17.11.15

Siz Kimin Kitaplığından Çalıyorsunuz?



tüyap olayları hatırlattı - emekli olmuş bir hırsızın hikayesi:

“Çalmak” sözcüğünü taşımak zor iş – peşinde sürüklediği bagaj çok ağır çünkü; din, ahlak, felsefe ve hukuk gibi başka ağır sözcükler gerekiyor “çalmak”ı hakkıyla kuşatmaya başlayabilmek için. Bir yaşam pratiği olarak ele alındığındaysa, tıpkı varoluş gibi, dayanılırlığı şüpheli bir hafifliğe bürünebiliyor. Cümle içinde kullanırsam daha kolay anlaşılacak: Ben kitap çaldım.

Bu “iş”e bulaştığımda gençtim; Argos dergisi yeni çıkmaya başlamıştı, güzel dergiydi Argos, pahalıydı ama; alınamayacak kadar değilse de, bedavaya getirildiğinde sevinilecek bir paha. O ilk “alçış” esnasında harcadığım adrenalin, sonraları, kaşarlandıkça, sıfıra yaklaşır sanmıştım, hiç öyle olmadı; dükkandan çıkıp köşeyi dönene ya da kalabalığa karışana kadar duyulan titrek ve gergin heyecan ve ardından gelen rahatlama/efori tadı, çok az rakipli bir kategoride yarışır.

Hızla genişledi kapsama alanım: Argos’un yanısıra Hürriyet Gösteri ve Milliyet Sanat da gitmeye başladı ilkin, ardından da kitaplar, üçer beşer. Hediye edeceğim kitapları bile çalıyordum. Teknik gelişme ve pervasızlık da başat gidiyordu: ceketin-montun içine alelacele saklanılan ya da pantolonun beline sokulan, bavuldan bir gömlek küçük çantalara sokuşturulan kitaplar, bir süre sonra açık açık elde taşındı ve hiçbir şekilde saklanmadan, “güpegündüz”, üstelik kitapçıyla gevezelik ede ede kapıdan geçirildi. Kısa sürede belli başlı dükkanların kör noktalarının, “sote” kitaplarının envanteri çıkmıştı (Cumhuriyet Kitap Kulübünü vurmak öyle kolaydı ki, “acemi sürücü eğitim parkuru” olarak kullanıyorduk, hevesli arkadaşlarımızı oraya salıyorduk önce); pek çok kitaba artık tenezzül bile etmiyordum; pahada ağır olanlar yükte de ağır (ve hacimce büyük) olduğundan bir challenge teşkil ediyordu ve ben artık yalnızca bu kitaplardan haz alıyordum. Kafaya koyduğum matbuat tek başıma kaldıramayacağım boyutlara ulaşınca grup çalışmasına yöneldim (“girişimci ruh” böyle birşey mi?) – two is company, three is a crowd ilkesi uyarınca, şüphe uyandıracak kadar kalabalık olmamaya özen gösteriyorduk. En azından başlarda.

Sonra bir dalak yarılması hasıl oldu elbette. O yazı unutamıyorum: beşi hatun, altı kişilik bir çeteydik ve mütevazı bir çekirge sürüsü gibi talan ediyorduk her yeri, manyetik alarmlar henüz yaygınlaşmamıştı ve şık giyim mağazaları, kotçular, ayakkabıcılar, marketler, kuruyemişçiler savunmasızca kurbanımız oluyordu. Terbiyesizce çalıyorduk. Kitapçılara pek uğramaz olmuştuk artık – ben kendi adıma, yalnız kitap çalmayı meşru addeden entelektüel elitizme karşıydım ve kitap çalmaya karşı bir tepki geliştirmiştim; kitap ucuzdu ayrıca, riske girmeye değmezdi; tezgahtarını abandone ettiğimiz Levi’s dükkanından üç kot pantolon, Lee’den kemer, Mudo’dan ceket-gömlek-kazak, irikıyım bir marketten mükellef bir kahvaltı sofrası donatacak malzeme götürmek varken, kıçıkırık iki kitap için kendimizi yoramazdık. Ama sırf şıklık (daha doğrusu gösteriş) olsun diye, iki avuç dolusu Knorr bulyon yürüttüğümü hatırlıyorum; hırsızlık yaptığıma inanamayan ve bir gösteri talep eden arkadaşlarım vardı yanımda; dükkanın dışında, tedirginlik içinde bekleşmişlerdi – iki dakikanın altında tamamlanmıştı işlem.

Nasıl oluyordu da oluyordu? Meslek sırrı mıdır bilmem, herkes zaten bilirmiş bu numaraları gibi geliyor bana, bu saatten sonra da farketmez herhalde. Öyleyse işte: temel ilke, ortamda “uyaran fazlalığı” yaratmaktı – hepimiz birden raflardaki giysilere, deneme kabinlerine saldırınca, bedenler ve modeller hakkında seri sorular sorunca, dışarıdakiler çaktırmadan veya alenen kabindekilere giysi verince, içeridekilerle dışarıdakiler sürekli yer değiştirince, zavallı tezgahtar(lar)ın yapabileceği fazla birşey kalmıyordu. Ya kabine çantayla giriyor ve arzulanan nesneleri içine tıkıştırıyor, ya da (özellikle kışın) doğrudan üzerimize giyiyorduk. Market düzeninde çalışan yerlerdeyse, “görünürlüğü azaltma”ya yarıyordu kalabalık olmamız: aktif hırsızla satış elemanı arasına girme taktiği. Bazen, dükkanda duran çocuk (ya da kız) neler döndüğünü anlamış ama ya emin olamadığından, ya cesaretsizliğinden, ya da boşvermişliğinden dolayı bize dokunmuyormuş gibi gelirdi bana; bazense, en yakınının ihanetine uğramışçasına, “bu bana yapılır mı?” gözleriyle bakarlar, riyakar sorularımıza cevap vermeyi sürdürürler, çıkarken bizi uğurlarlardı. Bu koyardı işte; sonraları emekli olmaya karar vermemin bir nedeni de bu oldu.

Hiç yakalanmadık mı peki? Ölümsüz olduğumuzu, ama bunun yalnızca ölene kadar süreceğini biliyorduk. İlk uyarı işareti bir gün, sağlıklı beslenmemizi sağlamakla yükümlü kıldığımız markete, iki bavul eşliğinde girdiğimizde geldi, kasiyerler bizi gördüğünde bir koşuşturma oldu ve reyonları dolaşmaya başladığımızda, peşimize iki adam takıldı. Paniğe kapıldık, ama defans çabuk toparlandı, hızla çıktık kendi sahamızdan: ikili gruplar halinde üçe ayrıldık; iki hatundan oluşan gruplar birinci dereceden şüpheli sayıldığı için onlar hiçbir şey “alç”madan kuru gürültü yaptı ve marketten çıktı; bense temiz yüzlü, efendi halli ve erkek olmamın getirdiği avantajı çok hızlı kullanıp üç çeşit peynir, tombul salam, bir kavanoz yeşil zeytin, bir kavanoz fıstık ezmesi ve iki paket hazır çorbayı sırt çantama doldurdum, tıraş bıçağı ve iki paket Orkid’i alışveriş sepetime koydum, kasada parasını verdim ve çıktım. Oraya bir daha girmedik.

Çekirge: bir haftasonuydu, canım sıkılıyordu, yağmur yağıyordu, yeni şarkılara ihtiyacım vardı. İlk Argos’umu kaldırdığım kitapçıya girdim – çok kalabalıktı içerisi, kaset reyonuna üç tezgahtar birden bakıyordu, kimseye görünmeden hareket çekmeye kalkmak delilikti. Parasıyla almaya karar verdim ve her zaman yaptığım gibi reyonun başından başladım, almayı düşünebileceğim kasetleri toplayarak ilerledim, sona geldiğimde de topladıklarımın sayısını ikiye indirecek bir eleme yaptım, vazgeçtiklerimi geri koydum. Kasaya gidecek ve namusumla alıp verecektim. Ama işte şeytan: insanlar para ödeyebilmek için kuyrukta bekliyordu – anlaşılmaz şey. Kasetleri yumuşak bir bilek hareketiyle şemsiyemin içine attım, sol topuğumun üstünde döndüm ve hiç acele etmeden, raflardaki kasetlere bir kez daha bakarak kitapçıdan çıktım. “Beyefendi,” dedi arkamdan bir ses, gülümsemeye çalıştım, “oraya koyduklarınızın parasını vermiş miydiniz?” İki kişiydiler, konuşan çocuk suratıma hiç bakmıyordu. “Hayır,” dedim. “Buyrun kasaya,” dedi karşı kaldırımda bir tanıdığını görüp görmediğinden emin olmaya çalışan insan taklidi yapan çocuk; “Oluyor böyle yanlışlıklar”, dedi diğeri, affeden bir sesle. “Ne yanlışlığı canım,” dedim, kızardığımı biliyordum ama artık gülümsüyordum, “çalıyordum, yakaladınız.” İki yıl boyunca o kitapçının önünden geçmek bile midemin kasılmasına yetti. Bir daha şemsiye kullanmadım, sanırım başka nedenlerden ötürü. O yazdan sonra “çete” dağıldı; ikili-üçlü çalışmalar yaptık zaman zaman, ama arası gittikçe açıldı, yaşlandık belli ki. Bir gün Paris’te küçük bir şarküteride, peynirlerin önünde fazla oyalandığımı dışbükey aynadan gören çığırtkan dükkan sahibi, diğer müşterilere dert yana yana beni kapı önüne koyunca, çalmadan yakalanmış olmanın üzüntüsü çöktü içime fena halde, zaten yıkamıştım eleğimi, uygun bir yere astım.

Bagajlı sözcüklerin evrenine dönersek ve soyutlarsak: en azgın dönemimde bile iki kurala bağlı kıldım kendimi: yalnızca satılığa çıkartılmış şeyler meşru hedeftir; yalnızca satıcı-alıcı ilişkisi dışında bir ilişki söz konusu olmadığında çalınabilir. Tanıdıklarımın dükkanlarından, kütüphanelerden, arkadaş evlerinden çalmadım. Kitap ödünç almamaya çalıştım, aldıklarımı mutlaka geri verdim. Kitaplığıma sulanılmasına çanak tutmadım, evlerine rahatça girip çıkmadığım insanlara kitap vermekten olabildiğince kaçındım. Dolayısıyla ex libris’lerle işim olmadı hiç, “kebikeç”imi içimde taşıdım, ben böcek.

1996

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.