24.8.11

borges'in evinde*

"[evinin] kitap raflarında eksik olan, borges'in kendi kitaplarıydı. yapıtlarından birinin ilk baskısını görmek isteyen ziyaretçilere gururla, kendisinin 'son derece unutulabilir' adını taşıyan tek bir cildi bulundurmadığını söylerdi. bir keresinde, ben oradayken, içinde "kongre" adlı öyküsünün italya'da franco maria ricci tarafından yayımlanmış lüks baskısı olan büyük bir paket getirmişti postacı. ciltli, siyah ipekle kaplı, altın varaklı, el yapımı mavi fabriano kağıdına basılmış, her ilüstrasyonun (hikaye tantrik resimlerle süslenmişti) elle yapıştırıldığı ve her nüshanın numaralandığı dev bir kitaptı bu. borges dikkatle dinlemiş ve sonra, 'ama bu bir kitap değil ki, bir kutu çikolata!' diye haykırıp kitabı utanç içindeki postacıya hediye etmişti."...

"okulda bize borges okutulurdu. altmışlarda, sonraları kavuşacağı evrensel şöhretin henüz uzağındaydı, ama yine de 'klasik' arjantinli yazarlar arasında sayılırdı ve öğretmenler sınıflarını, borges'in kurgularının labirentlerinde, şiirlerinin kesinliğinde görev bilinciyle dolaştırırdı. borges'in yazılarını dilbilgisel bir ayrıntı düzeyinde incelemek (öykülerinden paragraflar verip sözdizimini analiz ettirirlerdi) gizemli bir şekilde insanı büyüleyen bir egzersizdi, onun sözel imgeleminin nasıl çalıştığını anlamaya da en çok burada yaklaşmıştım. borges'in yazarken ne kadar basit ve temiz bir iş çıkardığını, adlarla fiillerin nasıl birbirine uyduğunu, alt cümlelerin birbirleriyle nasıl uyum içinde olduğunu gösterirdi bu bize."...

"onun kafa yorduğu şey edebiyattı ve bu çığlık çığlığa yüzyılda hiçbir yazar, edebiyatla olan ilişkimizi değiştirme konusunda borges kadar önemli olmadı. ondan daha maceraperest, gizli coğrafyalarımızda dolaşma konusunda ondan daha atak yazarlar vardı belki. topulmsal acılarımızı ve ayinlerimizi ondan çok daha güçlü bir şekilde belgelemiş, ruhumuzun amazon ormanlarına çok daha başarılı keşif gezileri düzenlemiş yazarlar vardı kuşkusuz. borges bu tür şeyler yapmaya neredeyse hiç kalkışmadı. bunun yerine, uzun yaşamı boyunca, bu diğer araştırmaları okumamız için haritalar çıkardı - özellikle de en çok sevdiği ve onun kitaplarında din, felsefe ve yüksek matematiği içeren fantastik edebiyat dünyasındaki araştırmalar için. ilahiyat okumalarından büyük keyif alırdı. 'arjantinli katoliklerin tam tersiyim,' demişti bana. 'onlar inanır ama ilgilenmez; ben ilgilenirim, ama inanmam.'"

*alberto manguel'in, vaktiyle çevirdiğim chez borges ("borges'in evinde") adlı kitabından. borges'in doğumgününü hatırlatan google'a teşekkürler!

21.8.11

kalkan projesi

açlıkla savaş ve terörle savaş bu yıl aynı günlere, hem de ramazana denk geldi. ikisi de ciddi birer halkla ilişkiler kampanyası olarak medyada hak ettiği yeri kaplıyor (böyle medyaya böyle kampanya). güzel fotoğraflar kazanıyor arşivlerimiz - süperstarlarla, iş kadınlarıyla somali'de kamplarda dolaşan başbakan pozları, harekattan dönen askerlerle iftar sofrasına oturup onlara "moral veren" bakan pozları.

açlıkla savaşılmasın mı? teröre göz mü yumulsun? bu soruları ciddi ciddi sorabilecek olanların gerçekten var olduğunu bilmek insana tuhaf umutsuzluklar veriyor. açlıkla savaşmanın tek yolu, ondan bir şekilde çıkar sağlamaktan mı geçiyor, veya "terör örgütü" (adı yok mu bu örgütün? voldemort mu bu?) üyelerinin eksiksiz hepsini öldürdüğünüzde kürt sorununu çözmüş mü olacaksınız, gibi sorular var halbuki, cevap bekleyen.

süreyyya evren, kürt meselesinin artık bir dış politika meselesi gibi ele alındığından dem vuruyordu; dış politika sahnesinde tanık olmak zorunda kaldığımız artan şişkinlik düzeyi, türkiye'yi (devlet organını) dev bir phallus haline getirme çalışmasına dönüşmüş durumda olduğuna göre, evet, aynı yaklaşım burada da var. üstelik bunun daha kıbrıs'ı, suriye'si, ırak'ı, kimbilir belki suudi arabistan'ı da olacak.

arşivlerde yer açın. çok güzel görüntüler geliyor.

14.8.11

yky kapakları

yapı kredi yayınları hakkında birşey yazmamı hoş karşılamıyorum. 12 yıl çalıştıktan sonra, kendi isteğimle ama sevimsiz koşullarda ayrıldığım bir kurum hakkında, benden sonra yapılan işleri konu alacak ve biraz eleştirellik taşıyacak birşeyler söylemek istemiyorum, yanlış anlaşılmaktan çekiniyorum. lakin bu örnekte bunu yapacağım, çünkü söyleyeceğim şeyler benim dışımda çok sayıda yazar ve iyi okur tarafından da dile getiriliyor, dolayısıyla ben bir açıdan aracılık yapıyor oluyorum; ikincisi, aslında benim dönemime ait bir uygulamayla ilgili, dolayısıyla kendime de pay çıkarıyorum eleştiriden.

mesele kapaklar. yky 1992'de büyük bir atılımla kitap dünyasına daldığında, roman-öykü-anlatı dallarını kapsayan ve bizim içeride "edebiyat 1" olarak adlandırdığımız dizide metalik gri zemin üstüne siyah yazar adı ve kırmızı başlık kullanıyordu; mehmet ulusel'in tasarımı bu kapaklarda hiçbir görsel unsur yoktu. çok çarpıcı ve kitapçı raflarında hemen kendini belli eden bir tasarımdı bu, biz de çok severek kullanmaya başlamıştık, ancak bir-iki yıl sonra, kitapların sayısı yüzü geçince, bunların kendi içlerinde hiç ayrışmadığını, yan yana durduklarında hepsinin aynı kitapmış gibi göründüğünü fark ettik.


köklü bir tasarım değişikliğine gittik bunun üzerine: mehmet bu kez yanda görülen şablonu geliştirdi: sol ve alt kenarda siyah bant, üstte beyaz yazar adı, altında üstte ve altta iki beyaz çizgiyle ayrılmış, miniskül-italik-beyaz kitap adı, arkada da kitabına göre bir görsel. bu dönemde yky'nin ünlü "yuvarlak kare yuvarlak" logosu kullanılmaya başlandı, ancak yalnızca sırtta - banka, adının ön kapakta görünmesinde diretiyordu çünkü.

böyle böyle sanırım 1997'ye geldik. yayınevinin tüm kapaklarının -dergiler de dahil olmak üzere- elden geçirilmesi gerektiği görüşü ağır basınca, bu kez faruk ulay'dan istedik bu işi. faruk "edebiyat 1"in ana çizgilerini fazla değiştirmeden yenilemenin yolunu aradı, buldu da: alttaki siyah bant üste çıktı, yazar adı bu banta taşındı, yazıların fontları ve puntoları değişti, çizgi inceldi ve sayısı bire indi, "yapı kredi yayınları" yazısı da kalktı ve sol alta yky logosu kondu.

bu iki tasarımda da kendini çok net ortaya koyan bir kurumsal kimlik vardı elbette, ama aslında siyah bantlardan arda kalan alanda kullanılacak görsel de bu kimliğin -en azından ilk başta- bu kimliğin bir parçasıydı. "görsel dil" burada yine yky'ye özgü, özgün sonuçlar verecekti. ne yazık ki bu pratikte pek geçerli olmadı.

yıl 2011. yky, ana konsepti 1993'te atılmış, 1997'de güncellenmiş kapak tasarımlarını kullanmayı sürdürüyor. görsel açıdan genellikle hiçbir çarpıcılığı olmayan, çoğunlukla rutin ama görsel dil açısından tanımsız kapaklar çıkıyor okuyucunun karşısına. bu süre zarfında türkiye'de yayıncılık epey gelişti, dünya yayıncılığıyla organik bağları çok daha güçlendi. yayınevleri hala çok kötü kapaklar da yapıyor tabii, ama çok iyi kapaklar da çıkıyor. bazı yayınevleri, çeviri kitapların özgün kapaklarını uyarlayarak kullanma yoluna gittiği için, dışarıdan da taze kan geliyor. böyle bir yayıncılık ortamında, yky'nin artık kapak tasarımlarını yenilemeye, yeniden tanımlamaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. sırf kapakları yüzünden yky'ye kitap vermek istemeyen yazar arkadaşlarım var. bu cümle başka büyük yayınevleri için de kurulabilir elbette, o yüzden sözüm onları da kapsasın: 2-3 yılda bir, can sıkıntısından kapak şablonu değiştirilsin demiyorum, ama okuyucuyu ilk çarpacak unsurun da bir handikap haline gelmesine izin vermemek gerekir, diyorum.

13.8.11

circumventing book piracy: e-readers for children*

Publishing books without paying copyright fees to authors who have not been dead for longer than 70 years is defined as a crime in most societies today (with some very notable exceptions). This has not always been so, and in all probability will not continue to be so forever. Nonetheless, like most crimes, one reason it has not been wiped out has to do with insufficient enforcement by the state, but that doesn’t explain why it exists in the first place. A “zero tolerance” policy or a “crackdown” on piracy would actually benefit none of the actors involved: the state won’t be better or worse off, because it still will not be able to collect taxes the pirates successfully evade; the publishers of original editions will not be better off, because the readers of pirated editions will not start buying their more expensive books (if they could, they would have done so, when there were no “pirates”); and finally, the publishers and readers of pirated editions will naturally be worse off.

The bottom line is, people are eager to reach “content” at a reasonable price, and judging from the poor-to-middling quality of pirated editions, they don’t really care about the format. This ought to be a blaring signal for publishers to start producing what the customers want the way they want it, but let me spell it out: CHEAPER BOOKS! MUCH CHEAPER! One way to go is to print two versions of the same book (and mind you, we are talking about only 20 titles or so per year that really sell like hot cakes) – “quality paperback” and “mass paperback”, charging a premium for the first and selling the second dirt cheap, with variable copyright structures for the two (like 10 % for “quality” and 3% or lump sum for “mass”). Couple this with measures to lower other costs (like using print-on-demand technology for low-demand titles, outsourcing, cutting overhead costs etc).

Another way to go is e-publishing – the industry in Turkey is slowly waking up to it, but the new e-reader technology is something a socially responsible state would also look into very seriously: work with TUBITAK and produce an e-reader at a cost of TL 100, give it to 200,000 kids for free by spending TL 20,000,0000, provide thousands of out of copyright titles for free, and sign on publishers at TL 1 per downloaded copy by guaranteeing a minimum download figure, like 10,000. Keep it up for at least 10 years. Reap the results.

(in response to a question on book piracy by Today's Zaman, 21 March 2010. it seems the last proposal or something like it will be picked up by the government. it will be interesting to see how it will work out in practice.)

10.8.11

yeraltından banknotlar

Bugün bir “yeraltı edebiyatı” olacaksa bunun koşulları nelerdir?

Bir yazarın ya da bir yapıtın yeraltı olması için, yerüstünde barındırılmıyor olması, görüldüğü yerde katlinin vacip olması gerekir; ayrıca rahat durmaması, rahat ettirmemesi gerekir.

Bir yazar ya da yapıt, okuyucunun karşısına diktiği içerik, dil ya da biçim açısından yeraltına itilmiş olabilir.

Burada “marjinal” ile “yeraltı” arasında ciddi bir fark olduğunu vurgulamak önemlidir: genel okur kitlesinin ağır-anlaşılmaz-saçmasapan bulduğu için kenara ittiği yazar ve yapıt, geniş anlamlarıyla kültürel-siyasal-ekonomik değerlere saldırdığı için aşağı itilen yazar ve yapıttan farklı olacaktır.

Öte yandan “yeraltı”lık durumu, yaşam boyu başarı kategorisine dahil değildir, yani bir kez yeraltı olan, ilelebet yeraltı kalır diye bir kural yoktur. Zaten edebiyat tarihi de bunun aksini gösteren örneklerle doludur (tabii Türkiye’deki uygulama, bu örnekleri yalanlama ve yeraltını müebbet kılmaya yönelik olmasıyla dikkat çeker; hatta otuz yıl önce yeraltı olmayan, birden yeraltına yollanabilir bugün).

Bu açıdan “yeraltı” kategorisi, “yeni” kategorisine benzer; eninde sonunda ehlileşir, yerüstüne çıkar.

Bunun bir nedeni söylediklerinin ve söyleminin çoğaltılarak yaygınlaşması ve saldırganlığının kanıksandığı için gücünü yitirmesiyse, bir nedeni de sistemin, karşı saldırıyla yok etmeye çalışarak düşmanına fazladan canlar verdiğini fark ettiği anda, ona rüşvet vererek dahil etmeye yönelmesi, sistemin parçası haline getirmeye çalışması ve hemen hep başarılı olmasıdır (bkz. aşağıda sokak sanatı bahsi).

Dolayısıyla yeraltı, hem sistemin kurduğu bir hapishanedir, hem de bir onurlandırma mekanı; ne çok dar olmasını ister sistem, ne de çok geniş: hassas dengeler.

Edebiyatın hiçbir şeye saldıramayacak kadar ehlileştiği toplumlarda, yeraltı da bir tür panayıra, kendi kendisinin parodisine dönüşür elbette – Amerika’da işi artık iyice eğlenceye vurmuş “bizarro” akımında görüldüğü gibi.

Çin, İran ve Arap ülkeleri gibi yerlerin, yeraltı edebiyatı için en verimli toprakları sunması bir rastlantı değil – bizzat gündelik yaşamın yeraltına tıkıştırıldığı toplumlarda, sıradan edebiyat bile yeraltı olacaktır.

Bu örnekler, “görece serbest” ya da “düpedüz serbest” toplumlarda, “burada yeraltı edebiyatı yapılmaz” rehavetine kapılmamızı gerektirmez yine de; sadece sahici yeraltını daha zor hak edilir bir paye haline getirir.

Bu açıdan, toplumsal hassasiyetlerin tarihsel süreçte değişmesi, yeraltının içeriğini de değiştirecektir.

Türkiye örneğine bakacak olursak: açık cinsellik, gay-lezbiyen yaşantılar, Kürtler ve sorunları gibi içerikler, bitmek bilmeyen mehter yürüyüşüne rağmen, yeraltından epeyce çıkmış durumdadır, kafasını aşağı bastırmak isteyenler hala varsa da belli bir alan kaybından (yeraltı açısından bakarak konuşursak) söz edilebilir.

Buna karşın din, yeraltına giden merdivenlerden biri olmayı hala sürdürmektedir Türkiye’de: eskiden koyu dindarlık yeraltına götürürken, bugün dinsizlik vardır o basamakların yerinde; bir roman kahramanının “Allah filan yok oğlum, kekliyorlar sizi” gibi masum bir repliği bile, ciddi riskler barındırır ve bu riskler, elli yıl öncesinde olduğundan fazla bile olabilir.

İçerikten geçip dile gelecek olursak: dil, bağımsız bir değişken olarak yeraltına pek ender götürür bizi, daha çok içeriğe bağlı bir değişkendir, yani içeriğin taşıyıcısıdır – toplumsal değerlere küfür niteliği taşıyan dil, içeriği nedeniyle böyledir çünkü.

Biçim ise, yeraltının bugün bir metafor olarak ele almak zorunluluğunu doğuran başlıca etmendir: blog çağında yeraltının neresi olduğunu iyi düşünmek gerekir.

Bugünün “proxy”ler arkasından gazel atan anonim edebiyatının işleviyle, gelenekteki anonimliğin işlevi arasında çarpıcı benzerlikler bulunabilir.

Yeraltı seslerini duyurmak için biçimsel olanakların artması ve yaygınlaşması, bu seslerde ve niteliklerinde kaydadeğer bir artış yaratmıyorsa, yine kasa (yani sistem) kazanmış demektir.

Kasa her zaman kazanır; yeraltının marifeti, bunun sorgulanabileceği kısa hıçkırık anları yaratmaktadır.

Aksi takdirde “yeraltı”, yazarına (ve kasaya) para kazandırsın diye uydurulmuş bir etiketten öteye gitmez; kapitalizmle mücadele ettiğini söyleyen sokak sanatçılarının, ilk fırsatta müzelere girmeye ve yapıtlarına dolar bazlı değerler biçmeye ne kadar teşne olduklarını gördüğümüzde duyduğumuz şıngırtı gibi, yayınevlerinin yazarlarla bir olup “müşteri”ye “ürün” olsun diye kotardıkları tekil ya da dizi kitaplardan yükselen şıngırtı, işte buna işaret eder.

Ve unutmamak gerekir: gerçek yeraltı, okurun gözündedir; okurunun saklayarak okuduğu her kitap, onun için kişisel bir yeraltı çemberi oluşturuverir, bu da parayla olacak birşey değildir.
(Notos 29, Ağustos-Eylül 2011)

9.8.11

avrupa yazı (or, "the revolution will indeed be televised")


euro ekonomisinin geçirmekte olduğu ciddi depremle birleşiyor londra'daki ayaklanma ve yağmalar. siyah bir gencin polis tarafından vurulmasıyla başlayan olaylar, iki gün içinde yayıldı, şiddeti arttı. silah taşımayan, basınçlı su panzeri olmayan londra polisi, karakolları korumakla ve yağmalama olaylarını izlemekle yetiniyor. hükümet, orduyu göreve çağırmama konusunda (en azından bu aşamada) kararlı. belki 1981'de çıkan ayaklanmayı ellerini sakınmadan bastırmaya çalıştıklarında işin iyice çığrından çıkmasına yol açmış olmalarından ders aldılar. blackberry kullanarak hızlı bir haberleşme ağı kullanan "have-nots" (sahip olmayanlar), televizyon ve giyim mağazalarına dalıp önlerine geleni alarak "haves" (sahip olanlar) sınıfına geçmeye çalışıyor. onyılların eşitsizliğini, kuşaklardır süregiden umutsuzluğu iki tişört giderebilecekmiş gibi. londra'nın fakir mahalleleri, siyah mahalleleri, göçmen mahalleleri buraları; ama herkes aynı şeyi yapmıyor. videodaki kadın mesela, güç birliği yapıp bir amaç uğruna savaşmaya, böyle aptalca işler yapmamaya çağırıyor yağmacıları. buralarda oturan türkler ve kürtlerse düzenden hala umutlu: yağmacıların yanında değiller, döner bıçaklarıyla dükkanlarını ve evlerini savunuyorlar, yüzlercesi bir araya gelip yağmacıları kovalıyor. bütün bunlar 2011'de, londra'da oluyor.


bu yaz avrupa'da devrim olmayacak büyük olasılıkla. bu cümlenin "olmayacak" kısmına bakıp rahatlamak içinse, kör bir kapitalizm mümini olmak gerekiyor.

5.8.11

türkiye ne kadar sofu?

radikal'de geçtiğimiz gün bir anket sonucu yayımlandı, 2008'den kalma. az önce fehmi koru, bu sonuçları değerlendiriyordu bir televizyon kanalında, oruç tutmayanları açıklamak için kıvrandı, "işte gayrimüslimler var, hastalık gibi sebeplerle tutamayanlar var, onun dışında herkes hep birlikte tutuyor orucunu," dedi. yani bu ülkede dindar olmayan kimse yok, hıristiyan ya da yahudi olmayıp da, kendini islam'ın gereklerine göre yaşamak zorunda hissetmeyen kimse yok, oruç tutmuyorsa hastadır, demeye getirdi. anketin kendisi, bu iddiayı pek doğrulamıyor aslında.

yukarıda söz konusu anketten iki soru var. ikinci soruda ankete katılanların "dindarlık" açısından kendilerini tanımlaması istenmiş, ama seçenek yelpazesi "dinin gereklerine pek inanmayan biri" diye başlıyor. demek ki anketi hazırlayanlar, türkiye'de kimsenin açıktan dinsiz olduğunu söyleyeceğine ihtimal vermemişler. herhalde haklıdırlar, ama bu, türkiye'de dinsizlerin yaşadığı gerçeğini değiştirmez (mesela bundan bir ay kadar önce, bir markette, market sahibinin şahsında bu dinsizlerden biriyle tanıştım; elimdeki biralardan gaza gelip, "abi biliyor musun ben bu din işlerini hiç sevmiyorum, ramazan'da bir ay boyunca özellikle içki içiyorum," dedi durduk yerde). o zaman, verilen yanıtları da bu payla değerlendirmek, gerçek dindarlığı saptamak için buradaki dindarlık iddialarından indirim yapmak gerekiyor demektir. birinci soruda, hiçbir zaman oruç tutmayanların, namaz kılmayanların oranlarının %8 ve %18 olması da bunu doğruluyor sanki. kısacası, "dinin gereklerine pek inanmayan biri"lerinin aslında dinle filan işi olmadığını, "inançlı ama dinin gereklerini pek yerine getiremeyen biri"lerinin de en azından bir kısmının "dine inanmıyorum ama bir güç var, hissediyorum" noktasında olduğunu düşünüyorum. buradan yola çıkarak, türkiye'deki ateist+agnostik+deistlerin sayısının dört-beş milyon civarında olduğunu söyleyebiliriz gibi geliyor bana. "inançlı ama dinin gereklerini pek yerine getiremeyen biri"lerinin ülke nüfusunun neredeyse üçte birini oluşturuyor olması da (özellikle de "dinin gereklerini yerine getirmeye çalışan dindar biri" seçeneği varken), sofuluğu gittikçe görünür hale gelen bir ülkede yaşadığını düşünenlerin yüreğine su serpmiş midir? 

3.8.11

kaleme and*

Kalemine ve yazdıklarına and olsun ki, deli değilsin. Göreceksin, sen göremesen de dünya görecek – yazdıkların, en büyük ödülü hak ediyor: okunmak. Kalemine güven – yeteneğin var. Kimin deli olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da. İşin doğrusu, ömrünü yazıya verme yolundan sapanlarla o yoldan gidenler, eninde sonunda ayrışır. Bunu inkar edenler hep olmuştur, olacaktır da; sen onlara aldırma. Onlar, senin kendileriyle uyuşmanı ister; böyle yapsan, senden iyisi olmaz. Diliyle iğneleyen, köşebaşını tutan, iyi yazıyı sürekli engelleyen, saldırgan, zorba, kendini ve takımını kollamaktan başka bir şey düşünmediği halde yeni'ye, gerçek'e açık olduğuna yemin eden, soysuzluğu yazdıklarıyla tescilli tüccar yazara, konumu ve çevresine topladıkları yüzünden aldırış etme. Gerçek yazının ilkeleri ona okunduğu zaman, “Öncekilerin masalları,” diyecektir. Onun burnuna pek yakında damgayı vuracağız. Biz bunları, vaktiyle dergi ve yayınevi sahiplerini denediğimiz gibi denemiş oluruz. Dergi ve yayınevi sahipleri, daha sabah olmadan, başka birşeye ihtimal vermeden, dergiler, kitaplar yayımlayacaklarına yemin etmişlerdi. Ama daha onlar uykudayken toplumun tüm katmanlarını sarsan deprem, yazın dünyasını da allak bullak etmiş, iyi yazının gözden yitmesine yol açmıştı. Bu yayıncılar işin farkında değildi tabii. Sabah olduğunda, “Yapıtlarınızı devşirecekseniz erken çıkın,” diye birbirlerine seslendiler. “Bugün orada, 'Ben yeni bir yazının yazarıyım,' diye ortalara dökülen düşkünlerden hiçbiri yanınıza sokulmasın,” diye gizli gizli konuşarak yürüyorlardı. Genç yazarları destekleyebilecek güçleri varken, böyle konuşarak erkenden gittiler. Masalarına oturup yazın dünyasının halini gördüklerinde, “Herhalde yolumuzu şaşırdık; hayır, bu gerçek olamaz; bizim için yazacak kimse yok mu? Bize kala kala yalnızca şu molozlar mı kaldı?” dediler. Ortancaları, “Ben size iyi yazına sahip çıkmak gerek dememiş miydim?” dedi. Hatalarını kabul etmek yerine, birbirlerini suçlamaya başladılar. İşlerin düzeleceğine dair hala bir umutları vardı, ama bunun için parmaklarını bile kıpırdatmak istemiyorlardı. İşte azap böyle birşeydir; ama ölü bir yazının vereceği azap çok daha büyüktür; keşke bilseler! Kaleme saygılı olanlara kitap dünyasında her zaman yer vardır. Kendini kaleme adamış olanlar, hiç bu suçlularla bir tutulabilir mi? Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz? Yoksa, doğru dürüst bir kitap okumuşluğunuz bile yoktur ki sizin. Seçimleriniz, hep kulaktan dolma yargı kırıntılarıyladır. Yoksa, sınırsız yeteneği olanlarla kapsamı sınırsız sözleşmeler yaptınız da, onların her yazdığı sizin mi olacak? Sor onlara: “Kim yer ulan bunu?” Yoksa, kendi aralarında şike mi yapıyorlar, danışıklı dövüş müdür oynattıkları? Doğru sözlüyseler, ortaklarıyla birlikte çıksınlar ortaya, iki dakika adam olsunlar. Ama yapamazlar. Gözlerini yere dikerler; yüzlerini alçaklık bürür. Yeni yazının gücünü yalanlayanları bana bırak. Ben onları bilmedikleri yerden öyle bir deşeceğim ki - yavaş yavaş, azap vere vere. Onlara mühlet veriyorum; doğrusu benim tuzağım sağlamdır. Yoksa sen onlardan telif ücretini istiyorsun da, hakkını mı veriyorlar? Yoksa görünmeyenin bilgisi onların yanındadır da, kendileri mi yazıyor? Sen kalemine güven, yaz, yazdığını ortaya bırak, dayan. Balık sahibi Yunus gibi olma. Yaz ve bekle, semeresini elbet görürsün; kimsenin seni kınamaya hakkı yok. Kalemine bağlı kalırsan, seçilmişlerden olursun, ömrün bir işe yarar, şöyle ya da böyle. Bunu inkar edenler, yeni yazının yapıtlarını okuduklarında onun yazarlarını neredeyse gözleriyle, bakışlarıyla gömmeye kalkışmıştı, yine de kalkışacaklardır. “Bunların hepsi deli,” diyorlardı, yine de diyeceklerdir. Oysa yazdıklarımız ve yazacaklarımız, alemlere bir anımsatmadan başka bir şey değildir.

*bkz: Kuran, "Kalem Suresi". İlk yayımlanış tarihi: Ocak 2003. Değişen şey sayısı: 0.

2.8.11

hepimiz truman'ız

the truman show adlı jim carrey filmini hatırlarsınız. keanu reeves'li the matrix'i de. varoluşumuz, bu ikisinin arasında bir yerde sanırım.

bu duyguyu ilk kez ne zaman yaşadığımı çok iyi hatırlıyorum: ilkokuldaydım, televizyonlar siyah beyazdı ve pazar günleri "pankreas" adı verilen bir tür "spor"dan karşılaşma görüntüleri yayınlanıyordu. bir on dakika kadar izledikten sonraydı sanırım, "bu adamlar numara yapıyor!" diye duyurdum müthiş keşfimi. fakat hakem de, seyirciler de, spiker de bunun farkında değil gibiydi. yıllar sonra ciddi spor kanallarının bu "profesyonel güreş" karşılaşmalarını hala yayınladığını gördüğümde, artık "gösteri toplumu"nun ne demek olduğunu biliyordum.

at yarışlarının düzenli olarak "ayarlandığını" öğrendiğimde ama insanların bu bilgiye rağmen at yarışı oynamaktan çekinmediğini gördüğümde, george orwell'in 1984'ünü de okumuş durumdaydım: orada da devlet, sonuçları ayarlanan piyangolar düzenliyordu, herkes de bunu biliyor ama bilmiyormuş gibi yapıyordu.

son şike skandalı, bize futbolun aslında futbol olmadığını gösterdi, ama süreyyya evren'in de sorduğu gibi, bu bizi futbol izlemekten alıkoyabilir mi?

bununla da bitmiyor şovumuz: son yirmi yılda ulaşılabilir bilgi kaynaklarının çoğunun kirlenmiş, "manipüle edilmiş" olduğunu, gazetelerin, televizyon kanallarının, internet sitelerinin algımızı ve kararlarımızı yönlendirmek için alenen ve kasten yalan söylediğini, en azından gerçeğin söylenmesine izin vermediğini öğreniyoruz her gün. wikileaks bunun global arkaplanı. yakında, bu öğrendiğimizin de -belki kısmen, belki tümüyle- kasıtlı yalan olduğunu öğrenme olasılığımız yüksek. kuyunun dibi yok. devlet kurumlarının, özel kurumların, siyasetçilerin, yasa adamlarının elbirliğiyle yalan söylediği bu toplum da kendi "sivil" varoluş düzeninde, bireysel ve toplu yalanlarla sürdürüyor bu durumu: yaşantılarımız giderek göreceleşiyor, muğlaklaşıyor, sıvışkan hale geliyor. bir de üstüne, dinleniyor ve izleniyoruz; yalnız devlet tarafından ve sözümona güvenlik için değil, ingiltere'de news of the world skandalının da gösterdiği gibi, ticari kuruluşlar tarafından, para için de.

bunlar, tek tek bakıldığında yeni şeyler değil elbette, ama bir arada, üst üste gelince insan bir tuhaf oluyor. komplo teorilerinden hoşlanan biri değilim, ama artık komplo teorisi diye birşey kalmadı - kim gönül rahatlığıyla 11 eylül'ün altında başka şeyler olmadığını söyleyebilir ki? türkiye'nin kısıtlı olanaklarıyla bu kadar iş çevrilebiliyorsa, amerika neler yapmaz?

genç paul simon'dan bir şarkıyla kapayalım programı:

"i remember misinformation follow us like a plague,
nobody knew from time to time if the plans were changed."