26.4.14

hisar'ın yapıldığı taşlarla




Bir Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi mezunu olarak, okulun 150 yıllık tarihini yazma görevini üstlenirken çok düşündüm. RC, önemli mezunlar yetiştirmiş iyi bir okuldu elbette, ama onun ötesinde, böyle bir kitabı hazırlayıp yalnızca RC mezunlarının değil, genel okuyucu kitlesinin dikkatine sunmanın geçerli gerekçesi ne olabilirdi?

Öğrenciler, mezunlar, yöneticiler ve öğretmenlerle yaptığım bire bir görüşmeler sırasında öncelikle şunu fark ettim: tıpkı benim gibi, yolu okuldan geçmiş olan insanların çoğu da RC’nin önemini, dönüp dolaşıp “iyi okul” olarak özetlenebilecek bir çerçevede tanımlıyordu: iyi İngilizce öğretmek, düşünmeyi öğretmek, kendine güvenmeyi öğretmek, çalışmayı öğretmek, ufkunu açmak vs. Bunlar önemli olmasına çok önemliydi kuşkusuz, her okul bu niteliklere sahip olmak ister, sahipse de bunlarla övünürdü, ama ben yine de bunun ötesinde bir şey olup olmadığını merak ediyordum. Bir yıl süren kapsamlı araştırma çalışmalarım, aradığım perspektifi sunacaktı: “RC, Rumeli Hisarı’nın yapıldığı taşlarla inşa edilmiştir,” ifadesiyle özetleyebileceğim bu perspektifi biraz açmak istiyorum.

RC’nin okul kurma izni aldığı arazi, Rumeli Hisarı’nın hemen yanında yer alıyordu ve hisarın yapımında kullanılan taşların çıkarıldığı yerdi; bu taşlar, RC’nin yapıtaşının bizzat “tarih” olduğunun simgesiydi. RC, hem 150 yıl boyunca ülke ve dünya tarihi tarafından şekillenmiş, hem de bu tarihin şekillenmesine katkıda bulunmuştu. Abdülhamid’in 1876-1909 arasındaki hükümdarlığı sırasında Türk-Amerikan ilişkilerinin kurulmasında ve gelişmesinde başrolü oynamış, Bulgaristan’ın kurucularını yetiştirmiş, Balkan Savaşları sırasında bölgenin her yerinden gelen öğrencilerin barış içinde birlikte yaşamasını sağlamış, Birinci Dünya Savaşı’nda, Kurtuluş Savaşı’nda, Lozan’da, Cumhuriyet’in kuruluşunda, kadın haklarının kurumsallaşmasında, Birleşmiş Milletler’in ve NATO’nun hem kuruluşunda, hem de Türkiye’nin bu yapılar içinde yer almasında etkin olmuştu.

Bu örnekleri ayrıntılandırarak çoğaltmak mümkün elbette, ama kitabın anlatacaklarını bir önsöz sınırları içinde anlatmaya kalkmayacağım. Bir adım geri çekilip, daha genel bir saptama yapmak istiyorum: Hegelci-Marksçı bir ifadeyle, tarihin temelinde çelişkiler olduğu gibi, RC’nin tarihsel rolünün temelinde de aslında çelişkiler var. RC’nin kurucularının –C.R. Robert, Cyrus Hamlin, George Washburn, C.F. Gates ve Mary Mills Patrick- misyoner geçmişleriyle okulun eğitim programı arasındaki çelişki örneğin. RC elbette Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan çocuklar için kuruldu ve okulun Osmanlı döneminde verdiği eğitimde din, hep önemli bir rol oynadı, özellikle de öğrencilerin kişiliklerinin oluşmasında dinin önemli bir yeri olduğu düşünüldü, ama 1863’te RC’nin, Osmanlı’da benzeri olmayan bir eğitim vermeye başladığını da görmek gerek. Bu eğitimde doğa bilimleri, matematik, felsefe, mantık büyük yer tutuyordu; öğretim dili İngilizceydi, Latince ve eski Yunanca dersleri vardı ve yerel diller –önce Ermenice, daha sonra sırayla Rumca, Bulgarca, Türkçe- öğretiliyordu. Zaman geçtikçe ve ülkenin nitelikli işgücüne ihtiyacı belirginleştikçe, RC’de mühendislik fakültesi açıldı; Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeni rejim, tarım politikalarına ağırlık verdiğinde, RC’de de tarım dersleri verilmeye başlandı ve modern tarım teknikleri öğretildi; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye, dünya ekonomisine yavaş yavaş entegre olmaya başlayınca işletme ve ekonomi programları hazırlandı, bunun için örneğin Columbia Üniversitesi’yle işbirliğine gidildi; yabancı dil, özellikle de İngilizce, iş dünyasında yadsınamaz bir önem kazanınca RC yalnızca kendi İngilizce programını geliştirmekle ve genişletmekle yetinmedi, ülkenin önde gelen üniversitelerinin bazılarındaki İngilizce programlarına yapısal destek verdi, bu üniversitelerin İngilizce ders kitaplarını yazdı.

RC’nin, Osmanlı’da ve sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde Amerikan nüfuzunun yerleşiklik kazanmasına hizmet ettiği hep söylenegeldi. Oysa burada da bir çelişki vardı, çünkü okul, Türk nüfuzunun ABD’de yerleşiklik kazanmasına da hizmet ediyordu. RC kurulduğunda, Osmanlı Devleti’yle ABD arasındaki ilişkiler hem son derece düşük bir düzeydeydi, hem de iki ülke, birbirini neredeyse hiç tanımıyordu. Bu nedenle, İstanbul’da onyıllarca yaşamış olan Hamlin, Washburn ve Gates gibi RC başkanları, hem aktif görevdeyken, hem de emekli olduktan sonra Osmanlı Devleti’ni ve Türkiye’yi ABD’ye anlatan, açıklayan güvenilir uzmanlar oldu. Birinci Dünya Savaşı döneminde ABD, Türkiye’nin müttefikleriyle savaşa tutuştuğunda teknik olarak Türkiye’yle de savaşa girmiş oldu, ama iki ülke hiçbir zaman birbirine savaş ilan etmedi. Bunun ardında RC yöneticilerinin ciddi emeği olduğunu tarihsel belgelerden görebiliyoruz. Aynı şekilde Lozan Antlaşması’nın müzakere edildiği dönemde, gözlemci olarak katılan ABD heyetinin danışmanı, o dönemki RC başkanı Gates’ti. Cumhuriyet’ten sonra da RC, İnönü hükümetlerinden başlayarak hep iki ülke yönetimi arasında bir köprü oldu.

RC, 1923’ten sonra zor bir hedef koydu kendine: bir yandan liberal Amerikan eğitimini sürdürecek, bir yandan da ulus inşası sürecinden geçen ve herkese aynı eğitimi vermeye çalışan Türkiye’nin Milli Eğitim’ine uyacaktı, yani birbiriyle çelişen iki yaklaşımı kendi bünyesinde uzlaştıracaktı. Bugün dönüp baktığımızda, RC’nin bunu önemli ölçüde başarmış olduğunu, iki sistemin iyi yönlerini öne çıkarma konusundaki çabalarının sonucunu aldığını söyleyebiliriz. Bugün özel okulların büyük bir kısmı için RC’nin bir ölçüt olduğu göz önünde bulundurulursa, bu başarının boyutu daha iyi anlaşılabilir. RC’nin toplumsal algıdaki yeri de uzun süre çelişkili olmayı sürdürdü. Kurucularının kimliği, okulun özellikle Cumhuriyet öncesi dönemindeki öğrenci profili ve “Amerikan okulu” olarak algılanması da Türkiye’nin orta sınıfında farklı kuşkular uyandırdı. Öte yandan anne-babalar, “yeni dünya düzeni”nde çocuklarının önde başlamasını ve daha hızlı ilerlemesini istiyor, RC’nin de bu açıdan ciddi bir avantaj sağladığını görüyordu. Bu çelişki, 1980’lerle birlikte Türkiye’nin kararlı bir biçimde dışa açılmasıyla kendiliğinden çözüldü.

Bunları söyledikten sonra, bir okulun yapıtaşının “tarih” olmasını sağlayan koşulları da ele almak gerek – aynı tarihsel dönemde faaliyet gösteren pek çok okul için böyle bir yapıtaşı söz konusu olmadığına göre. Bence buradaki en önemli etmen, okulun kuruluşundan itibaren büyük bir gururla vurguladığı ve 1950’lere kadar azalarak da olsa sürdürdüğü çokkültürlü, çokuluslu öğrenci yapısı. Bu yapının ürettiği çok özel bir sinerji var – yalnızca barış ve hoşgörü anlamında değil, erken yaşta farklılıklarla karşılaşmayı ve her meselenin birden çok yönünün olduğunu öğrenmeyi sağlaması anlamında da. Kendi coğrafyasının öncü eğitim kurumu olan RC, onyıllar boyunca Balkan ülkelerinin, Ortadoğu’nun, Kuzey Afrika’nın seçkin kadrolarını yetiştirdi ve bu ülkelerin gelişiminde önemli bir rol oynadı. Bu, pek az kuruma nasip olacak bir şeref.

150 yıllık bir geçmiş hakkında yazılan bir kitap, gelinen noktadan ötesinin nasıl göründüğü hakkında da bir şey söylemezse eksik kalır. İyi okulların, RC’nin benzerlerinin sayısının çoğaldığı, küreselleşmiş bir dünyayla doğrudan bağlantı kurmanın artık çok sayıda alternatif yolunun olduğu bir Türkiye’de, RC’nin öncü ve örnek konumunu koruyabilmesinin bence tek yolu, kendi yapıtaşının hakkını vermekten, yani çevresinde biçimlenmekte olan tarihi kucaklamaktan ve bu tarihi biçimlendirecek çokkültürlü, çokuluslu öğrenci yapısını yeniden oluşturmaktan geçiyor.

RC’nin geçmişini ve geleceğini bu perspektiften değerlendirdiğimde, kitabı yazmaya başlarken sorduğum sorunun yanıtını da bulmuş olduğumu düşünüyorum.

(kasım 2014'te yayımlanacak "tepedeki okul"un önsözü. fotoğraflar: üstteki 1914'ten, alttakiyse 1880'lerden, okulun gurur duyduğu etnik çeşitliliği gösteren, farklı "millet"lerden öğrenciler. daha 1960'lara kadar bu çeşitliliğin iyi kötü sürdüğünü söylemek mümkün. bugünse okul, etnik homojenliği neredeyse mükemmelleştirmiş durumda.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.