28.12.10

nemesis

zincirlikuyu mezarlığı, giriş kapısı.

her önünden geçişimde, bende "matrix"e düşmüşüm hissi yaratan, ürpertici sözü siz de biliyorsunuzdur: "her canlı ölümü tadacaktır."

ya bu sözü, türkiye cumhuriyeti'nin en büyük resmi "nemesis"lerinden biri söylemiş olsa ve istanbul'un orta yerindeki bu koca mezarlığın girişinde onun sözü, bu sözü yer alıyor olsaydı? bu nasıl bir "matrix" olurdu acaba?

("söze değil, söyleyene bak" demişti norman mailer vaktiyle; haklı mıymış?)

("söz sanatları" başlıklı, sözle sanatı birleştiren, yeni bir "çağdaş sanat" dizisine başlasam, portfolio yapsam, bienale katılsam...)

27.12.10

şeytan bunun neresinde?

salman rushdie'den hoşlandığımı söyleyemem - insan olarak da, yazar olarak da. midnight's children'dan 30-40 sayfa okumuşluğum vardı üniversite yıllarında, satanic verses o kadar bile gitmedi. sonra bir gün brooklyn'de bir imza gününde paul auster'ın sevimli ve mütevazı duruşundan sonra karşıma çıktı rushdie'nin kasıntı ve şişkin halleri, çekemem dedim.

bunu söyledikte, türkiye'de şeytan ayetleri'nin hala yayımlanamamış olması,  zaman zaman hatırladığım verilerden biri olagelmiştir. naipaul gümbürtüsü patlak verdiğinde mesela, yeniden hatırlamış ve şeytan ayetleri'ni çevirmeye, yayımlamaya, hatta elinde basılı nüshasını taşımaya yeltenebileceklerin haliyle pek az olacağını bir kez daha idrak etmiştim. anlaşıldığı kadarıyla böyle deliler yok değilmiş - "kara güneş basım" adında, kim olduklarını bilemediğim birileri, kitabı 28 ocak'ta piyasaya sürmeye hazırlanıyormuş. yayınevinin sayfasını şurada görmek mümkün:

http://karagunesbasim.blogspot.com/

konuyla ilgili daha fazla bilgisi olan varsa dinlemeye hazırım.

9.12.10

olmamış meyveler 1: minos - yarım kalmış bir oyun

(Işık yanmadan önce mrtyr’in tıkırtısını duyuyoruz. Işık yandığındaysa nereye düştüğünü anlayamamanın şaşkınlığına benzer bir şaşkınlıkla etrafına bakındığını, labirenti kurcaladığını, biraz ilerleyip geri döndüğünü, arkasına baktığını, hafif bir sesle anlaşılmaz birşeyler homurdandığını görüyoruz. dynn ise bütün bu ajitasyonun tersi bir dinginlik içinde yerde oturuyor ve kendisiyle ilgileniyor – yani tırnak kesmek düzeyinde birşey değilse de, bir şekilde kendiyle meşgul, mrtyr’in endişesine, telaşına hiç prim vermediğini, umursamadığını anlıyoruz. Ancak bir süre sonra mrtyr dönüp dynn’e bakıyor, aklından birşeyler geçiyor belli ki, ona doğru yönelmekle yönelmemek arası bir kararsızlık geçiriyor, ama sonunda gidiyor. Aralarında onları ayıran bir set var ve bu set labirent boyunca devam ediyor. Üzerinden atlanamayacak kadar yüksek değil, ama oyunun en sonuna kadar böyle birşey yapmaya kalkışmayacak ikisi de.)

mrtyr
ne?

dynn
(Başını zar zor kaldırıp mrtyr’e bakıyor dynn. Gördüklerinden etkilenmişe benzemiyor.) ne?

mrtyr
(Seti gösteriyor) bu.

dynn
(mrtyr’e bakmadan, yaptığı şey her ne idiyse ona dönerek konuşuyor) bilmem.

mrtyr
(Garipseyerek) neden?

dynn
(Başta yanıt bile vermiyor dynn, şöyle bir omuz silkmekle yetiniyor, sonra mrtyr’in bakışlarını üstünde hissetmiş gibi başını kaldırıp ona bakıyor, öff’lercesine) bilmiyorum.

mrtyr
(Çileden çıkmamaya çalışıyor mrtyr, ama çok önemli bir saptama yapmış olmasına karşın gereken ilgiyi görmemenin hayal kırıklığı ve ikna etme telaşı okunuyor hareketlerinde. Sete bakıyor, elliyor, sonra ileriye dönüyor bakışları, elini setin üstüne koyup bir-iki adım yürüyor, ama hemen geri geliyor) set.

dynn
efendim?

mrtyr
set!

dynn
(Malumu ilam bu) evet.

mrtyr
bitmiyor.

dynn
öyle.

mrtyr
(Bu kadarı da fazla ama) gitmeliyiz.

dynn
(Görmezden gelerek mrtyr’i başından atamayacağını anlamış gibi, sonunda yaptığı işi bırakıyor, ayağa kalkıyor ve setin yanına geliyor. mrtyr’i baştan aşağı süzüyor, eliyle çay kaşığı işareti yapıp kendi etrafında dönmesini istiyor. Gülümsüyor) biz?

mrtyr
(Bir gocunmuşluk yok sesinde) kalamayız.

dynn
(mrtyr’i taklit ediyor) neden?

mrtyr
(Bundan da gocunmuyor mrtyr) ölürüz.

dynn
(Belki sevimli, ama kesinlikle saf buluyor mrtyr’i) ölelim.

mrtyr
(Bu kez mrtyr acır gözlerle bakıyor dynn’e) yürüyün.

dynn
meşgulüm.

mrtyr
(Sahne dışına bakıyor, sonra dynn’e dönüyor) neyle?

dynn
(Elleriyle belirsiz bir işaret yapıyor dynn) herşeyle.

mrtyr
saçma.

dynn
(Omuzlarını kaldırıyor) hayat.

mrtyr
değil.

dynn
ne?

mrtyr
bu.

dynn
ayrıntılar...

mrtyr
delirmişsiniz.

dynn
(Çapkınlık numarası yapıyor, ama eğleniyor kendi haliyle) tatlısın.

mrtyr
(Sabrı taşıyor) gidiyorum.

dynn
(Gülümsüyor, az önce oturduğu yere dönüp oturuyor, el sallıyor mrtyr’e) esenlikle.

mrtyr
(Gerçekten gitmeye başlıyor mrtyr, gayet kararlı, en azından ilk birkaç adımda; sonra duruyor, öylece duruyor bir süre, sonra hışımla dönüyor dynn’in yanına) afedersiniz!

dynn
(geldiğini duyduğunda hafifçe gülümsüyor dynn, ama başını kaldırmıyor) kalamayız.

mrtyr
kalamayız.

dynn
gitmeliyiz.

mrtyr
kesinlikle.

dynn
(Şimdi mrtyr’in gözlerine bakıyor dynn) nereye?

mrtyr
(Bir an şaşırıyor mrtyr, çevrelerine bakıyor, gidebilecekleri tek bir yön var - labirentin içi) ileriye.

dynn
(Kahkahalara boğuluyor) ileriye! (yeniden katılıyor)

mrtyr
(Açıkça bozuluyor, başını aşağı yukarı sallıyor) komik.

dynn
(Yavaş yavaş, iç çeke çeke sakinleşiyor, gözlerinin yaşını siliyor) tutmayayım.

mrtyr
(Yere oturuyor o da – kendini yere bırakıyor demek daha doğru belki, az önceki kararlılığından eser yok şimdi, hatta düpedüz umutsuzluk akıyor üstünden) iyi.

dynn
(Şaşırıyor dynn) hayrola?

mrtyr
(Başı önde) iyi.

dynn
gitsene.

mrtyr
gidemem.

dynn
(Endişeleniyor ama belli etmemeye çalışıyor) n’oldu?

mrtyr
(Zor duyulur bir sesle) karanlık.

dynn
efendim?

mrtyr
(Sesini yükseltiyor bu sefer, kızgınlıkla) karanlık!

dynn
(Setin yanına çekiyor kendini, yerden kalkmadan; başını hafif yana eğip mrtyr’e bakıyor) korkma.

mrtyr
(Birden bir bıçak çıkarıyor mrtyr, dynn’e doğru sallıyor) korkmuyorum!

dynn
(İrkiliyor, geri çekiyor kendini, öfkeli) şşt!

mrtyr
(Bıçağını göstermiş olmaktan utanmış gibi) korkmuyorum.

dynn
(Bir süre konuşmadan mrtyr’e bakıyor oturduğu yerden, başını iki yana sallıyor, off’luyor ve yerinden kalkıyor sonunda) yürü.

mrtyr
(Yan gözle bakıyor) nereye?

dynn
(Nereye olacak) ileriye.

 (mrtyr kalkıyor yerden, birlikte, setin iki yanından biraz yürüyorlar.)

8.12.10

felsefeciler durmayı bilseydi

bachelard başlamaz dururlardı.

felsefeciler işadamı olsaydı - 6: weber

max weber, facebook'a ya da internet explorer'a rakip olabilirdi (webber).

felsefeciler işadamı olsaydı - 5: smith ve locke

bir ortaklık: john locke ve adam smith, tabii ki kale kilit'in tahtına göz dikecekti (locke-smith).

felsefeciler işadamı olsaydı - 4: schopenhauer

arthur schopenhauer, 24 saat açık alışveriş merkezi konseptiyle dünyayı sarsabilirdi (shop-any-hour).

felsefeciler işadamı olsaydı - 3: foucault

michel foucault, efsaneleşmiş bir türk gazozunu yeniden canlandırmak isteyebilirdi (froucault).

felsefeciler işadamı olsaydı - 2: adorno

theodor w. adorno, elbette deodoranta el atardı (odorno).

felsefeciler işadamı olsaydı -1: lyotard

jean-françois lyotard şanslı olurdu - hem trikoya girebilirdi (bizde "badi" olarak bilinen leotard üretiminde dünya devi bir marka olabilirdi), hem de türkiye'de biyolojik tarım ilaçları üreticisi olabilirdi (biyotar).

5.12.10

hav mevsimi

(av mevsimi'ndeki sönük sürprizleri öğrenmemeyi yeğliyorsanız yazıyı okumamanız önerilir.)

televizyon kanalları vasat üstü yabancı polisiyelerle dolu artık; polisiye film yapmaya soyunanların bunu yok sayması mümkün değil. ama yavuz turgul, av mevsimi'nde tam da bunu yapmış - herkes ilk polisiyesini bu filmle seyredecek gibi davranmış. filmin kendini inanılmaz çabuk ele veren sürprizsiz sonundan, emniyet müdürlüğü çekimlerindeki acemiliklerden, inişli çıkışlı oyunculuk grafiğinden söz etmeyeceğim; senaryoyla ilgili sorunlar benim daha çok ilgimi çekiyor bu filmde.

en temel sorun, aslında bu hikayenin hiç olamayacak olması tabii. hikaye, dirsekten kesilmiş bir kolun, dağda bayırda bir nehrin kıyısında bulunmasına dayanıyor. filmin sonunda öğreniyoruz ki, böbreği alınan bir kız (pamuk), sonra öldürülüyor ve nedense parça parça ediliyor, yine nedense gömülmek için olabilecek en kötü yer seçiliyor, yine nedense doğru dürüst gömülemiyor ve hiç anlaşılmaz bir biçimde, suya karışan parçası o kol ve el oluyor. bu temel çıkış noktasının inandırıcılığı ya da mantığı o kadar yok ki, insan şaşakalıyor. ek bir komiklik de, kolun bulunduğu yerin, (filmin en sonunda öğrendiğimize göre) katilin av evinin hemen dibinde olması - oysa polis, daha ilk başta gelmesi gereken bu mekana film boyunca hiç gelmiyor; ferman buraya ancak olayı çözdükten sonra, battal'a bildirimde bulunmak için geliyor. yani hikayenin hiç olamamasını geçersek, filmin ilk yarısı da (diğer şüphelilerin peşinden gidildiği bölüm) olamıyor aslında.

napolyon, yenilgiden sonra komutanına sormuş ne oldu diye, komutan da "top mermimiz bitti" diyince, "yeter, gerisini sayma," diyerek onu susturmuş ya, ben de lafı fazla uzatmayayım. gizemin çözülme sürecinin basitliği ve barizliği, işaret edilmesi gereken ikinci nokta. zorla geciktirilmiş çözülme noktası filmin hem temposunu düşürüyor, hem de beklentiyi artırdığı için sondaki hayal kırıklığını da büyütüyor. çömezin antropoloji öğrencisi olması ve yazdığı tez, patlamayan bir tabanca olarak filmi süslüyor. idris'le eski karısının bir geceliğine yeniden birlikte olmaları, çok sırıtıyor. ferman'ın karısının da böbrek yetmezliği çekmesi ama battal'dan çok farklı, çok daha insani bir yolu seçmiş olması, yersiz bir ahlak dersinden öteye gitmiyor. filmin tek akılda kalacak sahnesi, cem yılmaz'ın bir emeklilik kutlamasındaki cümbüşlü şarkısı herhalde.

av mevsimi, "havlayan köpek ısırmaz" sözünü doğruluyor - bunca ses ve öfke, hiçbir anlama gelmiyor.