27.2.11

matrak bir hocamızdın

necmettin hoca bugün öldü. türk siyasetinin en "matrak" figürlerinden biri olmuştu hep, söylediklerinin ne kadarı, ne zaman ciddiye alınmalı konusunda insanı sürekli kontrpiyede bırakırdı. çılgın projeleri, sınırsız hayalleri vardı. necmettin hoca, türkiye'nin başbakanı bile oldu; kısa sürdü gerçi bu görevi, 28 şubat 1997'deki "postmodern darbe"yi göğüslemeye çalıştıysa da, okul arkadaşı demirel'in (itü'de hangisinin daha zeki olduğu konusunda bahis tutuşulurdu, ama ikisi de fena halde zekiydi) vücut çalımıyla kendini ekarte edilmiş buluverdi (erbakan'ın başbakanlık koltuğunu, koalisyon protokolü icabı çiller'e devretmesi gerekiyordu; görevinden istifa etti, demirel'in de çiller'e "buyrun bacım" demesi gerekiyordu; demirel'se büyük bir soğukkanlılıkla, "yoo, nerden çıktı? bizde öyle bir teamül yoktur," diyerek mesut yılmaz'ı başbakan yaptı bir anda). darbe'nin gelişi çoktan belliydi; en unutulmaz aşamalarından biri de 1996 ekim'indeki libya gezisiydi erbakan'ın. "bir islami lider, bir islami lidere, gel seninle beraber, bir ıslama köfteci açalım" fıkrasının hazırlıklarını uçak yolculuğu boyunca sürdüren erbakan, kaddafi tarafından buz gibi karşılanmış, bir bavul dolusu da laf işitmiş, diplomatik skandal olarak nitelenecek yığınla kaddafi incisini sineye çekmiş, gezi boyunca suratında donmuş bir gülümsemeyle poz vermişti. oysa tuhaftır, türkiye'nin liderleri arasında, "kafa"sı "kaddafi kafası"na en benzeyen siyasetçi herhalde oydu. kaddafi de belli ki buna uyanmıştı, kimin bu alemin kralı olduğunu göstermek istemiş, "bilek güreşi"nde (bkz. foto) erbakan kardeşini kolaylıkla yenmiş, maalesef onunla bir güzel kafa bulmuştu. bakalım şimdi kaddafi, bunun vicdan azabına ne kadar dayanabilecek.

günahın sevabın bu yazının konusu değil necmettin hoca, sen matrak bir hocamızdın, konumuz bu. gittiğin yerdeki tüm matrak hocalara selam.

hamiş: fakat gazetenin -ve o günkü hemen tüm gazetelerin- feveranının, goygoyunun derecesine hayret etmemek ve altında pislik aramamak da elde değil hakikaten.

26.2.11

adım saymanın ekonomisi

gençlik düşü'nü okumuştum ayhan geçgin'in, elim titremeden aldım son adım'ı. aynı çizginin daha iyi bir ürünü bu. hikaye çok yalın aslında: bir depoda çalışan, babaannesiyle birlikte yaşayan alisan, önce işsiz kalıyor, aynı apartmandaki çoluk çocuklu bir kadınla sevişmeye başlıyor, babaanne hastalanıp yatağa düşüyor, ölünce de vasiyetine uygun olarak onu memlekete, tunceli-bingöl arasındaki düzova'ya götürüyor; burada akrabalarıyla günler geçiriyor, istanbul'a dönemiyor, dönemedikçe dönme istencini yitiriyor; bir akşam konuk olduğu ev basılıyor, işkenceye götürülüyorlar, neyle suçlandığı bile belli değil aslında, sonunda bırakılıyor, ama yeniden avlanmak üzere.

bu bir özet tabii, ama aslında değil; olay örgüsü bu kadar yalın. geçgin'in kitaplarını da olay örgüsü için okumak saçmalık olur. betimlemeci bir yanı var, ama ağdalı bir betimleme değil bu, üstelik nesnelerden, kişilerden, görünümlerden çok edimlerin betimlemesi ağır basıyor. yani olay yok, ama hareket var. hareketler elbette gündelik, sıradan, düz - dildeki yalınlıkla birleşince etkileyici bir uyum ortaya çıkıyor, hatta kendi içinde bir gerilim, bir gerginlik bile kazanıyor; sarkmıyor, sonra ne geleceğinin merakıyla, beklentisiyle okumayı sürdürüyorsunuz. memlekete gidişle birlikte gözle görülür biçimde artıyor bu gerilim - ortada hiçbir şey yokken (evet, türkiye'de yaşayan okurlar olarak bu gerilimin bir kısmını biz getiriyoruz metne, ama yine de) bunu başarabilmek enikonu ustalık gerektirir bence.

mikro bakışın odağından kurulan, "mutfağa gitti"yi bir paragrafa yayan bu anlatı ekonomisinde, hızlı geçilen yerler dikkat çekiyor tabii. örneğin yıllardır kimseyle birlikte olmamış alisan'ın apartmandaki kadınla (adı kader) ilk sevişmesi - kapı ağzında: "titreyen küçük kası, şakaklarının zonklayışını anımsıyorsun, sonra kadınla birlikte yerde salon kapısının eşiğine yuvarlandığınızı anımsıyorsun. kadının 'böyle değil, böyle değil,' diye fısıldadığını, kendini bıraktığını, dişlerini kenetlediğini anımsıyorsun. tıpkı bir hayvan gibi, çok hızlı, çok kısa."

kitapla ilgili tek eleştirim, diyaloglar konusunda olabilir: babaannenin sesi ne kadar sahici tınlıyorsa, kader de bir o kadar yapma: "senden bir şey beklemediğimi söylemiştim. bu doğru. ama başka bir şey daha söylemek istiyorum, sen gitmeden önce söylemek istiyorum. bunu da bil: seninle birlikte olmak istiyorum. nasıl olacak bu bilmiyorum, şu anda bunu düşündüğüm yok, ama bildiğim seninle birlikte olmak istediğim." temelde, alisan'ın konuşma kipine fazla yakın bir kip bu, kaldı ki alisan'ın konuşmaları da aslında anlatıcının kipine fazla yakın.

son adım, ideolojik olmadan siyasal olmayı başaran, görünüşteki tüm yalınlığına karşın yoğun bir yazınsallığa ulaşan bir roman; son adım olmaması gerekir.

22.2.11

the age demanded

televizyonda devrimleri izliyorum, aklıma yine bir şiir geldi, belli ki yaşlanıyorum:


The age demanded that we sing
and cut away our tongue.
The age demanded that we flow
and hammered in the bung.
The age demanded that we dance
and jammed us into iron pants.
And in the end the age was handed
the sort of shit it demanded.

-Ernest Hemingway

-"alt tarafı gerçek." -"evet, ama bunun üst tarafı da gerçek."*

kaddafi'nin bu 20 saniyelik videosunu izlediğimde, en az beş kere yeniden izleyeceğimi hemen anladım. bir tür depo burası, belki bir film seti - arkada, bir jet uçağını yakalamış bronzdan bir el var, daha arkadaysa, eskiden olurdu, bir sahneyi çevrelermiş gibi dizilmiş ampüller. önde iki dev şemsiye görüyoruz, birini muammer tutmuş, diğeri mikrofon tutan adamın elinde. kamera aşağı iniyor, muammer tuhaf bir aracın içinde - bir triportör müdür, nedir bu? diyor ki, "geceyi meydandaki gençlerle geçirecektim, ama yağmur yağdı. gördüğünüz gibi trablus'tayım, venezüella'da değil." deponun içinde elinde tuttuğu şemsiye bunun kanıtı tabii - şemsiye tuttuğuna göre yağmur yağıyor, yağmur yağdığına göre burası trablus. jeanne-pierre jeunet'nin bir filmi sanki. ya da "devlet yönetiminde gerçeküstücülük" manifestosu. adamın manyak bir katil olduğunu bilmese insan, libya'da başlayan devrimin ortadoğu'daki devrim dalgasının en kanlı geçecek örneği olacağını bilmese, gülmesi gelir.

*çok eski bir halı reklamından uyarlama. dinarsu muydu?

21.2.11

bıçaklarınızı bilemeyi unutmayınız

2002'den beri kitapları yayımlanıyor hakan bıçakçı'nın, beşinci ve son kitabı karanlık oda 2010'da iletişim'den çıktı. "hayal mi, gerçek mi?" janrının eli yüzü düzgün bir örneği olmuş, yer yer "light franz kafka", yer yer "pop faruk ulay" tadı veren bölümler vardı, severek okudum.

sonra dedim ki bu bıçakçı'nın madem bu kadar kitabı var, eskilerden de okuyayım. gittim kadıköy imge'ye, baharda yine geliriz'e tav oldum, aldım eve geldim. çok yalın, kısa ve dokunaklı anlara dair öyküler, daha doğrusu eskizlerden oluşan bir kitap, 70'lerin duyarlılığı vardı hepsinde, yeni kuşaklara birşey demeyebilir, ama o tat hoşuma gitti benim.

az önce makinenin başına oturdum, şunları iki satır yazayım diye, utanç içinde ancak o zaman fark ettim: baharda aslında barış bıçakçı'nın kitabıymış! işin kötüsü onun da beş kitabı var (şiirleri saymazsak), onu da iletişim basıyor. aralarında başka bir benzerlik yok gerçi. şimdi düşününce, hakan bıçakçı herhalde baharda'yı yazmazdı diyorum, keza barış bıçakçı da karanlık oda'yı.

17.2.11

mahallenin bıçkınları

bizden büyüktüler. biz üç tekerlekliye binerken onlar çift kale oynardı. biz harçlıklarımızla gazoz alacak yaşa geldiğimizde onlar duvara yaslanıp gelen geçene sataşıyordu. aralarındaki yaş farkını biz o zaman fark etmezdik, bizden çok büyüktüler. birbirlerinden aslında ne kadar farklı olduklarını da görmüyorduk tabii, ortak paydaları bize yetiyordu. mahalle ne demek bize onlar öğretti. sonra bir gün, ben evin penceresinden onları belli ki hayranlıkla seyrederken büyükbabam yanıma geldi, bir süre öylece durdu, sonra dedi ki, mahallenin kedilerine ne oluyor, biliyor musun? arka taraftaki inşaatta neler oluyor biliyor musun? nur sizinle artık neden oynamıyor biliyor musun? büyükbabama baktım, o bana bakmadı. söylediklerini neden söylediğini anlamamış gibi yaptım. yaşım biraz daha büyük olsaydı, ergenliğimin göbeğinde olsaydım, belki derdim ki, mahallenin delikanlısı olmak böyle birşey, sen nereden bileceksin? küfürbaz bir adamdı büyükbabam, "mahallenizi sikeyim," diyebilirdi, başka birşey de diyebilirdi, bulaşılmazdı aslında.

13.2.11

aslı da böyle midir?

kiarostami'nin son filmi copie conforme ("aslı gibidir"), binoche'un bir kez daha parladığı bir film olmuş. karşısında oynayan shimel'in ilk filmi bu; bana seinfeld'de elaine'in patronu modacıyı hatırlattı. iki rol arasında ciddi bir uçurum vardı bence, ama sadece oyunculardan kaynaklanmıyordu bu, binoche "kalp sesi"yle konuşan kadını, shimel'se "kafa sesi"yle konuşan adamı oynuyordu ve bu ayırım biraz fazla kör gözüm parmağıma denklemlerle sergilenmişti, o yüzden adamı kim oynasa biraz "uzaylı" kalacaktı herhalde binoche'un karşısında. bu şablonsu hal, kadınla adamın ilişkisine de haliyle yansımıştı - film bu ilişkiyi de "marslı bir antropolog"un zekice ama hakikate tam nüfuz edemeyen gözlemlerine dayanarak anlatıyor gibiydi. yine de çok seyredilesi bir filmdi, özellikle de kiarostami'nin "back story"yi kullanmadaki ustalığı ve filmi iki alternatif okumaya açık bırakmayı gerçekten becerebilmesi nedeniyle.

filmin başında ingiliz bir yazarı (shimel) italya'da yeni kitabının tanıtımı için çıktığı turda görüyoruz, antikacı bir kadın da (binoche) konuşmasını dinlemeye gelmiş. kitap sanat tarihinde kullanıldığı biçimiyle "orijinal" ve "kopya" kavramları üzerine; anlaşıldığı kadarıyla adam bu ayırımlara aslında karşı, kopyası da orijinalinin gördüğü işi görüyorsa neden ona orijinal muamelesi yapmayalım diyor (kadının, kendi hayatında tam da aynı ilkeyi benimsemiş ama bunun hakkında kitap yazmaya kalkışmamış kız kardeşinin burada anılması, adamı da başka bir düzlemde "aslının kopyası" durumuna düşürüyor). kadın konuşmanın yarısında çıkmak zorunda kalıyor, ama kitabın yayımcısı olan arkadaşına kartını bırakıyor yazara vermesi için, onunla görüşmek istediğini söylüyor. nitekim görüşüyorlar - yazar kadının dükkanına geliyor, biraz hava almak istediğini söylüyor, kadın onu gezdirmeye başlıyor. başlayınca bir tuhaflık da beliriyor - yavaş yavaş adam ve kadın, 15 yıl önce birlikte olmuş (belki evlenmiş) ama ardından ayrı ülkelerde yaşamlarını çizerek ayrılmışlar gibi davranıyor, sonunda bunlar gerçekten evli de başta yabancı numarası mı yapıyorlardı, yoksa yabancıydılar da evlilik oyununa mı kaptırdılar, tartışmalı hale geliyor. iki alternatifi de destekleyecek ve kiarostami'nin bir seçim yapmadığını gösteren yeterli veri var aslında, ama ben ilkine daha yakın durduğumu hissettim yine de. "back story"den kastım da bu: "in media res"te başlayan hikayenin geçmişini filme yedirmede, hatta filmi bizzat bu yedirmenin filmi olarak kurgulamada o kadar başarılı ki yönetmen, bir de üstüne bu "yoruma açık"lığı katınca, başta sözünü ettiğim şablon tadı önemsizleşiyor.

filmin meselesi evlilik, evliliğin zaman içinde dönüştüğü haller, buna uyum sağlama/sağla(ya)mama, birbirini anlama/hissetme, gerçekler-beklentiler-hayaller ve bunların birbirini tutmadığı yerlerdeki boşluklar. burada da kaçınılmaz olarak bir aslı/kopyası değerlendirmesine gidiyor film - bunu hem kadının kız kardeşine benzer bir fonksiyon üstlenen ("hayatın içinden, basit ama hakiki kadın" fonksiyonu) bir kafe işletmecisi (bu kadın da serra yılmaz'ı hatırlattı bana) aracılığıyla, hem de adamla kadının hayal ettiği/gerçekten yaşadığı ilişkileri karşılaştırarak yapıyor.

filmin kendisi de bir aslı/kopası konusu olabilecek öncüllere sahip - rosselini'nin italya yolculuğu'nun yanı sıra linklater'ın before sunrise - before sunset ikilemesini anmakta yarar var.

11.2.11

something there is that doesn't mend a wall

bana robert frost'un bir şiirini hatırlattı 18 günde patlayan mısır. koşulları birbirinden çok farklı olsa da, çeşitli duvarlarla çevrili çeşitli devletlerin kanıksandığı bir dünyaya doğdu benim kuşağım. demirperde ülkeleri vardı örneğin, güney amerika ülkeleri vardı, afrika ve ortadoğu'nun diktatörlükleri, prenslikleri, şeyhlikleri vardı. türkiye de bir duvarın ardındaydı elbette. o kadar uzun süredir varlardı ki, bir o kadar daha var olmayacaklarını düşünmek zordu, insanın aklına bile gelmiyordu bu olasılık. suudi arabistan'ın bir gün demokrasiyle yönetileceğini düşünmek mümkün mü bugün? artık mümkün. çok geç kalınmış olabilir mi -belki, suudilerin petrolü sanılandan çok daha erken biterse, suudi arabistan diye bir yer kalmazsa...

ama yine de: duvarların bakımını ne kadar aksatmasanız da, duvarınız uzaydan bile görünse de, hepsinin bir son kullanma tarihi var.

10.2.11

yazmamak yazarlığa dahil mi?


ne yazıyorsun, diye sordu bir arkadaşım. hiç, dedim, hiçbir şey yazmıyorum. çok da rahat söyledim bunu, bana öyle geldi en azından. yazmayı düşündüğüm, başlayıp bıraktığım beş proje var. ya bende bir bokluk var, ya da projelerde, emin değilim, ama hiçbirine gitmiyor kalemim. işte öyle birşey...

aklıma, vaktiyle radikal kitap'ta çıkan bir yazım geldi bu konudaki. kendimden iktibas etmem ters karşılanmaz umuduyla alıyorum buraya. kendimi yazmamakla tanımladığımdan değil tabii, "ne çok yazıyorsun" şikayetleri almış biri olarak buna kalkışmam terbiyesizlik olurdu herhalde. yine de, artık hiçbir şey yazmasam diye düşünürken yakaladığım oluyor kendimi; kimse için fark edeceğinden değil de, acaba benim için fark eder mi, diye düşünüyorum sonra...
* * *

Truman Capote’nin yaşamından bir dönemi konu alan Capote, bir süre önce Türkiye’de de gösterime girdi. Filmde Capote’nin New York Times’da okuduğu bir “üçüncü sayfa haberi”nin peşinden giderek ve yıllarını vererek In Cold Blood’ı (Soğukkanlılıkla), kendi deyimiyle “kurgusal olmayan ilk roman”ı ortaya çıkarışını izleyenler, Capote’nin yanında dolaşan, onun asistanlığını (ya da Capote’ye göre sekreterliğini) yapan ve sonunda kendi kitabını yayımlayan kadını belki merak etmiştir, belki de etmemiştir.

Harper Lee, Capote’nin çocukluk arkadaşıydı. 1957 yılında Amerika’nın Güney eyaletlerindeki yaşamı konu alan bir dizi öykü yazıp J.P. Lippicott & Co. yayınevinin kapısını çaldı. Yayınevinde Harper Lee’yle ilgilenen editör Tay Hohoff, yazar adayından bu öyküleri bir romana dönüştürmesini istedi ve sonuçta ortaya, 1960 yılında yayımlanan To Kill a Mockingbird (Bülbülü Öldürmek) çıktı. Yayımlandığı anda çoksatar haline gelen ve Amerika’da hala çok satan, okullarda okutulan, piyes olarak oynanan bu kitap, 1961 yılında yazarına Pulitzer Ödülünü kazandırdı ve 1999 yılında Library Journal’ın düzenlediği ankette “Yüzyılın En İyi Romanı” seçildi.

Harper Lee, 1964’te verdiği ender söyleşilerden birinde, bu başarının kendisini çok şaşırttığını ve elini kolunu bağladığını söylemişti – nitekim o zamandan bu yana yeni bir kitabı yayımlanmadı ve böylece, tek ya da az sayıda kitap yayımlayıp “yazmayı bırakan” yazarlar arasına katıldı. Bu listede pek çok ünlü isim var elbette – J.D. Salinger, Ralph Ellison, Henry Roth ve Tillie Olsen bunlardan bazıları. Şöyle sorular uyandırıyor bende bu liste: Yazmayı bırakmak ne demek? Yazmamak, yazarlığa dahil mi? Yazmadıkları için de okuyor olabilir miyiz bu yazarları? Bir yazarın imgesiyle o yazarın gerçekliği arasındaki ilişki nedir?

Michel Foucault, 1969’da yayımlanan “Yazar Nedir?” başlıklı yazısında bu konuyu derinlemesine ele alıyordu. Foucault’ya göre önemli olan, gerçek insan olarak yazar değil, onun etrafında oluşturulan “yazar-fonksiyonu”ydu. Bu fonksiyon, kurumsal ve yasal söylemlere bağlı olarak ortaya çıkıyor ama bu söylemler arasında farklı nitelikler kazanıyor, kendiliğinden doğmuyor ve yazarla her zaman bağlantılı olmayabiliyordu.

Salinger örneğine bakalım. Salinger adının ya da “marka”sının tanımlayıcı özelliklerinden biri, yazarın onyıllardır hiçbir şey yayımlamaması, ortalıkta gözükmemesi, söyleşi vermemesi, fotoğrafını bile çektirmemesi ve özel hayatına girmeye çalışanları mahkemelerde süründürmesi. Bütün bunlar, yazmış olduğu dört kitaptan görünüşte bağımsız, hatta onlarla ilgisiz şeyler, ama aslında değil: Salinger’ın yeni birşey yayımlamıyor olması (ve hatta gizlice birşeyler yazıyor olma olasılığı), yazdıklarının ağırlığını ve gizemini arttırdığı gibi, kendi imgesinin çekiciliğine de büyük katkıda bulunuyor. Ünlü yazarların çoğunun, kendilerine özgü bir imge yaratmış olduklarını fark edeceksiniz: Salman Rushdie fetvasız düşünülemez; Burgess ve doktorların ona yanlış ömür biçmesi ayrılamaz bir bütündür; Borges kör kütüphanecidir vs.

Myles Weber’in yeni çıkan kitabı Consuming Silences (“Yoğun Sessizlikler”), okur olarak bizim, yazarların sessizliğini de bir metinmiş gibi okuduğumuzu öne sürerek konuya yeni bir açılım getiriyor. Henry Roth, onun ele aldığı sessizlik örneklerinden biri: 1934 yılında Call It Sleep (“De Ki Uyku”) adlı müthiş bir modernist roman yazan, ama ancak 1960’larda keşfedilen Roth’un aradaki yıllarda ne yaptığı, bir dönem büyük bir merak konusu oldu. Roth zamanının önemli bir bölümünü bu konuda açıklamalar yapmaya ayırdı; sonunda ortaya bir yazar imgesi çıktı: “Henry Roth” markası, (kendi isteğiyle) anti-Semitizm kurbanı Komünist bir yazar olarak kurgulandı.

İşin asıl ilginç kısmı bundan sonra başladı: Roth ilerleyen yaşlarında, yeni ve ilkinden daha da otobiyografik bir roman yazdı. Mercy of a Rude Stream (“Kaba Bir Nehrin Merhameti”) adlı binlerce sayfalık bu romanın ilk cildi 1990’da, karısının ölümünden sonra, ikincisiyse 1995’te, kendi ölümünden sonra yayımlandı. Yazarın suskunluğunun ve temkinliliğinin nedeni anlaşılmıştı: kızkardeşiyle epey uzun bir süre ensest bir ilişki yaşamıştı çünkü. Ne var ki bu veriyi yazarın imgesinin bir parçası haline getirmek için artık çok geçti; Henry Roth, bildiğimiz Henry Roth olarak kaldı. Yakınlarda yayımlanan ve “Henry Roth kimdir?” sorusunu eski imgeye bağlı kalarak yanıtlamaya çalışan bir biyografi de, gerçek yazarla imgesi arasında bir uyuşmazlık ortaya çıktığında gerçeğin her zaman galip gelmediğini kanıtlıyor.

Tillie Olsen de bu konuda çok çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Olsen tek kitabını 1961’de yayımladı: Tell Me a Riddle (“Bir Bilmece Sor Bana”). Kitap, yazarının neden yazamadığını, hatta bundan sonra da neden yazamayacağını anlatan (“susturulmuş kadın yazar” imgesi) bir kitaptı ve feminist akademisyenler tarafından baş tacı edildi. Ne var ki Olsen bu temelin üstüne bir akademik kariyer kurdu: 1960’lar boyunca kampüs kampüs dolaşan Olsen, yazamamak üstüne yaptığı konuşmalarla ayakta alkışlandı, fahri doktoralar aldı. Herşey düzgün düzgün giderken bir pürüz çıktı: Olsen yeni bir kitap yazmak istiyordu. 1960’ların sonunda yayımlanan Silences: When Writers Don’t Write (“Sessizlikler: Yazarlar Yazmadığında”), yazarın kurgulanmış imgesine ağır bir darbe indirebilirdi (çünkü belli ki artık yazabiliyordu), ama öyle olmadı: Olsen kitabın büyük bir bölümünü başka yazarlardan alıntılarla doldurdu; kendi yazdığı kısımlar içinse bunların aslında yazılmadığını, bir konuşmasının “yazıya geçirilmiş hali” olduğunu belirten bir not düştü. Böylece hem yeni bir kitap yayımlama arzusunu tatmin etti, hem de imgesini korudu.

Harper Lee’ye dönecek olursak: Lee, yazmamanın yazarlığa dahil olduğunu, hatta kimi zaman, kimi yazarlar için yazarlıklarının tanımında yer aldığını belki de çok iyi biliyor. Kamuoyundan uzak duruyor, dergi ve gazetelere söyleşi vermiyor, ama yazarlık imgesine halel getirmeyecek ölçülerde insan içine çıkıyor, adına düzenlenen kompozisyon yarışmalarında jüri üyeliği yapıp lise öğrencilerinin, kitabıyla ilgili yazılarını okuyor, onlarla sohbet ediyor. Böylece istisnalar kaideyi bozmuyor, tam tersine o kaidenin kaidesini oluşturuyor.

4.2.11

türk tipi

hayatımızda ne kadar çok "türk tipi macar salamı" var, farkında mısınız? türk salamı desen değil, macar salamı desen hiç değil. salamdan bahsediyorum tabii, başka birşeyden değil.

3.2.11

alan de cachan mı?

başkanlık sistemini konuşalım isteniyor. konuşalım. erdoğan sekiz yıldır başbakan; iki dönem de başkan seçilse (6x2) eder 20 yıl. mübarek bir insan kendisi. başkanlığa aday olmayacağını açıklasın, rahat rahat konuşalım derim.

2.2.11

ortadoğu'da devrim

sıradaki şarkı, devrim cesaretini yüreklerinde taşıyan milyonlar için geliyor: "i'm just a soul whose intentions are good,/oh lord, please don't let me be misunderstood."