç huzuru için.